Dragon Age: The Veilguard - İnceleme
Yalan, İhanet ve İsyan Tanrısı’na yakışan bir oyun
Ohhhh, nasıl rahatım anlatamam dostlar. Dragon Age’le hiç alakanız yoksa bile bütün o dramalar kesin kulağınıza çalınmıştır. Oyun bize erken gelmediği, o sıralarda bir fikir beyan edemediğim ve öyle veya böyle dramaların bir tarafındaymışım gibi olmadığım için kafam süper rahat. Artık insanların harareti dindiğine göre oyunu istediğim gibi gömebilir, hatta haddimi aşmak gibi olmasın ama, istediğim gibi övebilirim de.
Böyle diyorum çünkü öyle bir ortamda çıkış yaptı ki The Veilguard... Oyundaki bir yaprağı gösterip “Aaa ne güzel yaprak!” bile deseniz gömüldüğünüz bir ortam vardı. Yalan değil, BioWare oyuncuların tepkisini kesinlikle hak etti. Zaten Andromeda’nın bekleneni verememesidir, Anthem faciasıdır, kilit kadrosunu kaybetmesidir, kötü yönetilmesidir, abartı fazla mesai ortamının ortaya çıkmasıdır derken itibarı yıllardır yerlerde sürünüyordu; insanlar zaten tetiklenecek yer arıyordu. Sonra elindeki 2 büyük markanın biri olan Dragon Age’in 9 yıldır dil damak kuruya kuruya beklenen oyununun ilk fragmanı beklenen ağırlıkta değil de çakma Marvel filmi havasında olunca o şalterler komple attı. Sırf oyunun not ortalaması ilk çıktığında yüksek olsun diye yıllarını Dragon Age’e içerik üretmeye adamış ama ön incelemelerde oyunu çok pohpohlamamış eşek gibi popüler mecralara inceleme kodu göndermemeleri gibi muhteşem pazarlama hamleleri de dramaya tuz biber ekti.
Yani evet, gayet hak etti BioWare tepki almayı. Ama tepkiler de çok ölçüsüz hâle geldi. 2 YouTuber’dan örnek vereyim: Skill Up ve Mortismal Gaming. Her ikisi de izleyici kitleleri tarafından sevilen ve sayılan insanlar. Videoları her zaman neredeyse ful beğeni alır. Skill Up oyunu hiç beğenmiyor ve neden beğenmediğini derli toplu bir şekilde şu şu şu nedenlerle diye anlatıyor. Mortismal ise oyunu çok beğeniyor ve o da neden beğendiğini derli toplu bir şekilde şu şu şu nedenlerle diye anlatıyor. Skill Up videosu yine maksimum beğeni seviyesindeyken Mortismal’ın videosuna çoğu insan dislike basmış durumda. Bunların oyun çıkmadan önce yayınlanan videolar olduğunu da not edeyim. Hani fikrini düzgünce anlatan bir insana tepki göstermenin, özellikle de oyunu hiç oynamamışken tepki göstermenin biraz ölçüsüz olduğunu kabul edersiniz sanırım.
Veya bir diğer örnek: Oyun çıkmadan önce insanlar havaya girsin diye Vows and Vengeance adında 8 bölümlük bir audio drama yayınlandı. Objektif olarak gayet güzeldi gerçekten de. Şimdi girdim rastgele 6. bölüme tıkladım, 3’te biri dislike. Kendi hâlinde güzel bir audio drama serisinin te gidip 6. bölümüne tıklayıp dislike basmak da ölçüsüz tepki tanımıma girer sanki.
Neyse, şahsen bu geç kalmışlığın rahatlığı içinde diyebilirim ki: Ortadayım. Ama “Ortalama bir oyun işte, kendini çok da önemsetmedi” anlamında değil. Yoğun duygular içindeyim The Veilguard’a karşı. Bu yoğun duyguların bazıları çok olumlu, bazıları da beni delirten, kızdıran, bu oyunu cayır cayır yana yana yıllardır bekleyen bir Dragon Age hayranı olarak çok ama çok üzen cinsten.
Nedir, ne değildir?
