Sizce en iyisi hangisi?
Devamını okuUbisoft’un başı bu ara sızıntılarla belada. Önce Valhalla’ya ait oynanış videoları sızdı, sonra Watch Dogs: Legion’a ait görseller… Derken ben bu yazıyı yazarken Far Cry 6’nın kapak görseli ortaya düştü. Bu konuda türlü türlü teoriler üretildi, hatta Ubisoft’un içeriden “bilerek” nabız ölçmek adına kendi sızdırdığı iddia edildi ama alınan önlemler ve arka planda dönen mevzular düşünülünce ne olup bittiği barizdi aslında: Birileri yine ambargo yasaklarını hiçe sayıp kolay internet puanı kazanmaya çalışmıştı. Peki ben bunları nereden biliyorum? Söz konusu Valhalla videoları birer birer internete düşerken ben o kısımları bizzat oynama fırsatı bulan sayılı azınlık arasındaydım ve yayınlanan videolar benim oynadığım bölümlerle örtüşüyordu da oradan…
Önden Ubisoft’un bizimle paylaştığı sunumda da üzerinde durdukları bir noktaya değineyim ki aradan çıksın, endişelerin en büyüğü yatışsın: Oynadığımız sürüm bol buglı ve henüz cilalanmamış bir sürümdü. Özellikle dövüş sahnelerinde çarpıştığım karakterlerin son fizik motoru bükücü tadında takılmaları, animasyonların yeterince akıcı bir şekilde birbirine bağlanmıyor olması gibi benim fark ettiğim sıkıntıları muhtemelen internetin dört bir yanında siz de görmüşsünüzdür.
Bunlar tabii ki Ubisoft’un da farkında olduğu bir sorunlar ve bu tarz demo sürümleri ayrıca, aylar öncesinden hazırlandığı için oyunun güncel hâlini tam yansıtmıyor. Hatta bizim oynadığımız sürümün eğer iptal olmasaydı E3 için hazırlanmaya başlanmış bir sürüm olduğu söylendi. Bunların birçoğunun oyunun güncel sürümlerinde düzeltilmiş olacağını da hesaba katın o yüzden. (Karşılaştırmasını yapmak isteyenler için, Odyssey’in Gamescom demo sürümünde de benzer bir durumun olduğunu ve oyunun çıkış aşamasında gerçekten de çok daha iyi cilalanmış olduğunu söyleyebilirim) Bu uyarıyı baştan aradan çıkarttığımıza göre, gelelim benim üç buçuk saate varan Assassin’s Creed Valhalla seansımdan izlenimlere…
Daha demonun ilk sahnesinden ortam Odyssey’e göre daha karanlık. “Havada ölüm var” diyerek başlayan bir video birazdan oynayacağım kısımla ilgili bilmem gerekenleri de hızlıca özetledi: Rued adında bir Danimarkalı tarafından yönlendirilen asi bir Viking ordusu, Doğu Anglia Krallığı’nın varisi Oswald’u öldürmüş. İki halk arasındaki olası bir birliğin hayalini kurabilen tek Anglosakson hükümdarı Oswald’un ölümü bu topraklara yerleşme niyetinde olan Kuzgun klanını ve karakterimiz Eivor’u da doğrudan etkiliyor hâliyle. Rued’e hak ettiği karşılığı vermek ve klanımızın bu topraklarda kalıcı olmasını sağlamak adına 873 yılında, sonbahar tonlarını taşıyan İngiltere’de at sürerek başlıyoruz demoya.
Açıkçası ilk izlenimim birçoğunuzla aynıydı: “Bu oyun Odyssey’e çok benziyor” Tuş takımından tutun grafiklere, hatta kimi animasyonlara kadar Odyssey’in üzerine inşa edildiği belliydi. Aranızda çok farklı bir Assassin’s Creed bekleyenler varsa bu hayal kırıklığı yaratabilir ilk başta. Lakin o ilk önyargıyı aşabilirseniz kazdıkça oyun farklı olduğu kısımları da göstermeye başlıyor. Bu konuda ilk dikkatimi çeken şeylerden birisi Origins’te kalkan, Odyssey’de karşılama tuşu olan L1/LB’nin artık sol eldeki silahın saldırı tuşu olarak atanmış olması. Bu önemli, çünkü bu tuşla saldırı yaparken düşmanın saldırısıyla aynı zamanlamaya denk getirecek olursanız canına okuyacak karşılığı da veriyorsunuz bir yandan. Kısacası “parry” artık çok daha rahat ve kolay bir şekilde yapılabiliyor. Tabii tutup da sürekli “spam spam spam” yapamıyorsunuz, çünkü artııık… nur topu gibi bir dayanıklılık göstergemiz (stamina bar) var!
