The Batman - Film İnceleme

Gotham'ın Gotham olduğu güzel zamanlar...

Spider-Man'i New York'un dışına çıkarttıkları zaman çoğunlukla yüzüm buruşuyor. Aynı şey Batman ve Gotham için de geçerli. Gotham'ın karanlık sokakları Batman'in ifade ettiği ve aynı zamanda mücadele ettiği her şeyle örtüşüyor. Bu kadar muhteşem bir tezatlıktan doğan şaheserlere de her zaman hayran kalıyorum. İşte The Batman'i izlemeden önce kafamda tam bu düşünce vardı Gotham ve Batman'in ahengi bir Batman hikayesinin olmazsa olmazıdır benim için. Filmden önce özellikle yönetmen Matt Reeves cephesinden gelen açıklamalar Gotham'a dair umutlarımı arşa çıkarmayı başarmıştı. Üstüne Batman'in çoğu insana göre en değerli titri olan "Dünyanın En İyi Dedektifi" merkezde olunca yaklaşık üç saatlik filmde neredeyse hiç sıkılmadım. Bu kadar etkilenmem filmin başaramadığı kısımlar olmadığı anlamına gelmiyor ama elimizde sıkı sıkıya tutunabileceğimiz bir Batman var ve daha da önemlisi tüm yozlaşmışlığı yüzümüze çarpan şahane bir Gotham tasviri var. 

The Batman'i incelerken daha önceki Batman adaptasyonlarıyla kıyaslama yapmak istemiyorum. Ancak hemen başta şunu söyleyeyim eğer Batman'i Nolan filmleriyle sevmeye başladıysanız ve hayalinizdeki Batman figürü Dark Knight üçlemesindeki gibiyse Robert Pattinson usulü Batman sizez hitap etmeyebilir. Elimizde çok toy bir Bruce Wayne var, henüz yarasa kostümü giyip adam pataklamaya başlamış. Yani ahlak pusulası ve daha da önemlisi karakteri tam oturmamış bir Batman'den bahsediyoruz. Bu ahlaki ikilemlerle boğuşup bir yandan da Gotham'ı temizlemek isteyen Bruce Wayne'in kat edeceği çok yol var ve umarım biz de bu yola eşlik edebiliriz. Çünkü her ne kadar Matt Reeves buna bir serinin ilk filmi olarak bakmasa da hikayenin ve atmosferin vaat ettiği büyük bir potansiyel var. The Batman'in sürprizlerini bozmaktan mümkün olduğunca kaçınarak bu taze Bruce ile birlikte karanlık Gotham sokaklarında bir yolculuğa çıkalım;

Gotham'ı Dinliyorum Lenslerim Takılı

DC'nin gerçek şehirler yerine kendi kurgusal şehir isimlerini kullanması yazarlara zaman içerisinde çok büyük bir özgürlük alanı sağladı. Her ne kadar evrende Metropolis gibi başka şehirler olsa da benim odağım ve merakım Gotham'ın ötesine çok fazla kaymaz. Sadece Batman için değil hatta belki de en az Batman için Gotham'ı seviyorum. Beni bu bok çukuruna çeken şey kendine ait atmosferi ve barındırdığı türlü türlü delileri. Belki yaşamak için hiç ideal bir şehir değil ama Gotham'da güneş battıktan sonra bambaşka bir hayat başlıyor ve biraz ilginiz varsa sizi alıp sürüklüyor. İşte Matt Reeves'in en büyük başarısı bana göre bu kendine has Gotham'ı bu zamana kadarki en başarılı sinema adaptasyonu haline getirmesiydi. Belki çekimler için bolca Britanya'nın tercih edilmesi bunda kilit rol oynamıştır. 

Gotham'da olması gereken yozlaşmışlık filmin en başından itibaren sert bir şekilde suratımıza vurulmaya başlıyor. Hal böyle olunca tıpkı Gotham halkı gibi siz de izlerken bu pisliği temizlemek için birisi lazım diyerek Batman'e sarılmaya başlıyorsunuz. Yani standart bir süper kahraman filminden öteye geçerek sizi Batman'in bu şehrin hak ettiği değil, ihtiyacı olan kahraman olduğuna ikna etmeyi başarıyor. Bunu çabuk bir şekilde yapması da üç saatlik bir film için müthiş bir başarı. Çizgi romanlardan Batman'e ilgi duymaya başladıysanız hem Gotham hem de hikaye sizlere muhteşem referanslar sunmaktan hiç kaçınmıyor. Bazen bir karakter ismi, bazen bir çizgi roman panelinin gerçeğe dönmüş hali derken kendinizi hayran hayran atmosfere dalmış halde buluyorsunuz.

