The Medium’u uzun zamandır takip ediyordum. Yapımcı Bloober’in hayranı olduğum, önceki oyunlarını çok beğendiğim için değil; bana yıllardır özlemini çektiğim, en kötüsünü bile bayılarak oynadığım Silent Hill oyunlarını andırdığı için.
Beklentimi çok yüksekte tutmadığım için The Medium bana bu oyunsuz günlerde aradığımı verdi: çok kafa patlatmadan rahatlıkla oynanabilecek, ani ses ve görüntülerle beni yerimden sıçratabilecek, “bitse de gitsek” dedirtmeyecek, Silent Hill renk paletli bir korku macera oyunu.
The Medium, Marienne adlı karakterin hikayesini anlatıyor. Anlattığı hikaye hayatın acı ve çirkin taraflarına ve o acı hatıraların yaratabileceği travmalara dokunduğu için korku hissi dışındaki duygularınızı da tetiklemeyi başarıyor. Sırf 1-2 kere koltuğunuzdan zıplayarak keyifle başında vakit geçirmek istediğiniz oyunun hikayesiyle de sizi sarıp sarmaladığını hissedebiliyorsunuz.
Marienne çocukluğundan beri kimilerince hediye kimilerince lanet olarak tanımlanabilecek bir yeteneğe sahip. Gerçekliğin diğer bir yüzünü görmek diyebileceğimiz bu yetenek oyuna da adını veriyor. Dokunduğu objeler kendi hikayelerini anlatıyorlar Marienne’e. Geçmişte olanları görmek, o anları yeniden yaşamak için çaba sarf etmiyor karakterimiz. Aksine en olmadık anlarda kimsenin görmek istemeyeceği görüntülere maruz kalıyor ve bununla yaşamayı öğreniyor. Babası gibi gördüğü Jack’i son yolculuğuna uğurlamak için güne başladığını sanarken, aldığı gizemli bir telefonla kendisiyle ilgili gerçekleri öğrenmek için Niwa dinlenme merkezinin yoluna düşmüş buluyor kendisini.
The Medium’un en önemli cazibe noktası çifte gerçeklik modu. Bir anda başınıza bir ağrı saplanıyor ve kendinizi cehennem vari, her köşesi Marienne’in varlığını tehdit eden, gölgelerinden itinayla kaçtığınız bir dünyada buluveriyorsunuz kendinizi. İş böyle kalsa direkt “Silent Hill” benzetmesi yapar geçeriz. Ama oyun bu konsepti bir adım ileri taşıyor ve Marienne’i her iki dünyada aynı anda kontrol etmenize izin veriyor. İşte Bloober’in “Bu oyun yeni nesil teknolojiler hayatımıza girene kadar yapılamazdı” deme sebebi de bu. Bilgisayarınız, konsolonuz 2 oyun birden yansıtıyor ekrana. Bazen dikey bazen yatay bölünen ekranınızda Marienne’i birbirinin aynısı ama tamamen farklı olarak iki dünyada gezmeye başlıyor. Bazı bulmacalar gerçek dünyada bazıları cehennemi yansımada çözülüyor ama bu o kadar akıcı yapılıyor ki ilk 2 saatin sonunda bu dünyalarda aynı anda gezmek ya da astral yolculuğa çıkmak sizin için bir refleks haline geliyor.
Keşke daha fazla olsaydı dediğim bu çifte gerçeklik modu oyunun 8 saatlik oynanış süresinin 3’te 1’lik bölümünde mevcut. Geri kalan kısmın da dağılımı neredeyse eşit gibi gerçek ve yansıma dünya arasında. Oyun son derece lineer ilerlediği ve dünyalar arası geçiş için öyle kafanıza göre takılamadığınızdan ne zaman hangi dünyaya geçmeniz gerektiğini kestirmeniz hiç zor olmuyor. Oyun da zaten elinizden epey bir tutuyor açıkçası. Ekrandaki yardım notları uzun bir süre size yol gösteriyor. Ayrıca muhtemelen insan derisinden dikilmiş kapıları kesip açmak için yine (muhtemelen) insan kemiklerinden yapılmış bir usturaya ihtiyacınız olduğunu anlamak için çok da süper zeka olmanıza gerek yok. Oyunda ilerlemek için, tabiri caizse “bir sonraki yere” geçmek için bir dizi bulmaca çözmeniz gerekiyor. Oyunda dövüş yok, savaş yok, çatışma yok. The Medium bu açıdan bakıldığında “deneyim”e odaklanmış bir oyun. Sizi zorlamaya çalışmıyor. Bir bulmacayı çözmek için saatlerinizi harcamanızı istemiyor. O ana odaklanmanızı, kulaklık ve titreşimli gamepad tavsiyesi sayesinde her bir tıkırtıda, nefes alış verişinde ya da anlamsız mırıldanmaları duyduğunuzda tüylerinizin diken diken olmasını istiyor.
