Wolfenstein: Youngblood - İnceleme
Bir Nazi avlama dönemi olarak seksenler
Machine Games elinde yeniden hayat bulan ve senaryosuyla, prodüksiyon kalitesiyle zamanın gereklerine uymaya başlayan Wolfenstein serisi ikinci ana oyunu The New Colossus ile bir anomali haline gelmişti benim için. İlk oyunu ayıla bayıla oynadıktan sonra herhangi bir büyük kusurunu bulamadığım ikinci oyunu bitirmem aylarımı almıştı, oyunun içine bir türlü “gömülememiştim.” Yapıma harcanan emeğe hayran kaldığım halde maksimum bir saat kadar oynayıp çıkıyordum oyundan, sonra bir süre canım çekmiyordu. Bu kadar sene oyun eleştirisi okumuş ve yazmış birisi için, bir oyundan neden keyif alamadığını anlayamamak, anlatamamak problemli bir durum. Yanında yetersizlik hissi getiriyor bir yerde. Wolfenstein Youngblood’ın çıkışı, bu konuda taşların biraz yerine oturmasını sağladığından serimizin bu taze yan hikâyesine olumlu bir gözle bakıyorum.
Öncelikle Youngblood ile alakalı en bilinmesi gereken şeyleri sıralayalım. Wolfenstein serisindeki bir yan hikâye olan ve üçüncü oyunun hazırlığını yapan Youngblood, Machine Games ve Arkane Studios ortaklığında yapılmış bir oyun ve bu bağlamda ufaktan ufaktan yeni şeyler deniyor. Ayrıca oyun, Terror Billy adıyla da andığımız B.J. Blazkowicz’in kızlarını(Zofia ve Jessie) ilk defa gördüğümüz ve kendileriyle oynama şerefine eriştiğimiz bir co-op tecrübesi. Son olarak da, oyuna The New Colossus gibi hikâyesiyle değil, oynanışıyla ağır basan bir yapım gözüyle bakmak gerektiğini belirteceğim çünkü oyuna nasıl baktığınız onu beğenip beğenmemenizde epey rol oynayacak.
Dehşetli Ailenin, Dehşet Kızları
Hikâyeden bahsedecek olursak, Youngblood The New Colossus’tan 19 sene sonrasında, 1980 senesinde geçiyor. B.J. Blazkowicz’in belalı kızları Soph ve Jes, anacıklarının “yapmayın etmeyin, daha küçüksünüz” uyarılarına rağmen kankaları Abby’yi yanlarına alıp(ki önceki oyunda anası Grace’in emzirmesine şahit olduğumuz bebecik olur kendisi) çıktığı bir görevde sesi soluğu kesilen babalarını bulmaya Nazi istilası altındaki Paris’e geliyorlar. Bu noktada oyunun ana görevi bize veriliyor; Paris’i demir yumruk altında tutan üç karargâhı basıp ortalığı kan gölüne çevirerek peder B.J.’in izini bulmak.
Hikâye aslında temelinde bu kadar, The New Colossus’un aksine oyun süresinin büyük bir kısmını harcayacağınız o üç karargâhın üçünü de temizleme sürecinde pek ara sahne görmüyor, hikâye ile ilgili detayları telsiz yoluyla öğreniyorsunuz. Oyun yükleme süreleri haricinde pek az duraklıyor, silahlarınız da aynı şekilde pek az susuyor. O arada zaten o telsiz konuşmalarınız dinleyin dinleyebilirseniz. Oyunun hikâye anlamında pek başarılı olduğunu söylemek mümkün değil bu yüzden, en sonlara doğru ciddi bir hareketlenme oluyor ancak bunlar bir sonraki ana oyunun ipuçlarını vermek dışında bu oyun için çok da bir şey başarmıyor. İkizler arasında neye göre aktifleştiklerini pek de çözemediğim, garip garip kesilen ve tekrar başlayan, arkaplan hikâyesini anlatma ve karakterlerimizi bize sevdirme görevli bir takım diyaloglar var ama çatışmanın gürültüsünde üstlerine düşen görevleri pek de beceremediklerini söylemeliyim.
