Metro Exodus’u Neden Çok Sevdim?

Kabul ediyorum, biraz abartmış olabilirim :)

Geçtiğimiz yıl çıkan oyunlar arasında keyifle oynadıklarımız, hafızalarımıza kazınanlar oldu muhakkak. Kişisel listemde Metro Exodus için de kocaman bir yer ayırmış durumdayım. Şu sıralarda oturdum tekrar oynamaya başladım ve bir kez daha kendisini ne kadar da çok sevdiğimi hatırlama fırsatı buldum. Bu bahaneyle önüme gelen herkesin başını şişirmeye, onlara Metro Exodus övmeye başladım. Sonra da durdum düşündüm, dedim okurlarımızın neyi eksik, onlar da bu seanslardan paylarına düşeni alsınlar, Exodus aşkımın hikayesini bir de onlar dinlesinler.

Kim bilir, belki de bunu ileride "Neden Çok Sevdim?" adı altında yeni bir seriye dönüştürürüz :)

Sürgünde Bir Metro Macerası...

Metro serisini (hem kitapları hem de oyunları) seven birisi için elbette Metro Exodus, 2019’un merakla beklenen yapımları arasındaydı. Buna Stalker serisinin hayranlarını, Çernobil felaketi üzerine kafa yoranları, gerilim/aksiyon oyunlarını sevenleri ve daha pek çok grubu da ekleyebiliriz. O gruplardan birisi de herhalde Sovyet coğrafyasına ilgi duyanlar grubudur. Bu grupların çoğunun kesişim kümesi gibi bir noktada bulunan ben de Artyom’un bu etkileyici yolculuğuna ortak olma çağrısına nasıl kayıtsız kalabilirdim ki?

İki gün boyunca soluksuz bir şekilde Metro Exodus oynadım ve beklediğimden de güzel bir tecrübe oldu benim için. Peki neydi bu tecrübeyi benim için bu kadar özel kılan?

Metro oyunlarında her ne kadar kitaplar temel alınmış olsa da kitaplardan farklı yönleri de hep görmüşüzdür. Her seferinde farklı şeyler denemeyi seven Dmitry Glukhovsky, bu sefer de öyle yapmış ve seriye yeni bir hikâye kazandırmıştı. Seriye adını veren Metro’dan çıkıp yer yüzünde bir maceraya atılmak belki kimilerinin ilk bakışta şüpheyle yaklaştığı bir deneyimdi. Sonuçta “O klostrofobik ortamlardan çıkıp da aynı gerilim, aynı duygu yoğunluğu nasıl yaşatılabilir?” diye düşünülmesi gayet doğaldı. Buna bir de oyunun yapısında ufak çaplı da olsa bir değişime gidilmesi ‘yarı-açık dünya’ formülüne geçilmesi ekleniyordu.

Ama hem yazar hem de geliştirici ekip bu konuyu çok iyi bir şekilde ele almışlardı. Bir taraftan ana hikâye yan hikayelerle de desteklenip dramatik boyutuna derinlik katılmakta, öte yandan ana yoldan sağa sola sapıp da neler oluyor diye baktığımızda yeni maceralara dalabilmemizin yolu açılmaktaydı. Seriyi tekrara düşmekten kurtarıp yeni bir şeyler denemişler ve gayet de başarılı olmuşlardı.

Kıyamet Sonrası Sovyetler

Bu başarının anahtar noktalarından birisi de yaratılan dünya idi elbette. Moskova’yı terk edip de yollara düşünce önümüzde bambaşka bir dünyanın kapıları açılmıştı. Her bir adımda kendimizi farklı bir coğrafyada, farklı bir ortamda, farklı bir hikâyenin merkezinde buluyorduk. Sovyetlerin o uçsuz bucaksız topraklarında dört mevsimi yaşıyorduk; Hazar’da çölleşmiş bir coğrafyaya düşüyor, Tayga’da kendimizi yeşillikler içinde, bir ormanın ortasında buluyor, finalimizi ise tam anlamıyla karakışı yaşadığımız Novosibirsk’te yapıyorduk. Vivaldi’nin Dört Mevsim konçertosu tablo olsa, herhalde böyle olurdu…

Çölleşen Hazar Kıyıları

Sadece iklimi ve coğrafyasıyla değil orada karşılaştığımız topluluklarla, maceralarla da bizleri çok farklı duygu ve düşüncelere salmayı başarıyordu Metro Exodus. Teknolojiyi şeytanlaştırmış, dev bir balığa tapınmaya başlamış bir kült, kontrolü altındaki toprakları demir yumrukla yöneten bir derebeyi ve onun zihinleri yıkanmış, gönüllü köleleri, ‘Ormanın Çocukları’ veya ‘Sineklerin Tanrısı’nı ziyadesiyle anımsatacak Tayga çocukları, insanın bu dünyanın virüsü olduğunu düşündürecek, insanın en büyük düşmanının yine insan olduğunu bizlere bir kez daha hatırlatacak yamyamı, katili, psikopatı ve bölüm isminin (Ölü Şehir) hakkını veren Novosibirsk’in o ıssızlığında küçük bir çocuk ve babasının hikayesi… Kıyamet sonrasında yaşayan bir dünyaya dalmıştık işte. Tarih bir şekilde akışına devam ediyordu ve biz de o akış içerisinde farklı tecrübelere şahitlik ediyorduk. Bana kalsa her biri ayrı bir macera olarak değerlendirilebilecek bu hikayelerin hepsi bir potada o kadar iyi işlenmişti ki sonuçta ortaya muazzam bir tablo çıkmıştı.