Şu noktada çok ihtiyaç yok ama oyun nedir kısaca özetleyeyim. Inquisition’ın 10 yıl sonrasındayız. Akıl çıkaran bir sonu vardı oyunun ve ekibimizin melankolik büyücüsü Solas’ın geçmiş çağlarda şeytani elf tanrılarına başkaldıran ve onları hapseden elf tanrısı Dread Wolf olduğunu öğrenmiştik. The Veilguard da Solas’ın büyülü bir ayin yaparak bu hapishaneyi silmeye ve hapsettiği şeytani elf tanrılarını öldürmeye çalışmasıyla başlıyor. Kulağa pek hoş geliyor ama bunu yaptığında dünyayı da iblisler basacak, öyle ufak bir detay var. Öteki bütün olası senaryolar daha kötü olduğu için bunu yaptığını söylüyor ama biz yine de onu ayini tamamlayamadan durduruyoruz ve bu tanrıların ikisi kurtuluyor. Solas ise diyarlar arasında kısılı kalıyor. Mevzumuz bu iki tanrıyı durdurmak. Bu sırada da son derece kırılgan bir ilişkimiz olan Solas’tan da tavsiyeler ve yönlendirmeler alıyoruz. Kendisinin hikâyesinin bayağı çetrefilli olduğunu ve kendisinin İhanet Tanrısı veya Yalan, İhanet ve İsyan Tanrısı gibi isimleri olduğunu da not düşmüş olayım. İlişkimiz bayağı komplike kısacası.
Diyaloglar yine diyalog tekeri şeklinde karşımıza çıkıyor ki aksi yakışmazdı zaten. Malum, diyalog tekeri sisteminin en büyük avantajı başkarakterin seslendirilmesine imkân tanıması. Kimse uzun uzun diyalogları okuyup seçim yaptıktan sonra bir de onların seslendirilmesini dinlemek istemez sonuçta. Elbette yanlış bir seçenek yok burada, Baldur’s Gate 3’teki gibi seslendirmesiz ve odağı başkarakterden çıkarıp diğer karakterlere ve dünyaya daha çok çeviren bir yaklaşım da yanlış değil ama BioWare’in son 15 yılı gibi gibi daha aksiyon ağırlıklı oyunlara teker sistemi daha çok yakışıyor. Inquisition’daki Engizitör’ümle seslendirmesi olmasaydı bu kadar bağ kuramazdım kesinlikle. The Veilguard’daki Rook’umla da diyeceğim ama... Neyse geleceğiz oraya.
Oynanış olarak da durdurulabilir gerçek zamanlı sistem tercih edilmiş. Her birinin 3 alt sınıfı bulunan 3 sınıftan birini seçiyoruz ve sadece kendi karakterimizi yönetiyoruz, Mass Effect’lerdeki veya FF7 Remake’lerdeki gibi istediğimiz zaman oyunu durdurup ekibimizdekilere komut verebiliyoruz. Düz hasarın dışında Stagger barını doldurup bitirici saldırı yapmaya gitmek veya debuff’ları birleştirerek ekstra hasar veren patlamalar gerçekleştirmek gibi atraksiyonlara da girebiliyoruz.
Oyunun en çok eleştiri alan kısımlarından biri yazım kalitesi, oradan gireyim. Evet, oyunun yazım kalitesi pek muhteşem sayılmaz. BioWare’in BioWare olduğu günleri mumla aratıyor. İncelikten yoksun dümdüz konuşmalar veya önceki-sonraki söylenenlerden kopuk diyaloglar rahatsızlık verici. Bazen parlıyor, bayağı etkileyici kısımlar oldu, yalan değil ama genel olarak oyunun hikâyesinden ve karakterler arası diyaloglarından pek tat almadım. Ama altını çizmek istediğim şey şu: The Veilguard’ın yazımı evet inanılmaz değil ama abartıldığı kadar kötü de değil. Ve The Veilguard’dan daha başarısız bir yazım kalitesine sahip olmasına rağmen hikâyesinden ve diyaloglarından daha fazla keyif aldığım bir sürü oyun olmuştur. Asıl fail yazım kalitesi değil yani bana sorarsanız. 2 sebebi var.
Merhaba, ben herkes!
Arkadaş... Bütün karakterler çok sıkıcı ve hepsi birbirinin aynı! Herkes aşırı nazik, aşırı mütevazı... Oyuna en çok gelen eleştirilerden bir tanesi karakterimiz Rook’un kimseye ters davranamamasıydı. Haklı bir eleştiri ama hani “Peki neyse” deyip geçebileceğim bir durum. Ama dünyadaki herkesin sürekli nezaketten kırılması, en ufak kabalığında hemen özür dilemesi, sıfır ego olması içimi inanılmaz baydı. Skill Up çok güzel tarif etmişti: Herkes odada insan kaynakları sorumlusu varmış gibi konuşuyor. Karakterler arası çatışma yok gibi bir şey. Ve böyle olunca dediğim gibi, herkes birbirinin aynısı oluyor. Kişisel hikâyelerini bir kenara koyun, ekibimizdeki bir karakteri başka birinin yerinde çok rahat hayal edebiliyorsunuz. İçlerinde aynı kişiler yani.