Senaryo, oynanışı yer yer bile olsa bastırıp kendini başarılı bir şekilde gösteremiyor, bunu yapmasına değecek bir ete buda da sahip değil zaten. İkizler iyi kurgulanmış karakterler mi anlayamıyorsunuz çünkü oyunun yapısı buna pek müsaade etmiyor. Otomatik diyalogları sallayıp daha fazla ara sahne koysalarmış, mevzu olması gerektiği şekilde renklenebilirmiş ama yok.
Nazilere Kafadan Dalmak Artık Eski Moda
Bu sebepten ve bir yerde de bunun sebebi olarak, Youngblood’ın “oynanış döngüsü” The New Colossus’a kıyasla çok daha göz önünde. Öncelikle artık hem düşmanlarımızın hem karakterlerimizin, hem de silahlarımızın seviyeleri var ve bu yüzden milleti öyle pıt pıt kafadan alamıyoruz kolay kolay. Seviye atladıkça miktarı sabit bir kalıcı hasar bonusu kazanıyoruz, düşmanlarımız da bizimle birlikte seviye atlıyor. Bizden yüksek seviyeli düşmanlar başlarda bol ancak düşük seviyeli olanları pek yok. Oyundaki haritaların hemen hemen hepsi baştan açık olduğu halde hepsine kafadan dalamamamızı sağlayan durum da bu. Yani aslında gerçekten fark yaratan, RYO derinliğinde bir seviye sistemi olduğu söylenemez.
Silahlarımızın kendi seviyeleri ve bizim seviyemiz ile beraber kazandıkları hasar bonusları da çok hissedilebilir etkilere sahip değil, balistik hasar cephesinde cidden geliştiğinizi hissetmek için silah eklentilerine abanmanız gerekiyor(ki Youngblood’daki silah eklentileri bariz bir şekilde daha anlamlı ve çeşitli). Hakeza karakterlerimizin becerileri de aynı şekilde taktiksel bir derinlik katan şeyler değil pek. Hepsinin sonu daha fazla sağlık, cephane kapasitesi ve hasara, etraftaki ıvır zıvırı daha rahat toplayabilmeye çıkıyor. Beceri demişken, isteyen yine The New Order ve The New Colossus’ta olduğu gibi gizlilik kasabilsin, oyuncular bunu iki kişi yaparken daha rahat davranabilsin diye görünmezlik becerisi eklemişler oyuna ki bu pek keyifli. Ancak bu durum biraz da bölümlerin kendilerinin kötü olmasalar bile pek gizlenmeye uygun tasarlanmadığı gerçeğinin üzerini örtmeye çabalıyor aslında. Bu arada, The New Colossus’ta gelen, koşarak millete omuz atma ve havadan yere gümleme becerileri burada da mevcut ancak kendi adıma kullanımlarını pek de rahat veya faydalı bulmadım.
Taş ve Kağıt, Makas Yok
Çatışmalarda sevdiğim bir ufak yenilik var, o da düşman sağlık barlarının, kendilerine daha fazla etki gösteren silahlar ile birlikte ikiye ayrılmış olması. Tek başına bile kulağa fena gelmeyen bu yenilik, oyunun esas olarak eşli oynanacak şekilde tasarlanmış bir yapım olduğunu düşündüğünüzde daha bir güzelleşiyor. Oyunu baştan sona beraber oynayacaksanız, arkadaşınızla düşman tiplerini paylaşabilirsiniz yani. Biriniz çentikli sağlık barına sahip düşmanları indirmek adına pompalı tüfek ve makineli tabanca geliştirirken diğeriniz tüfekle düz tabanca takılır, sağlık barı küplerden oluşanları ayıklar mesela. Buna göre her seferinde gerçek zamanlı taktik kasmadan, birbirinizi gazlaya gazlaya kalabalıkları daha etkili bir şekilde indirebilirsiniz. Çok basit bir taş-kâğıt-makas mantığı ancak “çılgın Nazi teknolojisi” Joker kartı kullanılıp gelecek oyunlarda becerilerle etkileşimli bir şekilde çeşitlendirilirse muhteşem olacaktır diye düşünüyorum. The New Colossus ile problemimin bu tarz şeylerin yokluğu olduğuna karar verdim çünkü. Oynanış çok tok ama fazla düzdü.
