DOOM Eternal: The Ancient Gods - Part One - İnceleme
Nerede kalmıştık?
Sadece bu yıl değil, son zamanlarda oynadığım en iyi FPS’ydi DOOM: Eternal. İnsanı soluksuz bırakan çatışmaları, hiç dinmeyen aksiyonu ve arka arkaya yaşattığı adrenalin patlamalarıyla her saniyesi dolu doluydu. id Software çıtayı öyle bir seviyeye çekmişti ki bundan iyisinin yapılamayacağı görüşündeydim. Meğer çok yanılmışım… Ben ne bileyim FPS’nin babalarının The Ancient Gods’la kendi çektikleri çıtanın bile üstüne çıkacağını?
Rip(ped) and Tear(ed)…
The Ancient Gods, hemen ana oyunun bittiği noktadan başlıyor. Doomguy’ın amansız savaşı sonucunda cehennem ordularının dünyayı istilası sona ermiştir. Ama bu sefer de tüm dengeler altüst olmuş, zebaniler cenneti basmış ve her tarafı talan etmiştir. Artık tüm boyutları ele geçirmelerine engel olabilecek kimsecikler kalmamıştır. Yaratılmış bütün varlıkların kaderi tehlike altındadır. Ve bunu durdurabilecek tek bir kişi vardır: B. J. Blazko… aman, şey… Doomguy.
The Ancient Gods toplamda üç bölümden oluşuyor: Okyanusun ortasındaki koskocaman bir tesis olan UAC Atlantica Facility, cehennemin pusla kaplı bataklıkları Blood Swamps ve zebaniler tarafından istila edilen Urdak (cennet) bahçeleri. Bu sayı ilk başta biraz hayal kırıklığı yaratıyor, biliyorum ama kazın ayağı hiç de öyle değil, merak etmeyin. Zira bölümlerin her biri ana oyundakinden daha uzun ve çok katmanlı olarak tasarlanmış. Öyle ki DLC’yi bitirdiğimde kronometrem 10 saate yakın bir oynanış süresine işaret ediyordu.
Oyunun başında, kısa bir giriş videosunun ardından kendimizi Atlantik okyanusunun dalgalı suları üzerindeki UAC tesisinde buluyoruz. Ve sadece birkaç adım atmamızla birlikte envai çeşit iblisin topyekûn saldırısına uğramamız bir oluyor. Ama ne saldırı! Aman yarabbim, yok böyle bir zorluk! … Abartmıyorum, ana oyun DLC için bir eğitim görevi kalmış âdeta. Çünkü The Ancient Gods’ta ne bir ısınma görevi var ne de bir alıştırma. Oyundaki bütün silahlar elimizin altında, bütün yeteneklerimiz de açık olduğundan karşılaştığımız düşmanlar da buna uygun olarak en kallavi olanlardan bir demet hâlinde hazırlanmış.
Neredeyse tesise adım atar atmaz Arachnotron, Cyber Mancubus, Dread Knight, Baron of Hell demeden ana oyundaki bütün ağır toplar ikişer-üçer üstümüze çullanıyor. Tesis dar, kaçacak yer az; yanlış bir adımınızda okyanusun sularına çakılmanız işten bile değil. Eh, bir de üstüne oyunun kontrollerini unuttuğum eklenince (8 ay olmuş oynamayalı) ilk yarım saat boyunca ölümlerden ölüm beğendim resmen.
Açık konuşmak gerekirse bu durum ilk başta beni fena yıldırdı. On adımda bir ölmek, aynı çarpışmayı beş kere falan baştan oynamak hiç de eğlenceli bir durum değil takdir edersiniz ki. Baktım olacak gibi değil, hangi silahın hangi tuşa atandığını bile güç bela hatırlıyorum, ana oyuna dönüp ilk bölümü baştan oynadım ben de. Ama kas hafızamı tazelemem de fayda etmedi. Sonunda yiğitliğe çokomel sürdürüp zorluk seviyesini bir tık aşağı çekmek zorunda kaldım (İnceleme yetişmeyecekti yoksa). İşte oyun O KADAR zor. İnanmıyor musunuz? Eh, totem tarafından yenilmez kılınan iki Marauder, iki Tyrant ve durmadan yeni düşmanlar çağıran bir Archvile ile AYNI ANDA kapıştıktan sonra görüşelim o zaman. Yaa, yaa…
Neyse ki ikinci bölüm olan Blood Swamps’a geçmemizle geniş alanlar geri dönüyor, keyfimiz de biraz daha yerine geliyor. Çevre tasarımı ve müzikler anlamında ilk bölümden çok daha başarılı bulduğum bataklıklar aynı zamanda yeni düşmanlardan ilkine de ev sahipliği yapıyor: Spirits (Ruhlar). Diğer düşmanların içine kaçan (evet, ne var?) bu arkadaşlar ele geçirdikleri iblislere muazzam bir hız ve güç katıyor. Karşıdan hızlı çekimde koşarmışçasına, yaldır yaldır gelen bir Hell Knight’la karşılaşmak küçük dilinizi yutturan bir tecrübe oluyor, emin olun. Ruhları yok edebilmek için önce bu süper zebaniyi öldürmemiz, sonra da başka bir iblisin içine kaçmadan önce ruhu “microwave beam” ile, Hayalet Avcıları’nı feci andırır bir şekilde yok etmeniz gerekiyor. Söylemesi yapmasından kolay tabii… Bu bölümün sonunda insanı kafayı yedirtecek türden bir boss savaşı bulunuyor.