Yalnız kişiliksizliklerini bir kenara koyarsak yancılarımızın Mass Effect 2’deki sadakat görevlerine benzer kahramanlık görev zincirleri var, onlar gerçekten oyunun en güzel taraflarından. Her biri de gidiyor, gidiyor, gidiyor ve çok epik şekillerde sonlanıyor. Sezar’ın hakkı Sezar’a.
Yine de BioWare oyunlarının en sevdiğim yanı ekipteki karakterlerimizdir, haklı eleştiriler alan Dragon Age II bile bu konuda harikaydı ve The Veilguard’ın bu konuda uzak ara en gerideki oyun olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ne bileyim, Inquisition’da en sıkıcı bulduğum karakter olan Blackwall’u getirip buraya koysanız ortamın en orijinal, en ilginç karakteri olurdu. Hele bu ekipte Cole gibi düşünce yapısı bambaşka çalışan bir varlığın, Sera gibi bir delinin veya Cassandra gibi bir tsundere girlboss’un olduğunu hayal bile edemiyorum. Yahu önceki oyunlarda laflarıyla insanı dayak yemişe çeviren Morrigan bile bu oyunda pozitiflik perisi resmen. Oyunun seni en çok üzen tarafı ne diye sorarsanız, budur.
Ama The Veilguard’ın bir konuda hakkını teslim etmek istiyorum. Tamam Morrigan’ı bile hiç ettiniz ama oyunun kolaylıkla yapabileceği ama kesinlikle ve kesinlikle yapmaması gereken bir hata vardı ve o hatanın yapılmamış olması beni gerçekten mutlu etti: Solas’ı hiç etmek.
Solas yalnızca BioWare’in değil, oyun tarihinin... kötü adam mı, kahraman mı, anti kahraman mı, nasıl tanımlayacağınız size kalmış... en başarılı karakterlerinden birisi. İyiliği sorgulanabilir iyi işler yapmaya çalışan ve kötülüğü sorgulanabilir kötü sonuçlara yol açan, büyük pişmanlıkları olan ama bu pişmanlıkların bazılarını bugün olsa yine aynı şekilde yapabilecek olan, duygusal ama olabildiğince rasyonel, manipülatif ama olabildiğince içten, çok derin bir geçmiş hikâyesi olan, muazzam bir karakterdir. The Veilguard’da kısılı kaldığı yerden bize danışmanlık sağlıyor ve danışmanlığın ötesine geçtiği yerler de oluyor ve hepsi de oyunun en parlayan dakikalarından oluyor. Solas’ın karakterine ihanet edilmemiş ve yazım kalitesi de Solas söz konusu olduğunda tavan yapmış. Özgürlükten, gururdan, ihanetten, hizmet ettiklerinden, yanlış yaptıklarından ne anladığı, ne anlaması gerektiği, bu konularda ne yapması gerektiği... BioWare’in en azından Solas’ı anlamış olması ve hakkını vermiş olması cidden sevindirdi.
Sadece Solas hakkında değil, genel Dragon Age evreni hakkında da oyunda bayağı bir lore içeriği var bu arada. Bu evrenle ilgiliyseniz birçok şeyin kökeniyle ilgili bol bol “Vay be!” anı yaşıyorsunuz. O damarı da okşamayı başarıyor The Veilguard.
