Hunt the Night - İnceleme

Bu av başka bir av

Lovecraft temalı oyunların sayısı artıyor artmasına ama farkındaysanız bunların çoğu da klişelerin dışına çıkmayı pek başaramıyor. Genellikle merkezlerine Cthulhu ve müritlerini koyuyor oyunlar, halbuki Lovecraft'ın Cthulhu mitosu içerisinde çok farklı isimler, çok farklı tanrılar, çok farklı mekanikler de mevcut. Bu söylediğime katılın veya katılmayın, ama bence Lovecraft'tan ilham alıp o tekinsizliği en iyi dışavuran oyun Bloodborne'dur.

Evet, Bloodborne içerisinde belki Cthulhu yok ama bir yandan kozmik korku sınırlarında dolaşırken bir yandan da kendi mitolojisini yaratan, bunu yaparken de ilham kaynağını asla saklamayan bir oyun kendisi. O yüzden Hunt the Night'ın da aynı şeyi yapmaya çalışmasına saygı duyduğumu söyleyerek başlayayım.

Hunt the Night'ta Bloodborne'un Hunter'larına benzeyen Stalker'lardan biri olan Vesper rolündeyiz ve Medhram (Yharnam değil) topraklarında görevimizi yerine getirmeye çalışıyoruz. İnsanlığın 9. Çağı'nda artık dünya gündüzleri insanların, geceleri ise bu canavarların olmuş. Gece olunca canavarların zamanı geliyor ve insanlar her gece katliama uğruyor. Kendilerine Stalker diyen bir grup geceleri canavarlarla savaşmaya başlıyor ama her gece de aralarından birçoğunu kaybediyorlar. Nihayetinde Seal of Night isminde bir tarihi eser buluyor insanlar; özel güçleri olan bu eşya sayesinde gece gündüz döngüsü duruyor ve bitmeyen bir gündüz başlıyor.

Elbette bunun bir karşılığı olmalı. Stalker'ların kanla ödediği bu karşılık sayesinde güneş asırlarca solmuyor ama nasıl her gecenin bir sabahı varsa, her aydınlığın da muhakkak bir karanlığı oluyor. Gece bir kez daha tüm ışıkları yutmaya, insanların üzerine kabus gibi çökmeye başlıyor. Bu durumu düzeltmeye çalışacak olan kişi ise biziz işte. Gördüğünüz gibi hikaye çok da orijinal değil ama oyunun altyapısı için yeterli seviyede.

Hunt the Night tamamen piksel grafiklere dayanan bir oyun ve bu grafiklerle de gerek canavarları gerek gotik mimariyi son derece başarılı biçimde ekranımıza taşıyor. Zaten oyunun görselleri de "Bloodborne'u pikselleştirseler buna benzer bir şey olurdu" diye düşündürmedi değil.

Oyun düz aksiyon, "gideyim, boss'u bulayım, öldüreyim, bir sonraki boss'u bulayım" şeklinde ilerlemiyor. Aksiyon-macera türünde olan oyun, bulmacalardan da bir hayli faydalanmış. Oyunu oynarken not tutmanızı gerektirecek seviyede bulmacalardan bahsediyorum, öyle "anahtar buldum, kapıyı açtım" şeklinde bulmacalardan değil. Mesela bazen bir şiirden faydalanarak heykellere hangi sırayla dokunacağınızı buluyor, bazen sizden önceki bir Stalker'ın bıraktığı ipuçlarını takip ederek yeni bir silah buluyorsunuz. Bu tür bulmacalar ve tuzaklarla dolu olan zindanlar keyifli ve farklı bir oynanış deneyimi yaşatıyor kesinlikle. Yani aslında bu oyunu çok rahatlıkla "piksel sosuna bulanmış, Bloodborne ile Zelda'yı aynı potada eritmiş bir aksiyon macera oyunu" diye tanımlamam mümkün. Ama böyle dedim diye oyunun yavaş tempolu, savaşı az olan bir oyun olduğunu da sanmayın sakın. Bulmacalar yardımcı, asıl odak ise savaşlarda. Bir çok yakın dövüş silahına ek olarak aynı Bloodborne benzeri bir de menzilli silaha sahipsiniz ve bu silahta sınırlı cephane (altı tane) var. Cephaneyi doldurmak için üç başarılı vuruş yapmanız lazım, yani üç kez vur, bir ateş et, üç kez vur, iki ateş et gibi bir döngü kuruyorsunuz. Oyunda Visceral Attack da olsa tam olacakmış :)

Bazı kısımları geçmek için mutlaka menzilli silahınızı kullanmanız lazım, ama diyelim ki etrafta da mermi dolduracak canavar yok. Oyun o zaman da size mermi pınarları sunuyor, bunların üzerinde durarak altı merminizi de doldurabiliyorsunuz. Güzel düşünülmüş bir özellik. Farklı silahlar arasından seçim yaparken de "tek mermiyle az zarar veren mi, yoksa çok mermiyle çok zarar veren mi" seçimini yapmanız gerekiyor, buna da genellikle karşılaştığınız boss'ların gücüne veya içinde bulunduğunuz ekranın zorluğuna göre karar veriyorsunuz.