Oyunun baştan sonra Co-Op olarak tasarlanmış olmasının bunun dışında da getirileri olduğunu söylemek isterdim ama pek yok. Tek kişilik yapsalar da olurmuş esasında. Neyse ki sistem pürüzsüz, istediğiniz gibi arkadaşınızı davet edebiliyorsunuz, olur da bağlantısı koparsa yapay zekâ ile yolunuza devam edebiliyorsunuz. Bu noktada oyunun en büyük kusuru, yapay zekâ partnerimizin bazen dibinizde olmasına rağmen düştüğünüzde sizi kaldırmamakta ısrar etmesi. Oyunun partnerinizin sizi kaldıramaması durumunda maksimum 3 tane biriktirebileceğiniz haklardan bir tanesini kaybettiğiniz gayet cömert tekrar doğma sistemi var. Ancak hepsi bittiğinde oyun kalkıp sizi 15-20 dakika geriye atabiliyor. Bir keresinde ortalığı tamamen temizleyip bölüm sonu kodamanını indirdikten sonra yere indim. Jess’in ayağının dibinde çırpınan şahsımı görmezden gelmesiyle öldüm ve bütün mekânı baştan temizlemek zorunda kaldım.
Mekânlara gelmişken, The New Colossus’un görünürde güzel ama esasen fazla düz bölüm tasarımlarına kıyasladığınızda, Arkane Studios desteğiyle pek bir renklenmiş çevreler görüyoruz Youngblood’da. Yarım oyun ebadına rağmen görsel anlamda bu yeni seride gördüğümüz en çeşitli yapım elimizdeki. Renk kullanımı çok daha başarılı ve çeşitli, çevreler çok daha detaylı, bölümler daha geniş, daha açık uçlu. Haritalarda girilebilecek bolca girinti, kuyuntu var. Bunların üzerine grafikler ve performans da on numara olunca, oyun kendini sevdirmek adına önemli bir faktörü aradan çıkarmış oluyor.
Lafımı toparlayacak olursam, Youngblood’ın oynanış cephesinde The New Colossus’tan objektif bir şekilde daha iyi veya daha kötü olduğunu söyleyemiyorum, farklı diyebiliyorum ancak. Sonraki oyunda burada girilen yoldan devam edilirse çok daha iyi bir oynanışla karşılaşabileceğimizi düşündüğüm için denenen şeyleri anlamlı buldum ama Younbglood’ın kendi başına bir gelişmişliği yok. Hikâye için bile olsa dur durak bilmeyen, yan görevleriyle beraber 15-16 saat civarı sürede bir oynanış sunuyor. Eğer Deluxe sürümü aldıysanız, Buddypass sistemi ile oyunun ücretsiz deneme sürümünü indirmiş bir arkadaşınızı sizinle beraber isterse baştan sona oynamaya davet edebiliyorsunuz. Oyunun fiyatını ve bu fiyatta sunduğu içeriği düşününce fena bir paket olmadığını itiraf etmek gerek. Yaz boşluğunda kafa dağıtmalık bir şeyler arıyorsanız alabilirsiniz. Öte yandan oyunu sevebilmek için The New Colossus’un sunduğu ayarda bir senaryo ve anlatıma ihtiyaç duyacaksanız, Youngblood’ı pas geçmeniz daha hayırlı olacaktır.
Başlıklar
Yaz boşluğunda kafa dağıtmalık bir şeyler arıyorsanız alabilirsiniz, ama The New Colossus ayarında bir senaryo ve anlatım arıyorsanız Youngblood’ı pas geçmeniz daha hayırlı olacaktır.
- Form değiştiren ama tokluğunu kaybetmeyen mekanikler
- Keşfetmesi daha keyifli bölümler
- Harika görselliğe rağmen yüksek performans
- Fiyata oranla uygun paket içeriği
- Kendi başına çiçek açamayan senaryo
- İkizleri hakkıyla tanıyamamak
- Sinir bozucu kayıt sistemi
rpg shooterlardan nefret ediyorum...