Dark Souls ve türevlerindeki kadar acımasızca azalmasa da siz saldırdıkça ya da kaçındıkça azalıyor, bir gözünüzü de onun üzerinde tutmak durumunda kalıyorsunuz. Onun dışında yine Odyssey’deki gibi adrenalin kullanan özel saldırılar bulunuyor; eskisi gibi “parıltılı” ve “süper kahraman” havasında değiller; yine de tekmeyi vurdunuz mu karşı duvarda izi çıkıyor rakibin. Ama dövüşlerin seyrini asıl değiştiren ve sizi “akına çıkan Viking” havasına sokan şey sağlığınızı artık sadece sağdan soldan topladığınız çeşitli dutlar, böğürtlenlerle doldurabiliyor olmanız. “Şu köşede iki saniye soluklanayım da canım otomatik dolsun” yapmaca yok artık yani. Eğer akına gidiyorsanız çalı çırpı karıştırıp kesenize ekstradan biraz tedarik atmış olmak gerekiyor.
Ha, tabii akına gitmek demişken… Vikinglerin şanı İngiltere’nin meşhur dört krallığına kan ağlatan akınlarla aldı yürüdü bildiğiniz gibi. Burada da kendi yerleşkemizi kurmak başlıca amaçlarımızdan biri olduğundan yine ciddi bir yer tutuyor. Demonun hemen başlarında Rued’in adamları tarafından ele geçirilen King’s Bury kasabasına bir akında bulundum. Viking yelkenlisine atladığım gibi kıyılardan yol alıp King’s Bury’ye vardım. (Bu arada yelkenliyi büyük ölçüde seyahat etmek için kullanıyoruz; öyle aksiyona ve savaşa girmece yok yani, merak etmeyin) Sonrası Vikings ve muadili dönem dizilerini izlediyseniz tam olarak tahmin edeceğiniz türden gelişti: Balta fırlatmacalar, vahşi bitirici hareketler, birilerinin suratında patlayan kalkanlar, rakibin üzerine koşup belinden yakaladığı gibi duvara çalmalar falan… Hepsinden gırla var. Ve çokça bugla karşılaşmış olmama rağmen kaptırınca oynaması oldukça keyifli. (Hele bir de akına eşlik eden bir müzik var ki… Jesper Kyd, Sarah Schachner ve Einar Selvik güçlerini birleştirince resmen Voltran olmuşlar. Kulaklarınız bayram edecek!)
King’s Bury’ye yaptığım akın sırasında bir de bir anahtar ve anahtarın açtığı bir kapı buldum. Artık açık dünyada böyle bazı kilitli binalar bulunuyor ve anahtarlarını ayrıca arayıp bulmanız gerekiyor. İçindeyse sizi Anglosaksonların zenginlikleri ve bazı yetenek kitapları bekliyor. Yetenek kitapları deyince kaşlarınız kalktı bakıyorum… Valhalla’yla birlikte “level” sistemine elveda dediğimiz için artık yeteneklerinizi sağda solda bulacağınız kitaplardan, aktivitelerden kazanıyorsunuz. Benim ilk bulduğum yetenek “Dive of the Valkyries” idi ve oynadığım süre boyunca en çok kullandığım yeteneklerden biri oldu. Hem mesafe kapatmak için nefis olması hem de vurduğu hasar miktarı bakımından birçoğunuzun da vazgeçilmezlerinden olacağına şüphem yok.
Adeta bir Yggdrasil olan yetenek ağacımız artık daha da dallı budaklı ve eşya sistemiyle göbekten birbirine bağlanmış. Üç farklı hayvan ve renkle temsil edilen yetenekler aktif ya da pasif özellikler kazandırıyor. Pasif güçler yeteneklerinize dosdoğru ufak arttırımlar yaparken aktif olanlar daha büyük kazançlar sağlamanın yanında genel güç seviyenizi de ciddi şekilde etkiliyor. Maviyle temsil edilen Kurt güçlerine abanırsanız yine mavi renkteki ekipmanlarınıza bonus alıyorsunuz; kırmızıyla temsil edilen ayı ve sarıyla temsil edilen kuzgun da yine aynı şekilde işliyor. Demoda Eivor’un giydiği zırhlar sarı, kalkanı mavi, baltaları ise kırmızı renkliydi mesela. Üç renkten çalan çeşitli yaylar da düştü oynadığım süre boyunca.