Kendi günlüğünde Gotham'dan bolca bahseden Bruce Wayne, genç yaşına rağmen Batman'in neyi ifade ettiğini çok iyi anlamış. Filmin başındaki muhteşem sekansta Batman'in Gotham'da suç işleyen insanların kalbine nasıl bir korku saldığını ve gölgelerin gücünü Matt Reeves şahane bir şekilde anlatmış. Batman demek Gotham demek ve Gotham'da insanları zapt edebilmenin en keskin yolu da korku. Gotham ve Batman ahenki en başta korkuyla anlatılmaya çalışılırken zaman içerisinde Pelerinli Süvari'nin nasıl Gotham'ın kurtarıcısı olduğuna ve korkunun yerini umuda bıraktığına tanıklık ediyoruz. 

Genç Bruce'un Acıları

Bruce Wayne'in bilinçaltı muhtemelen bir insanın sahip olabileceği en kaotik bilinçlerden birisi. Zihninde bir ahlaki pusula temelleri atılmış olsa da bu pusulanın her zaman doğruyu göstermediği çok belli bir Bruce Wayne'e sahibiz. Hatta öyle ki dedektifliğiyle ünlü Batman bu sefer bazı yerlerde ciddi şekilde yanılabiliyor ve BEDELİNİ ÖDÜYOR! Evet bir Batman filminde Batman bir hata yapıyor ve sonucunda ciddi olaylar meydana geliyor. Ancak bu hatalar da genç bir Batman'in öğrenmesi gereken dersleri hızlı bir şekilde öğrenmesini sağlıyor. Yani elimizde çok toy bir Bruce var ve bazı şeyleri yaşayarak öğrendiğine tanıklık etmek de bence bir ayrıcalık olmuş. Zaten kendisi çabuk öğrenen bir insan ve bir noktadan sonra niye dünyanın en iyi dedektifi olduğunu ya da bu film özelinde olacağını gayet iyi anlıyorsunuz.

Wayne ailesinin ve özellikle babasının mirasına dört elle sarılmış olan Bruce'un idolünün babası olduğu çok bariz bir şekilde gözüküyor. Ancak hayatta kimsenin mükemmel olmadığını daha idrak edememiş ve kendisini tek bir amaç uğruna şartlamış genç bir Batman var karşımızda. Bu paradokslar içerisinde bir de Riddler hikayeye dahil olunca yapboz adeta tamamlanmış gibi oluyor. Ruh hastası bir düşman, yozlaşmanın zirvesinde bir Gotham ve tüm bunların göbeğinde bir Batman! Bu üç dinamiğin filmde yolları öyle güzel ve doğal bir şekilde birleşiyor ki üç saat nasıl geçti anlamak mümkün olmuyor. Hani film bittikten sonra sanki hala bir şeyler olabilirmiş gibi hissettim ve devam filmleri için büyük umutlara kapıldım. 

Çizgi romanlarda özellikle Two-Face'in doğuşunda kilit bir role sahip olan Salvatore Vincent Maroni filmde de aurasıyla önemli bir yer tutmuş. Zaten Gotham anlatmak istiyorsanız Falcone ve Maroni olmadan bunu yapmak çok zor ve anlamsız. Üstüne Cobblepot yani Penguen de filmin içerisinde özellikle istihbarat anlamında rolünü harika bir şekilde doldurunca bir anda Batman'i tek başına dört bir yandan gelen çaresizlik duygusuyla görebiliyorsunuz. Kendisi her duruma hazırlıklı olsa da en büyük korkusunu da bu filmde itiraf ediyor ve Alfred ile birlikte muhteşem sekanslara imza atıyorlar. Robert Pattinson'un Batman'i duygusal olarak yolun başında ve hiçbir filmde görmediğimiz kadar hata yapmaya müsait. Beni de filmin çizmeye çalıştığı Batman portresinde en çok etkileyen bu durum oldu. 

Bilmece, Bildirmece Gotham'da Patlamaca

Filmin baş kötüsü olarak Riddler'ın seçilmesi bana çok mantıklı gelmişti. Çünkü bu toy Batman'e karşı Joker epey ağır kaçabilirdi daha düşük seviye bir deli daha uygun olurdu. Ancak sizi temin ederim ki Riddler'ın The Batman adaptasyonu hiç de azımsanacak bir şey değil. Matt Reeves filmden önce "dedektiflik teması ağır basacak." demişti. Gerçekten Riddler'ın bulmacalarını çözmek için iyi bir dedektif olmak gerekiyor. Kendisi fiziksel güçleriyle ön plana çıkan bir düşman olmadığı için sürekli perde arkasında bulmacalarla Batman ile oyun oynayan Riddler aslına bakarsanız filmin tam olarak gerçek düşmanı da değil.

