RoboCop: Rogue City - İnceleme
Detroit’in yaman polisi 30 sene sonra tekrar sokaklarda
80’li yıllar aksiyon filmlerinin sürüsüne bereket olduğu zamanlardı. Ne ilginçtir ki bugün “efsane” diye adlandırdığımız karakterlerin çoğu hâlâ o dönemde çekilen dizi ve filmlerden çıkmadır. Mad Max, Yargıç Dredd, Rambo, Ripley, MacGyver… Ama iki tanesi var ki bunlar hep birbirleriyle kıyaslanırdı. Terminatör ile RoboCop’u kastediyorum elbette. Çünkü diğerlerinin aksine ikisi de pes etmek nedir bilmeyen birer sayborgdu ve karşı karşıya geldikleri takdirde neler olabileceği o günün forumları olan kaldırım başlarının ve okul köşelerinin en çok merak edilen konularındandı.
O yüzden Terminator: Resistance’la bilhassa bizim kuşağın gönüllerini çalan Teyon’un sıradaki oyununun RoboCop hakkında olmasına şaşırmamak gerekirdi belki de. Ama ne yalan söyleyeyim, ben şaşırmıştım. Ve bir o kadar da heyecanlanmıştım. Resistance’ta yaptıklarının yarısını bile başarsalar ortaya beni çok memnun edecek bir oyun çıkacağından emindim çünkü. Ben ne bileyim onun katbekat üstüne çıkacaklarını? Ben ne bileyim gelmiş geçmiş en iyi film uyarlamalarından birine imza atacaklarını? Vallahi de atmışlar…
Ölü Ya Da Diri Benimle Geliyorsun
RoboCop: Rogue City kronolojik olarak serinin ikinci ve üçüncü filmlerinin arasında geçiyor. Alex Murphy çoktan delik deşik edilip öteki tarafı boylamış, özel bir operasyonla RoboCop’a dönüştürülmüş ve hem kendisini öldüren adamların hem de Nuke denen uyuşturucunun yaratıcısı olan Cain’in icabına bakmıştır. Ama Detroit sokakları hâlâ suçla doludur. OCP hâlâ şehri yıkıp yerine Delta City projesini getirme hayalleri kurmaktadır. Nuke da hâlâ her köşe başında bulunabilmektedir. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi “New Guy” denen gizemli bir adam şehre ayak basmış, çok büyük planları olduğunu ve en güçlü çeteyle çalışmak istediğini ilan etmiştir. İşte bu yüzden Detroit’teki bütün çeteler en iyinin kendileri olduğunu ispatlamak için ortalığı kasıp kavurmaya başlamıştır. Polis ise her zamanki gibi bütün bunlarla başa çıkamayacak kadar yetersiz durumdadır. Ellerindeki tek koz ise RoboCop’tur…
Rogue City ilk başta klasik bir FPS izlenimi verse de çok geçmeden hiç de öyle olmadığını anlıyorsunuz. Oyuna başlar başlamaz kendimizi az önce bahsettiğim çetelerden birinin bastığı bir televizyon binasının önünde buluyoruz. Hemen yanı başımızda da ilk filmden beri Murphy’nin yanından ayrılmayan, sadık ortağımız Lewis var. Binaya girip RoboCop’un o meşhur müziği eşliğinde haydutların defterini tek tek dürerken acayip gaza geliyorsunuz. Çünkü bu oyunda siper almak, sağa sola atlamak gibi aksiyonlar yok. Onun yerine birkaç yüz kiloluk, metal kaplı vücudumuzla yürüyen bir tank misali çatışmanın ortasına balıklama dalıyor, mermiler zırhımızdan sekerken bastığımız yeri güm güm titreterek etraftaki düşmanları takır takır temizliyoruz. Tabii bu ölümsüz olduğumuz anlamına gelmiyor, ekranın alt köşesinde bir can barımız var. Onu da sağda solda bulduğumuz OCP sağlık paketleriyle doldurabiliyoruz. Çünkü en nihayetinde bu bir oyun…
Mekânlardaki hemen hemen her şey mermilerin etkisiyle parçalanıp yıkılıyor. Kolonların betonları dökülüyor, su sebilleri delinip sızdırıyor, kola makineleri patlıyor, kâğıtlar havada uçuşuyor, uzuvlar kopuyor… Neredeyse F.E.A.R.’a denk bir çevre hasarı mekaniği var oyunda. Sadık tabancamız Auto-9 da oyunda yer alıyor elbette ve yarı otomatik tüfekten bozma bu minik canavarı oyunun ileriki bölümlerinde bulduğumuz devre kartlarıyla geliştirip güçlendirebiliyoruz. Ek olarak düşmanlardan düşen makineli tüfek, pompalı vb silahları da kısa süreliğine kullanabiliyoruz. Etraftaki monitörleri ve tüpleri falan tutup düşmanlara fırlatabiliyor, yumruk atabiliyor, düşmanları yakalarından kaptığımız gibi camdan aşağı atabiliyor ya da duvara vurabiliyoruz.
Bölümde biraz daha ilerleyince karşımıza bazı deliller (çalıntı cüzdan, sahte kimlik vb), çıkıyor ve bunları topladığımızda tecrübe puanı kazandığımızı fark ediyoruz. Bu da bizi yetenek ağacına götürüyor ve oyunda hafif rol yapma elementleri olduğunu keşfediyoruz bu sayede. Bu yetenekler arasında daha güçlü zırh, daha hızlı tecrübe puanı kazanma gibi pasif yeteneklerin yanı sıra metal yüzeylerden kurşun sektirebilme gibi ilginç şeyler de var.
