Gün geçmiyordu ki bendeniz Oyungezer okurunun karşısına bir başka Dark Souls klonuyla çıkmasın ama başa gelen çekilir: Code Vein kapımızı çaldı, biz de içeri buyur ettik. Yalnız baştan söyleyeyim, biraz kafa şişiren misafirlerden oldu kendisi. Ben de o yüzden, çoğunlukla bir başka klasik oyunun adını anmak suretiyle sizin kafanızı şişireceğim ama suç bende değil; BANDAI NAMCO bunu kendi istemiş. CODE VEIN’in yapımcı ekibi “esinlenirken” ellerini hiç korkak alıştırmamış.
CODE VEIN teknolojik bir vampir hikâyesi: kudretine rakip bulunamayan kötü(?) bir kraliçenin, yenilgiye uğratıldığı sırada hava yoluyla yaydığı BOR kod adlı parazitler sayesinde insanları “Revenant” olarak anılan vampirlere çevirdiği, etrafını çevreleyen sis sağ olsun dış dünyadan izole kalan post-apokaliptik bir ortamdayız. Revenant olanlar, kanla beslenmek zorundalar, uzun süre kan içmedikleri takdirde benliklerini kaybedip, “Lost” adıyla anılan bilinçsiz yaratıklara dönüşüyorlar. Dark Souls’taki “Hollow” mevzusunun neredeyse aynısı yani. Adını sık anacağım klasik oyunun üzerindeki sır perdesi(?) fazla hızlı kalktı ama kusuruma bakmayın. Oyunun başından itibaren benzerlikler o kadar kör göze parmak ki anlatırken de elden bir şey gelmiyor. Adı değiştirilmiş Bonfire mekaniği, ölünce tecrübe puanlarının yerde kalması falan filandan bahsetmiyorum, onlara alıştık artık. Neyse.
Bizim karakterimiz de kim olduğunu hatırlamayan, bir şeyleri onayladığını belirtirken belli belirsiz kafa sallamak dışında bir sosyal fonksiyon gösteremeyen bir arkadaş, ancak kendisini diğer Revenantlardan farklı yapan bir özelliği var: farklı Blood Code’ları kendine adapte edebiliyor. Blood Code dediğimiz şey de, bu dünyadaki karakterlerin sınıfları; normalde herkes tek bir Blood Code sahibi ve bunu değiştiremiyor. Ancak bizim karakterimiz diğer karakterlerin kanları ile onların becerilerini kendi repertuvarına katabiliyor, becerilerini “miras alarak” sınıftan bağımsız bir şekilde kullanır hale gelebiliyor. Oyunun senaryosu bu özelliğimizin fark edilmesi ve sürekli “Ha?” ifadeleriyle karakterimizin yaptıklarına şaşırmasıyla start alıyor. O noktadan sonrası da abartı büyük göğüslü ablalarla, erkek olduklarını ancak ellerindeki devasa kılıçların varlığından ve aynı devasalıktaki süt bezlerinin yokluğundan anladığımız yakışıklı delikanlılarla dolu klasik bir anime macerası. Klasik derken, oyunun farkını ortaya koyduğu bir özelliğinin olmadığını anlatmak istiyorum elbette. Yoksa şu noktada buram buram burun kıvırma kokmaya başladığını tahmin ettiğim yazımdan, anime külliyatını topyekûn sevmediğim anlamı çıkmasın. Sadece yarı çıplak, aşırı büyük göğüslü ablaları gözüme sokan animeleri sevmiyorum…