Filme kadar olan Gotham tarihinin en yozlaşmış döneminde geçen The Batman'de Riddler'ın asıl amacı insanların gözünü açmak. Attığı her adımda, öldürdüğü her insanda adeta bir yapboz tamamlıyor ve bu serüven en çok Batman'i etkiliyor. Sadece Pelerinli Süvari olarak değil Bruce Wayne olarak da olayların perde arkasını Riddler sayesinde öğrenmek psikolojik açıdan gerçekten olayı başka bir noktaya götürmüş. Zaten filmde yeni bulmacalar gelmeye başladıkça Batman bazen kendinden beklenmeyecek şekilde davranıp olayların arka yüzünü öğrenmek için Bruce Wayne'i de devreye sokuyor ve hikaye Gotham/Wayne ilişkisi minvalinde kişisel bir noktaya da taşınıyor.

Riddler ve Gotham ikilisi de tıpkı Batman ile olduğu gibi bir ahenk içerisinde. Bir filmde baş kötünün motiflerini ilmek ilmek çözmeye başlamak ve amacının aslında "kötülük" olmadığını anlamak çok değerli. Çok sayıda süper kahraman adaptasyonu bunu denemeye çalışıyor ama çok azı gerçekten girdikleri bu yolda muvaffak olabiliyor. Matt Reeves, Gotham'dan sonra en büyük başarıyı Riddler'ı karakterize ederken göstermiş. Tam anlamıyla bir ruh hastası ama bir o kadar da zeki bir düşmana sahibiz bu da filmin değerini ekstra yükselten bir değer olmuş. Hatta Batman'in özellikle filmin ilk yarısındaki gereksiz ergen triplerini de düşünecek olursak Riddler portresi Batman'den daha iyi işlenmiş bile olabilir. 

Kediler Yarasaları Yemiyormuş

Filmden önce yayınlanan fragmanlar ve reklamlarda en çok vurgulanan dinamik "Bat & Cat" olmuştu. Zoe Kravitz'in canlandırdığı Catwoman da hem atmosfere hem de Batman'e değer katmayı başarmış. Lakin hemen şunu söyleyeyim keşke Catwoman'ın biraz daha fazla sahne süresi olsaydı. Çok az olduğu için demiyorum ama kendisini Batman ile birlikte aksiyonda da daha fazla görmek isterdim. Yine de özellikle işin yer altı kısımlarında Batman çok toy olduğu için ve Bruce Wayne temiz oğlan olduğu için Selina Kyle muhteşem bir bağlantı karakteri olmuş. İki Gotham arasındaki köprü olmakla kalmamış Batman'i de bu yeni girdiği bok çukurunda yönlendirici bir karakter olmuş. Bir artı puan da Zoe Kravitz ve Catwoman karakterizasyonuna. 

Ancak Catwoman için bahsettiğim övgü dolu sözlerden ne yazık ki Batman'in asıl kadim dostlarından James Gordon adına bahsedemeyeceğim. Kendisi filmde her ne kadar daha önceden Batman ile tanışmış ve Bat Signal'i kullanıyor olsa da bu güven duygusunu filmde biz hiç hissetmiyoruz. Birkaç sekansta Gordon belki de Batman'e gereğinden fazla güveniyor. Bunu söylüyorum çünkü Batman daha çok genç ve gece bekçiliğine başlayalı çok uzun süre geçmemiş. Her ne kadar Riddler konusunda erkenden başarılı işler yapsa da bu güvenin ekran önünde biraz daha zaman geçtikten sonra kazanılmasını tercih ederdim. İkilinin yan yana geldiği sahnelerde yani Batman'in polisin alanına girdiği kısımlarda tansiyon da bu yüzden bazen gereksiz yükseliyor bazen de hiç olmadık şekilde düşüyor. Bu konuda tam bir kıvam tutturulamamış. 