Hunt the Night temelini soulslike türünden aldığı için kayıt noktaları da bonfire'lar gibi işliyor. Buralarda dinlendiğinizde sağlığınız ve iksirleriniz doluyor, ama aynı zamanda öldürdüğünüz düşmanlar da diriliyor. Yani elimizde bir kez daha "acaba düşmanları dirilttiğime değer mi, yoksa biraz daha devam edeyim mi?" diye sordurtan bir oyun var.

Oyunun bossları da bir soulsliketa görmeyi beklediğiniz türde saldırılara sahip, birden fazla fazı olan cinste bosslar. Yalnız oyunun zorluk dengesi gerçekten çok tuhaf ki sanırım asıl puanları da buradan kırmak gerekecek. Oyunun başlarında karşılaştığınız boss'lar bile bir hayli zor, zaten kısıtlı olan sağlığınız ve güçsüz vuruşlarınızla kendinizi gerçekten de denk değil gibi hissediyorsunuz. Tabii ki ısrar sonuç getiriyor, boss'un tüm saldırı tekniklerini öğreniyor, ne zaman kaçınacağınızı, vuruş yapmak için en uygun zamanın hangisi olduğunu anlıyorsunuz ama yine de oyunun zorluk eğrisinin daha düzgün olmasını beklerdim. Hele ki tek vuruşta ölmek kimsenin seveceği bir şey değil. (Önceki satırları yazdığım sırada oyunun yeni yaması yayınlanmamıştı, yayınlandıktan sonra gördüm ki güç dengelemeleri üzerinde bir hayli çalışmışlar. Boss'lar yine zor tabii ama oyunun ilk versiyonundaki kadar anlamsız bir zorluk eğrisi de yok. O yüzden incelemeyi yayınlamadan önce iyi ki güncelleme beklemişim diyorum.)

Hunt the Night'ın piksel grafiklere rağmen çevresel hikaye anlatımını iyi biçimde başardığını düşünüyorum. Girdiğiniz zindanlarda sizden önce öldürülmüş olan Stalker'ları görmek, orada neler yaşandığına dair fikirler veriyor mesela. Ya da bir boss savaşına girmeden daha önce o boss'u oyun dünyasında görmek de hoş. Mesela daha oyunun başlarında karşınıza çıkan ve hızlıca yem olacağınızı düşündüğünüz kurt ile bir süre sonra boss olarak kapışıyorsunuz. Bu tür detaylar atmosferi kesinlikle zenginleştiriyor.

Oyunun zorluğu kendisini zindanlarda da gösteriyor ve zindanların tasarımı aslında oyunun sizden istediği "vur, kaç, ateş et, yaklaş, vur, kaç" döngüsünün başarısız olmasına da yol açıyor. Oyunun dış dünyasında yeterince açık alan olduğu için bunu yapmak kolay ama zindanlarda bir yandan tuzaklar, bir yandan size uzaktan saldıran düşmanlar olunca dash hareketi de kısıtlı miktarda işe yaramaya başlıyor. Dash hareketinin sağladığı "yenilmezlik çerçevesi"ni de yetersiz bulduğumu söylemeliyim. Mermi cehennemi sevenler belki bu tür durumlara pek aldırmazlar ama ben bu oyuna yakıştıramadım ve bazen de öfkeyle Alt+F4 yaptığım oldu, yalan yok. Sağdan ve soldan üzerinize menzilli saldırı yollayan düşmanlardan kaçmaya çalışırken kendinizi ölümcül miasma havuzuna düşmüş bulunca insan haliyle kendisine pek hakim olamayabiliyor :)

Savaş kısmındaki sıkıntıları ve zorluktaki ani sıçramaları bir kenara bıraktığımdaysa oyunun geliştiricisi Moonlight Games'in atmosfer ve dünya yaratımı konusunda oldukça başarılı bir iş çıkardığını ve geleneksel soulslike dinamiklerini kuşbakışı perspektife güzelce taşıdığını söyleyebilirim. Bloodborne'dan besleniyor olması da bir Bloodborne hayranı olarak oyunu sevmemdeki bir başka etmen oldu. Eğer siz de arada bir öfke nöbetleri geçirmekten çekinmeyenlerdenseniz, acı katmanlarını sıyırdığınızda alttan çıkan o tatlı oyunu bir hayli beğeneceksiniz.

SON KARAR

PC'de Bloodborne'umuz yok ama onun Zelda'yla yoğrulmuş ve piksellenmiş hali olan Hunt the Night'ımız var. Ani zorluk sıçramalarıyla dolu mevcut haliyle bile zorluğu ve mücadeleyi çok sevenleri mutlu edecek bir oyun.

Hunt the Night
Çok İyi
8.0
Artılar
  • Piksel sanatını çok iyi kullanmış
  • Yarattığı dünya ilgi çekici ve merak uyandırıcı
  • Işık kullanımı bir hayli başarılı
  • Boss tasarımları ve saldırı düzenleri iyi düşünülmüş
Eksiler
  • Haritanın eksikliği hissediliyor
  • Zorluk eğrisi daha iyi olabilirdi
  • Dash hareketinin sağladığı yenilmezlik çok efektif değil
YORUMLAR
Parolamı Unuttum