CODE VEIN, temel olarak Dark Souls’u Dark Souls yapan şeylerin hepsini, hiç utanmadan sıkılmadan alıp, üzerlerinde yaptığı ufak değişiklikleri özgünlük raconuna uygun görmüş bir oyun. Blood Code mevzusu tam olarak böyle mesela; Dark Souls’un dövüş mekanikleri alınmış ama üzerine istediğiniz zaman değiştirebileceğiniz bir sınıf sistemi eklenmiş. Seviye atlarken stat seçmek yok, oyun kendisi sınıfınıza göre puanları dağıtıyor, size sadece topladığınız tecrübe puanlarını verip, karşılığında seviye alıyorsunuz. İstediğiniz zaman da sınıf, yani Blood Code değiştirebiliyorsunuz. Seçtiğiniz Blood Code’un becerilerini kuşanmış vaziyette belli sayıda düşman öldürdüğünüzde, o becerilerde uzmanlık kazanıyorsunuz ve sınıftan bağımsız olarak kullanılabilir hale geliyorlar. Beceriler Stamina veya Mana değil, Ichor adı verilen, dövüş sırasında farklı şekillerde doldurabileceğiniz bir kaynaktan yiyorlar. Dark Souls’dan farklı olan tarafları, sadece büyü kullanıcılarının değil, savaşçı ve menzilli sınıfların da aktif/pasif sürüyle beceri sahibi olması. Ayrıca çeşit de bol; oyunda farklı şekillerde kazanabileceğiniz otuzun üzerinde sınıf var ve her biri birbirinden farklı 5 ila 10 beceri ile geliyorlar. Bunun üzerine bir de yol arkadaşlarınız ile kullanabileceğiniz “Communal Gift” isimli becerileri eklediğinizde repertuvar iyice coşuyor. Totalde 200’e yakın beceri var CODE VEIN’de.
Oyunun “Souls-like” oyunlara getirdiği en büyük yenilik de bu sınıf sistemi ancak tam anlamıyla parlayıp oyunu sırtlamasını (ki o potansiyele sahip) CODE VEIN’in vasat ve vasat altı kaldığı diğer oynanış elementleri önlüyor. Örneğin Dark Souls’un görünürde basit duran oynanışı, oyunun zorluğu sizi problemlerinizi çözmek için yeni çözümler aramaya ittikçe derinleşir. Akıl ettiğiniz şeylerin getirilerinden, yaptığınız hazırlıkların sonuç vermesinden keyif alırsınız. CODE VEIN’in tüm düşmanlar tipleri ve bölüm sonu savaşları birbirlerinden görsel olarak ne farklı olurlarsa olsunlar aynı hissettirdikleri ve gayet de kolay oldukları için sizi bu sınıf sistemindeki becerileri keşfetmeye itmiyorlar. Düşman tipleri fazlasıyla sınırlı, normal boy insansı canavarlar, büyük boy insansı canavarlar ve ufak boy köpek/maymunlar harici pek bir şey yok oyunda. Oyuna farklı hava katsın diye yapay zeka kontrolünde bir yol arkadaşı koymuşlar ama onun getirisi götürüsünden çok. Souls oyunlarında yanınıza NPC ve yardımcı oyuncu çağırdığınızda oyun birdenbire aşırı kolaylaşır ya? Alan bossunu kesene kadar değil tüm oyun boyunca 2 kişi olduğunuzu düşünün. Oyundaki tüm gerilimi ve taktikselliği rezil eden bir durum bu. Dark Souls’a öykünen bir oyunu Fighter sınıfından çıkmayıp uygun pasifleri seçerek baştan sona sol tıklar ve taklalar ile, düşmanları öğrenip kas hafızası oluşturmaya zerre kasmadan oynayabilmek türe hakaret değilse nedir bilemiyorum ama CODE VEIN’de durum bu. Vuruş hissinin pek yerinde olmaması ve hitboxların yer yer acayip davranması ile birleşince dövüşler pek bir kimliksiz, pek bir hissiyat yoksunu oluyorlar.