Gordon ve Catwoman dışında olmazsa olmazımız Alfred'in de çok kilit bir role sahip olduğunu söylemek zor. Hani alıştığımız Batman imajında Alfred'in arkadaki beyin gibi direktifleri ikili arasında bir bağ kurulmasını sağlıyor. Matt Reeves, The Batman ile daha duygusal bir bağ kurmaya çalışmış ama ilk başlarda Batman'in ergen tavırları bu bağı baltalarken sonlara doğru bir anda Alfred'in ön plana çıkması ve Morgan Freeman vari bazı şeyleri özetlemeye çalışması bana çok absürt geldi. Belki ilerleyen filmlerde daha iyi bir Alfred-Batman ilişkisi de izleyebiliriz ama bu filmde ne duygusallık ne de mentorluk açısından beklenen bağ kurulamamış. 

Kaç Para Ulan Bir Kurşun Geçirmez Zırh 

Riddler ile birlikte işin psikolojik şiddet kısmında Batman bolca hasar alsa da fiziksel dövüş sekansları biraz hafif kalmış. Daha en başlarda "ben gececi bir hayvanım, gölgelerin ta kendisiyim" diye kendini tanıtan Batman'i sürekli aynı şekilde birilerini dövüp ellerindeki silahları düşürürken ya da bu silahlarla diğerlerinin kafasına vururken gördük. Sadece koreografik anlamda değil Batman tarzı dövüş anlamında da büyük noksanlıklar mevcut. Sadece bir yerde elektrikleri kesip karanlıkta Batmanvari bir şekilde dövüştüğünü görüyoruz ama onun dışında alet kullanımı konusunda da hiçbir detay mevcut değil.

Öyle ki eğer en başta tren istasyonundaki dövüş sekansını farklı kostümlerle filmin herhangi bir yerine koysanız neredeyse hiçbir şey değişmeyecektir. Batman ne zaman dedektif olmaktan dayak makinesi olmaya geçerse ya birilerinin kolunu büküyor ya da burunlarına yumruk atıyor. Filmde Batarang kullanımı bile o kadar özel bir şey gibi gösterilmiş ki o sahnede yüzümde bir tebessüm oluştu. Tabii tüm bu dövüş konusundaki amatörlüğü Batman'in de genç olmasıyla bağdaştırmak mümkün o yüzden belki eleştirilerin dozu da en azından bu konuda biraz yumuşayabilir. Lakin üç saat süren bir filmde aksiyon kısımları daha tatmin edici olabilirdi. 

Üzerine sürekli mermi yağdırılan Batman kurşun geçirmez zırhı olduğu için kaçmaya çalışmıyor bile. Dümdüz adeta Robocop gibi düşmanları bir temiz dövüp ya sıradaki diyalog sekansına geçiyor ya da oradan uzaklaşıyor. Bu ruhsuz dövüş kısımları Batman'in genç olmasıyla bile açıklanacak cinsten değil. Muhtemelen filmin sınıfta kaldığı en ciddi alan bu aksiyon sekansları olmuş. Tabii bu düzlük filmi genel anlamda çok fazla baltalamadığı ve hikayenin özüne ciddi zarar vermediği için tolere edilebilir bir halde ancak Matt Reeves'in potansiyel devam filmlerinde kesinlikle geliştirmesi gereken bir kısım olduğunu da not düşmek lazım. 

En nihayetinde elimizde gerçekten kaliteli bir dedektiflik soslu Batman filmi var. Riddler ile birlikte Gotham'ın yozlaşmış yapısının merkezinde olduğu, genç Batman'in büyümeye başlayıp ahlak pusulasını doğrultmaya başladığı harika atmosferli bir film. Yan karakterler anlamında Catwoman'ı bir kenara koyarsak biraz eksik kaldığı aşikar. Zira filmin diğer kötü adamı gibi düşündüğümüz Penguen'in de çok büyük bir rolü yok ama hikayede kendine düşen görevi gayet iyi bir şekilde başarıyor. En başında geniş kadrosu nedeniyle meraklandığımız The Batman en nihayetinde 2-3 karakter arasında sıkışıp kalıyor. Bu durum yer altı mafyası ve Maroni-Falcone hikayesinin de arakplanda işlenmesiyle sıkıcı olmaktan çıksa da potansiyelin daha da yüksek olduğu aşikar. Eğer DC yine kendi tekerine çomak sokmazsa ve bu güzel Gotham atmosferini bir başlangıç kabul edip DCEU çukurundan uzak tutarsa gelecekte gözümüzün önünde büyüyen bir Batman ile birlikte harika bir gelişim de görme şansımız var. Adet gereği puanımızı da verelim 8/10 benim adıma hakkaniyetli olacaktır, ilerleyen filmlerde dövüş sekansları da biraz daha gelişirse önümüzde güzel bir Gotham soslu Batman dönemi bizleri bekliyor. 

YORUMLAR
Parolamı Unuttum