Bir de yine eleştirilerin hedefi olan şu non-binary kardeşimize de değinmeden geçmek doğru olmaz bence. Evet oyunda kadın da erkek de olmadığına kanaat getiren bir ekip üyemiz var. Şöyle söyleyeyim: Ben şahsen cinsiyetin biyolojik olduğuna ve iki tane olduğuna, “erkek/kadın değilim” demenin “erkek/kadın şöyle şöyledir” şeklinde bir tanımlamadan çıktığına ve erkeği/kadını fazla çerçeve içine soktuğuna inanan, eski kafa bir insanım. AMA! Diğer yandan benden farklı düşünen bir yapıtı direkt gömmeyen, her türlü fikrin güzel ifade edilebileceğine inanan, açık fikirli olmaya çalışan da bir insanım. Ve bu karakterin bu non-binary muhabbetlerinin... aslında fena işlenmediğini düşünüyorum. Dümdüz anlatılmamış, belli bir süreçten geçiyor, az çok incelikli bir anlatım söz konusu. (Bu arada internetlerde iddia edildiği gibi “Merhaba ben non-binary’yim” diye açılış yapmıyor karakter. Tam aksine kendi kendine de bir fark etme süreci var. Onu da ben not düşmüş olayım -Can) Ayrıca karakterin odak noktası da bu değil, annesiyle ilişkileri, kültürler arasında kalmışlığı, doğuştan gelen farklılıkları falan derken kendince komplike bir karakter sayılır ve bu cinsiyet mevzuları da hikâyesinin bir parçası sadece. Kör göze parmak değil o kadar da yani. Kısacası benim bu karakterin bu hikâyesiyle, bana anlamsız gelen bir görüşte de olsa, bir sorunum yok. Ama neyle sorunum var, biliyor musunuz? Bu hikâyenin bu oyunda olmasıyla. Atıyorum bire bir aynı muhabbeti modern kurgu bir oyunda görsem gerçekten sesim çıkmazdı ama kozmopolit New York’un ortasında geçen bir oyun değil bu. Bu bir orta çağ fantezisi ve modern politikaları Dragon Age’de görmek hakikaten yüzümü ekşitti. Seride daha önce de bir dünya gay/lezbiyen karakter olmuştur ve şu bence çok güzel bir detay ki; oyunlarda gay/lezbiyen kelimeleri bile geçmez, bunlar o dünyada o derece olağandır yani. The Veilguard ise çok alakasız hissettiren bir u dönüşü yapmış.
Muşmula
Oyunun hikâyesinden ve diyaloglarından pek tat alamamış olmamın 2 sebebi var demiştim. İkinci fail teknik taraf: Karakter tasarımları ve yüz animasyonları.
Benim bir oyuna “Neden böyle bir tasarım tercih etmişler?” şeklinde yaklaştığım neredeyse hiç olmaz. “Tercih meselesidir, oyunu olduğu şekliyle değerlendirmek lazım” der geçerim. Ancak The Veilguard’da bu tasarım tercihleri ciddi bir sorun yaratıyor. Karakter tasarımları gerçekçiyle Pixar animasyonu arasında bir yerde. Gerçekçi olsaydı ne âlâydı, tamamen Pixar olsaydı da “Keşke böyle olmasaydı” derdim ama “İyi madem ne yapalım” der yoluma bakardım. Ama tam ikisinin arasında olması tekinsiz vadi (uncanny valley) dediğimiz etkiyi yoğun bir şekilde hissettiriyor. Karakterlerin tenlerinin plastikliği ve kafalarının normal oranlardan çok daha büyük olması insan doğasından gelen bir rahatsız edicilik yaratıyor.
Bunun üzerine animasyonlardaki yanlış hissettiren şeyleri de ekleyin. Dudaklarının sanki ağır çekimdeymiş gibi hareket etmesi, yüzlerinin alt kısımlarında olan bitenin yüzlerinin üst kısımlarına neredeyse hiç yansımaması ve sürekli aynı bakışlarla bakmaları gibi. Hani örnek olarak dudak animasyonları animelerdeki gibi sadece açılıp kapansaydı bu kadar rahatsız etmezdi ama bu arada derede kalmışlık gerçekten de karakterlerin söylediklerine odaklanmayı zorlaştıracak derecede irrite edici.
Bir de arkadaş, herkes o kadar güler yüzlü ki... Demin dediğim nezaketten kırılma mevzusunu demiyorum. Direkt fiziksel olarak herkes sürekli olarak gülümsüyor. Normal boş durma tipleri gülümser şekilde yani. “Annemi öldürdüler, fraksiyonumu dağıttılar, şehrimi yıktılar”... Yüzünde bir gülümseme. “Yerde yatıyorum, yaralıyım, ekip arkadaşlarımı kaçırdılar”... Yüzünde bir gülümseme. Gülümsemekten, diş görmekten tiksindim ulan!
Ya sanki “Bunu çoluk çocuk oynayacak, insanları süper nazik güler yüzlü yapalım da kötü örnek almasınlar” şeklinde didaktik bir kafayla yapmışlar oyunu. Dragon Age: Origins’te gidip kafesteki köleyi bıçaklayıp öldürebildiğimizi hatırlıyorum da...