Bu arada oyunda giydiğimiz zırhların adı Blood Veil. Bu arkadaşlar düşmanlardan Ichor edinmeyi sağlayan arkadan saldırıların ve Drain Attack isimli özel vuruşların gücünü de belirleyen, sağı solu canlanan ilginç kıyafetler. Oyunda bildiğimiz anlamda karakterlerin her yanını kaplayan zırhlar olmadığından, Blood Veil kıyafetleri karakterimizi şık kılıklar içerisine sokabilmemize ve en başta uğraşıp yaptığımız detaylı karakter özelleştirmelerinin gözlerden gizli kalmamasına olanak sağlıyor ki bu kesinlikle bir artı.
Dark Souls’a öykünmelerinin dahası var. Oyunun zorluğuna, Souls oyunlarındaki gibi çevresel faktörler de entegre edilmeye çalışılmış ancak bunların ayarı pek tutturulamamış. Mesela sığ suda yürüdüğünüz ama zeminde yer yer çukurlar olduğu için attığınız adımı dikkatle gözlemeniz gerektiği kısımların aynıları CODE VEIN’de de var. Yalnız burada görsel ipuçlarını o kadar ayarlayamamış veya direkt olarak ayarlamamışlar ki kamerayı evirip çevirip, televizyon izleyen dedeler gibi gözünüzü kısıp suya baka baka bir hal oluyor, yine uçuruma düşüyor, yine düşüyorsunuz. Sonra bir de görsel tasarım olarak ilk Dark Souls’daki Anor Lando’nun birebir kopyası bir bölüm var. Cathedral of the Sacred Blood isimli. Burada da kulelerde merdiven in çık, kapıları açıp eski ve yeni yolları birleştir kafasında bir mantık var ama sanki mekanı tasarlarken From Software ile iddiaya girmişler, “sizinkilerden daha kompleks bölümler yaparız” diye. İn çık kapı aç, in çık kapı aç, arada kaybol, in çık kapı aç, bir daha kaybol, in çık kapı aç… Açık konuşayım, şu incelemeyi yazmak adına oyunu bitirmem gerekmese o noktada oynamayı bırakırdım. Oyuna ilk girdiğinizde gözünüze çarpan detay, ekran köşesinde haritanızın olduğu ve attığınız adımların bu haritadaki yolunuzu işaretlediği olacak. İşte bana sorarsanız bu bölüm yüzünden eklemişler ayak izi özelliğini. Oyunun diğer bölümlerinde o kadar da büyük bir gerekliliği yok çünkü bunun.
Oynanışta durum bu olunca, umutları hikâyeye yöneltiyoruz. Senaryo başlarda çok anlamsız bir hissiyata sahip, sürekli üzerinize yeni bir detay, yeni bir karakter atıyor. Bu aslında bilinçli de bir tercih çünkü esasen oyundaki neredeyse bütün karakterlerin hafıza problemleri var. Bu arkadaşların anılarını bulup tamir ederek de sahip oldukları Blood Code’ları özümsüyoruz. O yüzden başlarda anlatının karman çorman olması normal ki oyunun ortalarına doğru öğrendiğiniz birkaç kilit bilgiyle beraber taşlar yerine oturuyor ve hikâye ivme kazanıyor. Oyun biraz biraz açılıp geriniyor ve insanı içine daha başarılı bir şekilde çekebilmeye başlıyor ama o noktaya varmak da hatırı sayılır derecede uzun bir süre alıyor. Bu bahsini ettiğim eşiğe varabilirseniz gerisini getirirsiniz sanıyorum ama hikâyenin genelini beğenip beğenmeyeceğiniz “sevgi ve dostluk her şeyin üstesinden gelir” mesajlı anime senaryolarını ne kadar sevdiğinize bakacaktır. Ha şu kadarına eminim, salyangoz hızında yürüyüp karanlık bir ortamda milletin geçmiş dramlarını seyrettiğimiz anı tamiri sekanslarını sevmeyeceksiniz. Bunlar senaryoya dair önemli ipuçları içerip karakterlerin arka plan hikâyelerini anlattıklarından mevzuyu daha iyi anlamak adına önemliler. Ancak sayıları epey fazla ve ne zaman bir tanesine başlasanız, arkaya oyunun biricik “dram müziği” veriliyor. Tam AAA fiyatından sattıkları oyuna az daha para harcayıp daha fazla müzik besteletmedikleri için “dram müziğini” duyduğunuz anda başınızı kaldırıp yukarıdaki zat ile hayal kırıklığı belirten diyaloglara girmeye başlıyorsunuz.
