Film İnceleme - 28 Years Later

Etin çürümeden, kemiklerin dağılmadan ölmek…

Filmler bizlere bir şeyleri dolaylı yollardan anlatmaya bayılırlar. Bir ses, kısacık bir görüntü, bir yüz ifadesi bazen çok şey anlatır. 28 Yıl Sonra bana tam da böyle “anların filmi” gibi geldi. Parçalanmaya yüz tutmuş bir bayrak, müteveffa kraliçenin gençliğini gösteren bir tablo ya da ufacık bir kâğıt parçasındaki not Alex Garland ve Danny Boyle’un ilkinden 23 yıl sonra gelen bu hayli ürkütücü devam filmlerinin mihenk noktaları olmuşlar.

Çürüme doğal bir süreç olsa da insanın tabiatı hep çürümeye, yaşlanmaya karşı durma eğilimindedir; çünkü ölümden korkarız. Birleşik Krallık ya da İngiltere özellikle Brexit ve pandemi sonrası oldukça kan kaybetti ve bu çaptan düşüş veya kendi deyişimle “Dağılan Krallık” duygusu filmin her yanına sinmiş, o kesif ölüm kokusunun da temelini oluşturmuş. İlk iki filmden sonra dünyaya yayılması engellenebilmiş virüs çok sert bir karantina altındaki İngiltere ile sınırlanmıştır. Anakaraya yakın bir adaya ve oranın kendi halinde yaşayan halkına çeviriyor Boyle sürekli dinamik kamerasını bu sefer. Adacıkta meslekler basitleşmiş, avcılık ve toplayıcılık en geçer akçe olmuştur. İnsanlık neredeyse sanayi devrimi öncesi koşullara geri dönmüştür. İşte bu ortamda Spike ve babası Jamie oğlanın ilk avı için anakaraya giderler ve tabii ki virüslü kişiler anında enselerinde biter. Filmin buradan sonrası Garland’ın sürekli beklenmedik yönlere sapan sürprizli senaryosuyla hiç sıkmadan akıp gidiyor ama bolca kan vahşetle örülü dünyasında en akılda kalan kısımları Spike’nın kendi görevine çıkışından sonra geliyor bana kalırsa.

Filmin bir yerinde tüm bu çürüme hali “memento mori” yani ölümü hatırla düsturuyla bir kalıba dökülüyor, daha da iyisi o kalıptan çıkan ölüm heykeli “memento amori” sevmeyi hatırla deyişiyle tamamlanarak yaşamın sarsılmaz bir temsili oluyor. Garland ve Boyle’un bu şiirsel dokunuşu filmin tüm o kasvetli ve kanlı atmosferi içinde soluk alabildiğimiz, yaşamın tadını az da olsa dilimizin ucunda hissedebildiğimiz bir an yaratıyor ki bence film bu anlarda daha çok parlıyor tıpkı kemik mabedini oluşturan kafataslarının ruhları hapsetmiş beyazlığı gibi. Elbette film zombi türünden istediklerimizi de fazlasıyla veriyor. Geniş açılı çekim teknikleri eşliğinde kopan kafalar, donuk karelerle etkisi iyice çoğalan ok atışları, ani korkutmalar ve cidden korkunç bir alfa virüslü kabuslara girecek sahnelere imza atmışlar. Gore meraklıları tatmin olacaklardır.

Ekip bildiğimiz üzere hız kesmeden bir devam filmi de çekti ve The Bone Temple üçlemenin ikinci ayağı olarak gelecek yıl sinemalarda yerini alacak. Zaten bunca yıl bekledikten sonra tek filmle bırakmaları da kimseye yetmeyecekti belli ki. Evet, film 28 Gün Sonra’nın o ürkütücü yalnızlık duygusuna artık sahip değil. Ne de olsa onu tüm dünya boyutunda tecrübe ettiğimiz için yeni bir anlatı bulmak gerekiyordu ve bu da izole olarak gerileyen, vahşileşen ülkeler/insanlar yoluyla bulunmuş. İşin içine biraz yabancı korkusu biraz da delilik eklenince son derece güncel ve ileride daha da değerlenecek bir yapım ortaya çıkmış. Zaten ölümü hatırlamak ve hatırlatmak iyi yaşamaya gayret etmenin en birinci itkisi ve amaçlanan utkusu değil de nedir?

Editörün Notu: Zombiler her dönemin çarpıtılmış aynası olmayı neredeyse 60 yıldır sürdürüyorlar. “Dağılan” krallığın git gide çürüyen dokusunda anlatılan bu büyüme öyküsü de Boyle ve Garland ikilisinin hanesine anlı şanlı bir artı olarak yazılıyor.

Filmin Notu: 4 / 5

Yönetmen: Danny Boyle

Oyuncular: Jodie Comer, Aaron Taylor-Johnson, Ralph Fiennes, Alfie Williams

IMDB Notu: 7,2

YORUMLAR
Parolamı Unuttum