Hadi teknik açıdan pozitif bir şeyler söyleyerek kapatayım bu konuyu. Mekân tasarımıdır, zırh ve silah tasarımıdır, oyun o konularda gerçekten başarılı. Hoş mekân tasarımı da biraz tartışmalı bir konu aslında. Çoğu modern RYO’da, örneğin Inquisition’da alıştığımız gibi açık dünya bir yapı yok. Daha eski BioWare oyunları modunda, açıklıkların ve koridorların birbirine bağlandığı, sağı solu irili ufaklı dövüşlerle ve bulmacalarla ulaşılabilecek hazinelerle dolu bir mantıkla tasarlanmışlar. Görsel olarak çok güzeller, ona kimse bir şey diyemez zaten de bu mekân tasarım mantığı herkese göre değil, orası kesin. Ha ben sevdim mi? İnsanı çok yormadan zorlayan, o hafif zorlanmayı da hafif hafif ödüllendiren bir yapısı var ve evet, buralarda bulunmayı, keşifler yapmayı sevdim şahsen. Bu nispeten kompakt yapı sayesinde de oyun 60-70 saat gibi makul bir sürede bitiyor, o şekilde çok baymadan sona ermesini de sevdim.
Birlikte ama yalnız
Savaş sistemi konusunda diyebileceğim en özet şey... “Eh işte” olur. Birbirinden tamamen farklı savaşçı-büyücü-rogue sınıfları arasından seçim yapıyoruz, bunların da birbirinden bayağı bir ayrışan 3 alt sınıfı var ve yetenek puanlarını istediğimiz zaman sıfırlayıp yeniden dağıtabiliyoruz. Yani bu açıdan bakarsak güzel bir çeşitlilik var gibi görünüyor ama pratikte öyle olmuyor. Bir alt sınıf seçtikten, ona göre giyim kuşamımı ayarladıktan, yancılarımın giyim kuşamını ve yeteneklerini de ona göre ayarladıktan sonra aman sıfırlayayım, hepsini baştan ayarlayayım da çeşitlilik olsun demiyor pek insan. Dolayısıyla oyunun başından itibaren çok da değişmeyen şeyler yapıyorsunuz. Ve insan keşke Inquisition’daki gibi ekip üyelerini de kontrol edebilseydik de bir şeyi oynamaktan sıkılınca diğerine geçiş yapabilseydik diye hayıflanmadan edemiyor.
Ama en azından savaş sistemi abartı ölçüde olmasa da yeterince alengirli. Örneğin savaşçı olarak oynarken nerede kaçınacağım, nerede saldıracağım, nerede bloklayacağım, kalkanı bariyerli düşmana fırlatayım, sonra zırhlı düşmana şöyle vurayım, gruptaki a kişisi şu hareketi yapsın, b kişisiyle şöyle bir kombinasyon yapayım da ekstra hasar vereyim diye diye bayağı bir hareketli parça var. Yani savaşlar her ne kadar tekdüzeleşse de çok da keyifsizleşmeyen bir şekilde tekdüzeleşiyor. Keşke düşman çeşitliliği ve düşmanların saldırı çeşitliliği de biraz fazla olsaymış ama. Tekdüzeleşme işini çok daha makul seviyeye çekerdi.
Bu arada bunları diyorum ama savaşlar oyunun başlarında kısa sürede baydı beni, bir süre sonra zorluğu artırınca bir şeye benzedi, yoksa sıkıcı derecede kolay oyun. Oynayacaksanız üst zorluk tavsiye ederim kesinlikle. Ha bir süre sonra o zorluk seviyesinde bile çok kolaylaştı, o zaman yine biraz baymaya başladı ama o da bütün yan görevleri falan yapmanın kaçınılmaz sonucu bu tip oyunlarda, yapacak bir şey yok.
Noktanın hası
Şimdiiii........ Buraya kadar anlattıklarımdan oyuna karşı pek de pozitif olmadığımı fark etmişsinizdir. Oyunun sonlarına yaklaşırken kafamda bu yazı için şöyle bir kapanış vardı: Ortalama bir oyun ve bu oyunun günahı da tam olarak bu. Önceki oyunlarda çıtayı bu kadar yükselttikten, hikâyede bu kadar beklenti yarattıktan ve bu kadar yıl beklettikten sonra bu oyun ortalama olmamalıydı. Bu oyun yıkıp geçmeliydi. Ve bu yüzden de bu ortalama oyuna karşı hislerim hiç ortalama değil. Bu oyuna karşı hissettiğim şey yoğun, çok yoğun bir hayal kırıklığı.