Üçüncü ve son bölümdeyse Urdak’ın nehirleri ve şelalelerinden şarap akan bahçelerine gidiyoruz. Burada da oyundaki diğer yeni düşmanımızla, Blood Maykr’la tanışma şerefine nail oluyoruz. Yozlaşmış bir melek olan Blood Maykr demirden asasıyla üstümüze Zeus, Odin ve Father ne verdiyse bir sürü yıldırım yağdırıyor. Bu da yetmezmiş gibi etrafını bir kalkanla kuşattığı için sadece ateş ettiği zaman vurabiliyoruz kendisini. O da başından… Urdak hem ağaçlıklı kısımları hem de teknolojik Maykr binalarıyla güzel, keşfedilmesi eğlenceli bir bölüm olmuş. Bu bölümün sonunda yine akıllara zarar bir boss savaşı daha var.
E hani bunun devamı?
The Ancient Gods: Part One, adından da anlaşılacağı üzere, DOOM: Eternal’ın hikâye DLC’sinin sadece ilk kısmı. Üç bölümü bitirip son boss’un da defterini dürdüğümüzde oyun bizi merak uyandırıcı bir sonla ve cevaplanmamış tonla soruyla baş başa bırakıyor. Bunlara yanıt bulabilmek içinse ikinci kısmı beklememiz gerekecek. Buna rağmen 10 saatlik içeriğinin yeterince doyurucu olduğunu belirtmem gerek.
DLC’de yine ana oyunda olduğu gibi toplanabilir elyazması sayfaları, anahtarını bulduğunuz takdirde açılabilen Slayer Gate’ler, gizli çatışmalar ve Doomguy’a ekstra yetenekler bahşeden 3 yeni rün var. Ancak toplanabilir oyuncak figürlerin ve plakların yerinde yeller esiyor maalesef. Gerçi Fortress of Doom’a uğramadığımız için bir anlamları olmazdı herhâlde. Yine de eksikliklerini bayağı hissettim. Onun dışında, beni asıl hayal kırıklığına uğratan şeyse oyunda yeni bir silahın bulunmaması. Hatta Crucible’ı sayarsak bir tane eksik bile… En azından bir tanecik de olsa yeni bir silah ya da yeni ateş etme modları beklerdim şahsen.
id Tech 7 motoru ana oyunda olduğu gibi DLC’de de harikalar yaratıyor. Nice AAA oyun laptopumu cayır cayır yakarken The Ancient Gods’ta azıcık bile ısınma sorunu yaşamadım. Hem de onca muazzam grafiğe rağmen. Ek olarak cesetlerle dolu bataklıklardan tutun da kırmızı kırmızı nehirlerin aktığı cennet bahçelerine kadar her taraf harika çevre tasarımlarıyla dolu. Şey… UAC Atlantica’nın metal koridorları hariç diyelim hadi. Grafiklerle ilgili tek şikâyetim diğer tüm insanların, bilhassa da oyunun sonuna kadar bizimle telsizden konuşan stajyer karakterinin kaplamalarının çok ama çok düşük olması. Sanki Doom 3’ten kalmış gibi bir hâlleri var, acayip sırıtıyorlar.
- Yan karakterlerin yüz kaplamaları böyle bir oyuna yakışmıyor. -
Mick Gordon’un gidişine rağmen oyunun müzikler yine eskisi kadar gaza getirici. Zaten ana oyundakiler ile yeni müzikleri harmanlamışlar. Ortaya yine kulaklarımızın pasını silen bir resital çıkmış.
Son olarak The Ancient Gods’ı ana oyuna sahip olmadan da satın alıp oynayabileceğinizi belirteyim. Ama hem hikâyenin gidişatını anlamak hem de bu manyakça zorluk seviyesiyle başa çıkabilmek için (Hurt me plenty’de, yani normalde oynarken harbiden incitiyor (!) iblisler yahu!) böyle bir şey yapmanızı tavsiye etmem.
Başlıklar
İlk bölümünde zorluğuyla saç baş yolduran, ama sonraki iki bölümüyle toparlayıp keyif veren, 10 saatlik bir tecrübe. Yine de siz siz olun, ilk oynayışınızda zorluk seviyesini her zamanki seçiminizden bir tık aşağı düşürün.
- Soluk kesen çarpışmalar
- Doyurucu oynanış süresi
- Başarılı mekân tasarımları
- Gaz müzikler
- ÇOK zor
- Düşük poligonlu suratlar
- Sadece iki yeni düşman var
- Yeni silah yok