Tayga Çocukları

Bu tabloda biz nasıl yer alıyorduk peki? Artyom ve dostları elinizi uzatsanız dokunabilecekmişsiniz gibi hissettirecek kadar sahici karakterler değil miydi sizce de? Kabul ediyorum, Artyom’un sessizliği atmosferi baltalıyordu. Ama genel olarak baktığımızda oluşturulan atmosfer ekip üyelerimizle veya zaman zaman maceramıza ortak olan diğer karakterlerle de duygusal bağ kurmamızı sağlayabilecek bir yoğunluktaydı, onların hikayelerine de kayıtsız kalamıyorduk. Kimi zaman eğlenceli kişiliklerine, kimi zaman hırslarına, kimi zaman da hüzünlerine, acılarına ortak oluyorduk ve bizim birer parçamız haline geliyorlardı. Aramızdan ayrılışıyla üzüldüklerimiz de oluyordu, sevdiğimiz birini kaybetme korkusunun ölüm korkusuna baskın geldiği yerler de. Sonuçta bir nevi aile gibi olmuştuk. Tabii bu aileye ev sahipliği yapan Aurora’yı da unutmamak gerek. Raylar üzerindeki evimiz de bu maceranın önemli parçalarından birisiydi.

Aurora

Metro serisinin sevilen yanlarından birisi de hiç şüphesiz gerilim yüklü çatışmalar ve kaçıp saklanmalarla bezenmiş oynanışıdır. Serinin ilk iki oyununda Metro hattının klostrofobik koridorlarında veya yeryüzündeki binaların dar mekanlarında sağlanan gerilim, geniş alanlara çıktığında nasıl yansıtılabilirdi? Exodus’un bu konuda hiç de sıkıntı çekmediğini gördük. Mücadele alanını genişlettiği kısımlarda tehditleri de artırıyor, yeri geldiğinde de bizleri yine yer altına veya kapalı mekanlara gönderip önceki oyunlardaki yapıya dönüş yapıyordu. Oyunun fragmanlarında görüp merakla beklediğimiz o dev ayıyla mücadele gayet güzel bir ‘boss savaşı’ idi bana soracak olursanız. Aynı şekilde Hazar’daki derebeyini indirdiğimiz sahne de mücadele hırsımızı tatmin edebilecek yapıdaydı. Bunlar dışında da yeri geliyor mutantlar, canavarlarla yeri geliyor insanlarla başa çıkmak durumunda kalıyorduk. Yani yeterince meydan okuma konuluyordu önümüze.

İşte bu noktada oyunun önümüze koyduğu meydan okumaları aşmak konusunda sunduğu alternatif yolları da es geçmemek gerek. Sessiz sedasız ilerlemek veya yeri geldikçe işi mermi yağmuruna çevirmek bizlere kalmıştı.

Exodus’un yeni sistemindeki silah özelleştirme seçeneklerini de unutmamak lazım. Etraftan bulduğumuz veya düşmanlarımızdan elde ettiğimiz silah parçalarıyla elimizdeki silahlara evrim geçirtmek, bir tabancayı yarı otomatik hale getirmek veya normal bir tüfeği keskin nişancılık becerilerimiz kullanabileceğimiz bir şekle büründürmek mümkündü ve bu sayede oyunun akışını değiştirme şansına erişiyorduk.

Sözlük

Daha sayfalar dolusu gerekçe sıralayabilirim, inanın. Ama son bir noktaya daha değinip toparlayayım: Detaylar. Oyunda ilk bakışta belki dikkatinizi çok da çekmeyecek, ama üzerine düştüğünüzde sizi başka konular üzerinde düşünmeye itebilecek detaylar. Mesela, etrafta sık sık denk geldiğimiz ‘Rusça-Ukraynaca Sözlük’ler sizce tesadüfen mi oraya konulmuşlardı? Yazar Rus, yapımcı ekip Ukraynalı malumunuz. Son yıllarda Rusya-Ukrayna arasındaki gerilim hibrid bir savaşa bile uzanmıştı. Acaba, yapımcı ekip ve yazar bu sözlüklerle bir mesaj vermek istiyor olabilirler miydi? “Eğer birbirimizin dilinden anlarsak, birbirimizi anlamak için çaba sarf edersek, bir arada güzel şeyler üretmemiz de mümkün. Çatışmak, birbirimizi katletmektense bir arada yaşayabilmek için çaba sarf etmemiz gerek” gibi bir mesajı vardı bence. Oyunda beni kendisine çeken, hayranlık duymamı sağlayan kültürel ögelerden edebiyat eserlerine kadar buna benzer pek çok nokta vardı -ki bütün bunlar benim için oyunun atmosferine önemli katkıda bulunan detaylardandı.

İşte tüm bu özellikleriyle, Metro Exodus benim için uzun yıllar boyunca unutulmayacak, eşsiz bir tecrübe olmayı başardı.

Bir dahaki ‘Neden Çok Sevdim?’ yazısında buluşmak üzere…

YORUMLAR
UlmanoviçDadaşev
21 Nisan 2020 19:38

Duygularımıza tercüman olmuşsunuz. Spasiba Bratan

mserhatsari
12 Nisan 2020 16:25

Cok guzel bir yazi olmus, emeginize saglik. 

Parolamı Unuttum