2022 yılında aralarında The Witcher 3'ün oyun ve sanat yönetmenlerinin de bulunduğu bir ekip tarafından kurulan Polonyalı Rebel Wolves, hikaye odaklı, karanlık fantastik aksiyon-RYO The Blood of Dawnwalker ile karşımıza çıkmaya hazırlanıyor. Bu ilk oyun Dawnwalker Saga'nın da ilk oyunu olacak.
Oyunun sinematik fragmanı bir hayli etkileyiciydi:
Sonrasında The Blood of Dawnwalker'ın Twitter hesabından oyunun lore'una dair kesitler paylaşılmaya başlandı. "Vale Sangora'nın Gizli Tarihi" adı altında yayınlanan bu kesitlerin dün altıncısı yayınlandı ve biz de şimdiye kadar yayınlanan parçaları Türkçe olarak paylaşmaya karar verdik. Yeni parçalar yayınlandıkça bu yazımıza onları da ekleyeceğiz.
I
Tek ve Gerçek Tanrı, her şeyi kucaklayan merhametiyle elimi sabit kılsın ve kalemimi yönlendirsin, zira bu sayfalara dökmeye niyet ettiğim şeyleri anlamak güç, tasvir etmekse daha da zor. Tanrı Şeytan’ın işlerini yazarken ruhumu korusun. Karanlıkla olan mücadelesinde zafer onun olsun, çünkü şeytanın Yaratılış'a sızdığını ve onu tanınmaz hâle gelene dek çarpıttığını kendi gözlerimle gördüm.
Ben, Albertus Taurinus. İtalya’nın Torino kentindenim. Elli bir yaşımda, vadinin lideri Knyaz Skender Dragosti'nin daveti üzerine Vale Sangora’ya geldim. O, kahramanca eylemlerini kaleme alacak bir alim arıyordu…
II
Uzun yıllar süren öğrenimime rağmen, Vale Sangora’nın adını ilk kez duyduğumda haritada yerini bile gösteremedim. Bu şaşırtıcı değildi, zira burası uzak, ulaşılması güç bir yerdi. Kudretli Karpat Dağları tarafından her yandan kuşatılmış bu vadiye yalnızca dar geçitlerden ulaşılabiliyordu ve bu da ancak yaz aylarında mümkündü. Lakin çok geçmeden öğrenecektim ki, bu geçitler o mevsimde bile tehlikeliydi.
Önceki başrahibimin hayır duasını alarak ve yüksek bir moral ile, silahlı muhafızlar ve hizmetkarlar eşliğinde Vale Sangora’ya doğru yola çıktım. İtalya’dan buraya varmamız iki ay sürecekti. Ancak yolculuk beklenenin iki katı sürdü - ve kafilemizin çoğu bu zorlu yolculuğu sağ salim tamamlayamadı.
III
Torino’da doğup büyümüş biri olarak dağlara ve onların barındırdığı nice tehlikeye yabancı değildim ve bu yüzden, küstahlıkla Karpatlar’ı aşmaya fazlasıyla hazır olduğumu düşündüm. Fakat Tanrı, bu kibirli düşüncem için beni cezalandırmayı uygun gördü. Geçişimiz boyunca hem aç hem de kurnaz kurt sürüleri peşimize takıldı; çığlarla boğuşarak ilerledik.
Rehberimiz Gheorghe adında sert mizaçlı bir adamdı. Israrla “dağ halkına” bir adak sunmamız gerektiğini söylüyordu; zira başımıza gelen tüm felaketlerin ardında onların olduğunu iddia ediyordu. Bense bunları pagan hurafeleri olarak görüp alaya aldım. Bugün bildiklerimi o zaman bilseydim, hiç şüphesiz bambaşka davranırdım.
IV
Yolculuğumuzun büyük bir kısmında medeniyete dair pek az iz gördük: Çoban barakaları, yol kenarına inşa edilmiş küçük sunaklar… Ancak bir gün, Vale Sangora’ya yaklaşırken, bodur çamlar arasında, ustaca yontulmuş ve üzerindeki boyaları dökülen devasa bir taş blok fark ettim. Bu taş, görkemli bir yapının parçası olmalıydı, tıpkı Sidonlu Antipatros'un bahsettiği kadim harikalar gibi.
Büyülenmiş bir hâlde, rehberimize bu taşın nereden geldiğini sordum. O ise bana karanlık bir bakış attı. Eğer bildiklerini anlatırsa ücretini iki katına çıkaracağımı söyledim, ancak Gheorghe bunu reddetti. Karpatlar’ın insanları sırları hakkında konuşmayı sevmezdi.
V
Svartrau’ya, Vale Sangora’nın başkentine vardığımda, ihtişamlı katedraline ve yukarıdaki kayalıkların üzerinde yükselen görkemli Greifberg Kalesi’ne hayranlıkla baktım. Burada, dünyanın sınırında, en yakın kasabadan kilometrelerce uzakta, sanki ait olmadıkları bir yerde duruyorlardı. Neden birileri buraya yerleşsin ki?
Cevap basitti: gümüş. Çevredeki dağlar gümüş bakımından zengindi ve bu soğuk parıltı insanları ateşe çekilen kelebekler gibi cezbediyordu. Kayalık yamaçlar maden girişleriyle delik deşik olmuştu ve kazmaların düzenli vuruşları gün boyunca vadide yankılanıyordu; tıpkı bir mahkûmun hücresinin duvarlarına vuruşu gibi...
VI
Svartrau'daki ilk günlerimde beni şaşırtan bir diğer şey, taş döşeli sokaklarında duyduğum dillerin çeşitliliğiydi. Rumence, Almanca, Macarca, İbranice - ve birbirinden ayırt edemediğim sayısız Slav lehçesi. Yahudi tüccarlar Tatar çobanlarla anlaşmalar yapıyor, Sırp paralı askerler Çek madencilerle bira içiyordu. Kendi kendime "adeta bir Babil Kulesi" diye düşünerek gülümsedim. Ama sonra o hikayenin nasıl bittiğini hatırlayınca keyfim kaçtı. Tanrı, sevgisiyle bize refah bahşedebilir, ama açgözlülükten nefret eder. Bu zengin şehri nasıl bir kaderin beklediğini merak ettim. Nasıl bir cezanın.