Amaaaaa....... Ama arkadaşlar.... Ama... Oyunun sonları... Türkçe dilbilgisi kitaplarından özenle çıkarıp aldığım şu sözcüklerle ifade etmeye çalışayım: Çüş oha holi şit fak yuh öh!!! Her parçası ayrı epik savaşlar, kahramanlıklar, fedakârlıklar, diken diken olan tüyler, dolan gözler... Oyunun son birkaç saati hayatımda gördüğüm en muhteşem oyun sonları arasına kesinlikle girer. Bütün BioWare oyunları içindeki en muhteşem son bile diyebilirim. Evet, bunun ne kadar büyük bir övgü olduğunun farkındayım, Mass Effect 2 gibi bir gerçek var sonuçta ama The Veilguard’ın son birkaç saati her açıdan en az o kadar inanılmaz.
Özellikle Solas meselesinin sonlanışı mahvetti beni. Böyle kompleks bir karakterin hikâyesini böyle “Evet, oldu, olmuş” seviyesinde bağlayabilmek... Oyunun geri kalan %90’ını yapan insanlar yapmış olamaz bu sonları.
Nihayetinde oyunun başından kalktığımda damağımda kalan tat... güzeldi. O kadar öfleyip püflemiştim ama “Bir daha bile oynanır aslında” moduna girdim. “O kadar mı güzeldi? O kadar mı oyunun geri kalan %90’ının tatsız tuzsuzluğunu unutturacak kadar iyiydi sonlar?” diye soruyorsanız, cevabım: Evet. Evet, o kadar güzeldi.
Seni hizmetimden azat ediyorum
Duygusal bir zigzagdı The Veilguard benim için. Var olması pozitif hissettirdi, duyuru fragmanı negatife düşürdü, dünyasının güzelliği pozitife çıkardı, karakterlerin sığlığı negatife düşürdü, karakterlerin görev serileri pozitife çıkardı, düşman çeşitsizliği negatife düşürdü, Solas mevzuları pozitife çıkardı, herkesin sırıtkanlığı ve nezaketi negatife indirdi derken oyunun sonları o zigzagın ucunu alıp uçuşa geçirdi. Ve dediğim gibi, Dragon Age’leri çok seven biri olarak evet, hayal kırıklığı doluydum, hâlâ doluyum ama oyunun başından da pozitif duygularla kalktım. Bu dünyayla bir bağınız varsa her şeye rağmen tavsiye ederim.
Başlıklar
Yıllardır beklediğimiz o inanılmaz Dragon Age oyunu mu? Hayır. İyi bir oyun mu? Tartışılır. Ama birkaç hayati noktada o kadar doğru şeyler yapıyor ki sırf o anlarla bile kalbimi kazanmayı başardı.
- Son saatleri inanılmaz
- Solas’ın hakkını vermiş
- Karakterlerin kahramanlık görevleri başarılı
- Dünyası her zamanki gibi çok çekici
- Üst zorlukta savaş sistemi keyifli
- Yancılarımız da dâhil bütün karakterler çok düz, aşırı nazik
- Karakter tasarımları ve animasyonları rahatsız edici derecede kötü
- Düşman çeşitliliği yetersiz
- RPG olmaktan çıkmış bir aksiyon oyunu, her görevde hher olayda, arkadaşlık sizi kurtaracak oleeey hadi teletubbies zamanı modunda ilerleyen bir senaryo, tek düze yancı görevleri, git onunla konuiş sonra aynı haritaya tekrar dön vs vs, Archdemon savaşları şaka gibi, önce 1 kafayla savaşıyorsun, sonra 2 ve sonra tahmin edin? evet 3 kafayla o kadar sıkıcı ki zaten youtube ta videoları falan görürsünüz, güzel olanm tek şey çevre grafikleri, WOKE kültüründe boğulmuş, güzelim fantezi dünyasını MODERNleştirme adı altında sıradan 1 kere bitirince bir daha hatırlamayacğaınız, BIOWARE in tabutuna çiviyi çakan oyundur kendisi. (satışlar aşırı düşük olduğu için EA reis memnun kalmamış) (ve ne yazıktır MASS EFFECT yapım aşamasında, bunun gibi yapmazlar umarım.)