Müziklerin oyuna genel etkisi bu şekilde; oyunun albümü sadece anı sekanslarında çeşit yoksunu kalmıyor, oyun boyunca aksiyon, dram ve “işler ciddiye bindi” anlarında dinlediğimiz parçalar her daim aynı. 30 saatlik, uzun soluklu ve bolca sinematik barındıran bir oyunda bu, hikâyenin samimiyetini baltaladığı için büyük bir eksi bana kalırsa.
Unreal Engine ile yapılan oyunun görselliği aslında hiç fena değil başlarda. Özellikle ilk açıldığında, kullandığı anime tarzı göz önüne alındığında epey güzel gözüken bir çevre ile karşılıyor bizleri. Ancak problem, nicel görsel kalitenin değilse bile tasarımların pek ölü olmasında. Şöyle anlatayım; zaten tasarım gerektirmeyen kar ve kum fırtınalı bölümlerle Anor Londo’nun (orijinal ismiyle anmak gerek) ve devasa bir kalenin ötesinde, sürekli farklı renklerde kayalık mekânlarda takılıyor gibiyiz. Bir mor mağaradayız, bir sarı mağarada… İkinci oyununun indirilebilir içerikleri ile farklı mekan tasarımlarının suyunu çıkarmış olan Borderlands, üçüncü oyununda beni hala sürüyle farklı mekana götürebiliyorsa Code Vein’in yarı fantastik, yarı bilim kurgu dünyası da biraz çeşitlilik sunsun be kardeşim. Kısacası düşmanlar ve savaşlar birbirinin ne kadar aynı hissettiriyorsa, mekânlar da benzer şekilde aynı hissettiriyor. Performans ise genel olarak stabil. Ani ve güçlü FPS düşüşleri oluyor ama nedense bunlar hiç savaş sırasında başıma gelmedi. Genelde mekânlar arasında geçişlerde karşıma çıktılar, o yüzden problem etmedim.
CODE VEIN şeceresi bu şekilde. 23-24 saat civarı bir sürede temizleyebileceğiniz ancak ötesine de uzatabileceğiniz bir yapım olarak paket içeriği ile de muadillerinden güçsüz. Kötü olmayan ama “esinlendiği” elementleri eşdeğer derinlikte kullanamamış, muadillerinden farklı yaptığı şeyleri ise yeterince parlatamamış bir oyun karşımızda. Eğer piyasaya çıkan her Souls-like oyunu oynamak görmek yönünde bir amacınız yoksa, almanızı tavsiye edebileceğim bir yapım değil. Dark Souls zor olmasa nasıl olurdu görmek için deneyip bakabilirsiniz ama ne gerek var? Çok daha ucuza Nioh alın ölene kadar oynayın.
Başlıklar
CODE VEIN, Souls formülüne kendi eklediği sistemleri daha verimli kullanabilse ve kullandırtabilse, benzeri oyunlar arasında adını duyurmayı hak edebilirdi ancak mevcut hali bir boy kısa kalmış.
- Blood Code sistemi
- Anlam ifade etmeye başladığı noktada ilginçleşen hikâye
- Fiyata oranla uygun paket içeriği
- Kör göze parmak Dark Souls “esinlenmeleri”
- Gereksiz karmaşıklıkta mekânlar
- Savaşlardaki tekrar hissiyatı
- Bir noktadan sonra aşırı bayan müzikler
bence bu oyun 7 puanı hak ediyor ne daha aşağısı ne yukarısı.