King’s Bury’yi ele geçirip Theotford sakinlerini de davama kattıktan sonra önümde Valhalla’nın açık dünyasından bir kesit uzanıyordu. Odyssey’in açık dünyası ağzına kadar dolu olmasına rağmen biraz fazla dağınıktı ve keşfederken sizi yoruyordu; East Anglia’da çok daha derli toplu ve odaklı bir dünya çıktı karşıma. Harita ekranının sağ altından o bölgedeki zenginliklerin (Wealth) ya da gizemlerin (Mysteries) ve gizli şeylerin (Secrets) ne kadarını yapmışsınız, geriye ne kalmış direkt görebiliyor olmanız çok yerinde olmuş. Genellikle oyun da sizi hep bir sonraki alana doğru yönlendirme konusunda iyi iş çıkartıyor zaten. Mysteries genellikle yan görevlere, mini-boss savaşlarına, etkinliklere ve mini-oyunlara yönlendiriyor sizi. Wealth yağmalanacak ekipman ve hammadde içeren kamp, kale gibi yerlere götürüyor, Secrets ise bulması iyice zor muhtemelen ucu yine büyük, meta-hikâyeye dokunan gizleri gösteriyor. Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim: Yan görevler arasında yelkenliize tayfa toplamaya yarayanlar da var. Üstelik en yararlı tayfa türü olan kedi de katabiliyorsunuz yanınıza. (Yanımıza kedi almayalım da gemiyi fare mi bassın?!)
Gemide artık kedimiz de olduğuna göre yanımıza topladığımız herkesi alıp Burgh Kalesi’ni basmak için önümüzde bir engel yoktu. O yüzden daha dolanmadan ana göreve devam ettim. Yanımdaki yelkenlilerin çoğu yolda telef olsa da başarılı bir çıkartma yapıp nihayet Rued ile karşı karşıya geldim ki bir de ne göreyim? Öldü diye bildiğimiz Oswald aslında yaşıyormuş! Rued ve kurduna karşı giriştiğim kısa ve sert bir boss savaşının ardından (bu arada bossların can barlarının üzerindeki barı kırarsanız sersemliyorlar) Doğu Anglia’nın varisi nihayet serbest kalırken, ben de hikâyeyi etkileyecek bir seçimle karşı karşıyaydım: Rued’i oracıkta öldürmeli mi, yoksa yargılansın diye hayatta mı tutmalı? Ben töremiz böyle diye öldürmeyi seçtim; diğer seçenekte de ne olduğunu merak etmiyor değilim ama doğrusu.
E kaleyi aldık, Doğu Anglia’nın varisini kurtardık… Kutlama yapmak için daha neyi bekliyoruz? Cevap: Düğünü. Bizim Kuzgun klanından Valdis ve Oswald birbirlerine gönül vermişler, bize de onları bu mutlu günlerinde tebrik etmek düşer. İki halkın birlik ve beraberliğini mühürlüyor olmaları da cabası üstelik. Düğün kısımlarında bir sürü eğlenceli mini-oyun bulunuyordu. Sarhoş sarhoş ok atmaktan, kim daha hızlı içkisini bitirecek temalı olanlara kadar oldukça keyifli buldum bu kısımları da doğrusu.
Bundan sonra kendimi biraz daha etrafı keşfetmeye verdim: İki karnı aç kardeşin karnını doyurdum, bir grup çocukla saklambaç oynadım, etrafta bulunan grotesk cesetleri kurcaladığımda Britanyalı Leir’in kızlarıyla kapıştım, lanetli sembolleri yok ettim, koca bir efsanevi kurtla boğuştum (yayla nişan alırken gözüken zayıf noktalardan yararlandım), Ragnar’la yelken açmış bir balıkçıyı Valhalla’ya yolladım, buraya yazmamın yasak olduğu bir modern zaman sekansı yaşadım (ama uzun süredir beklenen bazı eski yüzlerin geri döndüğünü ipucu verebilirim), düşman kalelerine gizlice sızdım (çok güçlü düşmanlar dışında herkesi gizli bıçakla direkt öldürebiliyorsunuz; güçlü olanları direkt öldürebilmek için de zamanlama tutturmanız gereken bir mini-sekans çıkıyor)… ve en nihayetinde yolculuğumun sonunda bir de şu meşhur Viking atışmalarından (Flyting) birini yaptım. Monkey Island’ın hakaretli kılıç dövüşleri gibi; karşımdaki Anglosakson Eivor’a laf sokarken ben de ona kafiyeli bir şekilde geri cevap yapıştırdım. (+They say you’re a coward, who runs from a fight. -And they are sorely mistaken, I’m known for my might!) Anlayacağınız yan aktiviteler sizi bunaltmayacak şekilde dağıtılmış, bol ve çeşitliydi.
Aşağı yukarı bu noktada bana ayrılan sürenin sonuna geldim ve başta Odyssey’e çok benzer bulsam da oynadıkça farklılıklarını takdir etmeye başladığım Valhalla ile geçirdiğim vakitten memnun bir şekilde sunumdan ayrıldım. Dünyanızı yerinden oynatacak bir oyun değil belki ama Assassin’s Creed serisini keyifle takip ediyorsanız, Odyssey’i beğendiyseniz orada gördüğünüz her şeyin daha saf hâle getirilip damıtılmış bir versiyonu olacak gibi duruyor Valhalla. Özellikle de çıkışına umduğumuz gibi güzel bir ciladan geçirilmiş olursa…