E tabii eğer mırıltılar hırıltılar sizi kesmiyorsa sağlam bir de “kötü adam”ı var oyunun: The Maw. Tam bir kötü karakter. Korku filmi adamı nasıl olur derseniz The Maw gibi olur der geçeriz. Bu karakter de tipik bir Silent Hill kötü adamı. 3 tane daha Medium oyunu çıksa bizim emektar Piramit kafa kötü adamı kadar meşhur olabilecek kalitede bir karakterden bahsediyorum. Çatışma konseptinden uzak duran bir korku oyununda, kaçmak dışında birşey yapamadığınız kötü karakterin ağırlığı, oyuncuda yarattığı etki oyunu vezir de rezil de edebilecek kritik bir nokta. Bloober bu anlamda turnayı gözünden vurmuş diyebiliriz. Sadece görüntüsü değil, hareketleri, tavırları ve özellikle konuşması o kadar sinir bozucu ki, The Maw’dan eline düşmemek sadece oyuna devam edebilmenin ötesinde bir mücadeleye dönüşüyor. Rahatsız edici bir hissi var ve bu histen mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyorsunuz. Ama bunu yaparken de biliyorsunuz ki her an her yerden çıkabilir, yine o derin sesiyle sizi tacize başlayabilir.
Oyunun başarılı olduğu bir diğer nokta da burada yatıyor. “Her an, her yerden” konsepti statik kameralarla desteklenmiş. Aman kamerayı çevireyim de kıyıya köşeye bakayım diyemiyorsunuz. Sinematik bir anlatımı var oyunun. Oyun size nereyi hangi açıyla göstermek isterse o alanla sınırlısınız. Tabii kaçış sekanslarında biraz sıkıntı yaşıyor ve boğazlanabiliyorsunuz ama yine de sabit kameranın yarattığı atmosfer arada sırada bir önceki kaydınızı yükleme çilesine değiyor.
Atmosfer yaratma kısmı doğru ancak bu tip bir kamera seçiminin nispeten küçük bir geliştirici olan Bloober tarafından oyun performansı dikkate alınarak da seçilmiş olduğunu düşünmemek elde değil. Ben oyunu hem 6800XT’li masa üstünde hem de RTX 2060’lı laptop’ta 2K çözünürlükte deneyimleme şansı buldum. “Next Gen” olsun diye oyuna serpiştirilmiş 3-5 Ray Trace efekti atmosfere çok birşey katmadığı gibi performansı da yarı yarıya düşürdü. RTX 2060’ı DLSS bile kurtaramadı; ilk jenerasyon RT desteğine sahip 6800XT’yse nefes nefese kaldı. Bir de oyun kamera açısını serbestçe değiştirmeye izin verseydi 10 kare oyun oynardık diye düşünüyorum. Firmanın PC gereklilik listesinde her bir çözünürlük için 30 kareyi hedeflemiş olmasından huylanmıştım zaten. Kısacası RT anlamında oyun Control gibi değil de Tomb Raider gibi. O yüzden RT uğruna performanstan taviz vermenizi pek tavsiye etmem. Grafiklerden “next gen” tadı almamış olsak da oyunun ses mühendisliği AAA firmalara taş çıkartacak cinsten. Korku oyunlarının olmazsa olmazı bıçak sırtı hissiyatı yaratan ses efektleri ve muhteşem ötesi seslendirme Bloober’dan beklenmeyecek seviyede.
Takip edenler bilir. The Medium Steam’de ilk listelendiğinde fiyatı çok ucuzdu. Sonra yine bir fiyat düzeltmesi geldi ve oyun birden bire 200 TL seviyesine fırladı. Her ne kadar Medium’u her korku oyunu severe tavsiye edecek olsam da oyunu GamePass sayesinde son derece ucuza tecrübe etmeniz daha iyi olur diye düşünüyorum. Tekrar oynamak için hiçbir gerekçe sunmayan, 8 saat gibi kısa sayılabilecek bir deneyim için GamePass yolunu seçmek sizi çok daha mutlu bir oyuncu yapar.
Başlarda da belirttiğim hikaye kurgusu, işlediği konular sizde farklı duygular uyandırsa da 8 saatin sonunda The Medium’u sabit diskinizden kaldırırken enerjinizi düşük hissetmiyorsunuz. Keyifli bir oyun deneyimi yaşadığınızı, o ani sıçramaların damarlarınıza pompaladığı adrenalini hatırlayarak “iyi ki oynamışım” diyorsunuz. Eğer beklentileriniz arşa varmadıysa ya da haftasonunuzu sakin, mücadeleden uzak bir oyun deneyimi için ayırdıysanız The Medium’u mutlaka oynayın derim. Korku filmlerinden, oyunlarından tırsan insanlar için direkt kabus malzamesi olan The Maw için bile oynanır bu oyun. Deneyin, pişman olacağınızı sanmam.
Başlıklar
Bloober Team şimdiye kadarki en iddialı projesinin altından alnının akıyla kalkmayı başarmış
- Çifte gerçeklik modu son derece yaratıcı
- Oldukça tedirgin edici bir atmosfere sahip
- Karakterleri inandırıcı
- Oyun süresi cidden tam kıvamında
- Oynanışı gereğinden fazla çizgisel olmuş
- Optimizasyon problemlerini görmezden gelmek zor
- Zaman zaman yürüyüş simülasyonuna dönüşüyor