Teslim Ol, Yoksa Başın Belaya Girecek
Peki hepsi bu kadarla mı sınırlı sanıyorsunuz? Hayıııır… İlk bölümü geçtikten sonra oyun bizi Detroit Polis Karakolu’na yolluyor ve o noktada dibiniz şöyle bir düşüyor. Adamlar karakolun tıpkısının aynısını yapmışlar yahu. Giriş salonu, RoboCop’un oturduğu sandalye, brifing odası… Hepsi aynı. Dahası, sadece ortağımız Lewis ile çikolata renkli çavuşumuz Reeds’le yetinmemişler, karakoldaki diğer bütün polisleri de oyuna eklemişler. Estevez, Kaplan, Ramirez… Filmde şöyle bir gördüğünüz, hatta isimlerini bile hatırlamadığınız bu elemanları karşınızda görünce bir dumur oluyor insan. Karakolda dolaşırken de yan görevler açılıyor desem peki? Yav RoboCop’un araç sürüşü ve polis garajından çıkarken arabasının altını rampaya sürtmesi bile aynı. İnanılmaz detaylar var yahu, daha neler neler… Teyon yine dersine çok iyi çalışmış.
Bitti mi? Hayıııır… Karakoldan çıktıktan sonra yarı açık dünya bir Detroit haritasının ortasına atıyor oyun bizi ve kendimizi bir anda yan görevlerin, soruşturmaların ve keşfedilecek sokakların ortasında buluveriyoruz. Çok sık olmasa da şehrin mahallelerinde dolaşırken gelen bir telsiz mesajıyla, biriyle girdiğimiz bir diyalogla veya çalan bir telefonla kendimizi ekstra görevlerin içinde bulabiliyoruz. Eğer her köşe bucağı araştırırsak hırsızların zulalarını bulabiliyoruz. Dükkânlara girip çıkıyor, hatalı park eden arabalara ceza kesebiliyor (ciddiyim) ve denk geldiğimiz çeşitli suçlara müdahale edebiliyoruz. Bazı karakterlerle konuşurken karşımıza seçenekler de çıkıyor ve yaptığımız seçimler oyunun sonuna direkt olarak etki ediyor. Bazen de Sherlock Holmes oyunlarındakine benzeyen ama daha basit bir soruşturma sekansıyla cesetleri tetkik etmemiz, tarayıcımızla etraftaki delilleri aramamız falan gerekiyor.
Bitti mi? Hayııııııır… Şehir sokaklarını arşınladığımız bölümlerin dışında arabamızla farklı olay mahallerine intikal ediyor ve buralarda onlarca çete üyesiyle silahlı çatışmaya giriyoruz. Bu mekânlardan bazıları direkt olarak birinci filmden alınma ve filmleri yakın zamanda izlediyseniz sizi gerçekten de çok güzel sürprizler bekliyor. Hem bölüm tasarımları hem de düşman çeşitliliği beklediğimden çok daha doyurucu. Arada sırada Detroit haritasına geri dönsek de o kadar farklı mekânlara gidiyor, o kadar farklı düşmanlarla çatışıyoruz ki bir noktadan sonra yapımcıları takdir etmeden duramadım. Üstelik hiçbiri oyunu uzatmak için, öylesine konulmuş şeyler değil ve hepsi hikâye içinde oldukça mantıklı bir yere sahip. Oyunun yaklaşık 15-20 saat sürdüğünü ve bu süre içerisinde bir kerecik bile sıkılmadığımı söylesem ne demek istediğimi daha iyi anlatabilirim sanırım.
Bütün bunlara Murphy’nin arada bir arızalanıp kafayı yediği, geçmişinden hatıralar gördüğü sekanslar da eklenince değmeyin keyfinize. Kısacası basit bir FPS’den çok çok daha fazlası Rogue City.
Sadece Dostlarım Bana Murphy Der
Oyunun çok iyi yaptığı bir şey daha varsa o da filmlerin zaman çizelgesini çok iyi tamamlaması. Terminator: Resistance’ta da aynı şey olmuş, çoğu kişi “Üçüncü film bu olmalıydı,” demişti. Aynı şekilde RoboCop: Rogue City de serinin üçüncü filmi olma payesini sonuna kadar hak eden bir yapım olmuş. İlk iki filmin atmosferini buram buram yansıtmakla kalmıyor, üçüncü filmle aralarında çok iyi bir köprü de kuruyor. Murphy’nin insan ve robot yanlarının arasındaki çekişme ve ikilemler de çok güzel yansıtılmış oyuna. Hatta kahramanımızın ne kadar insan ne kadar robot olduğunu diyaloglarımız ve seçimlerimizle biz belirliyor, diğer karakterlerle aramızdaki ilişkilere ve sonuna direkt olarak etki ediyoruz.
Oyun boyunca filmlerdekine benzeyen absürt reklamlar, tuhaf tuhaf haberler ve trajikomik durumlarla karşılaşıyoruz. RoboCop da yine tıpkı filmlerdeki gibi kimi zaman komik kaçan ama bir robot için mantıklı olacak sözler sarf ediyor. Böyle anlarda çılgınca sırıtmadan edemiyorsunuz. Zaten kahramanımızı RoboCop 1 & 2’de karakteri canlandıran Peter Weller’ın ta kendisi seslendiriyor oyunda da. Ve mu-az-zam bir iş çıkarmış kendisi. Aynı şekilde 80’lerin atmosferini de çok iyi yansıtıyor oyun. Koca koca monitörler, videokaset dükkânları, komplo teorileri…
Ama her şey güllük gülistanlık değil tabii. Rogue City yer yer düşük bütçeli bir AA olduğunu hissettiriyor size. En başta da grafikleriyle… Terminator: Resistance’ta olduğu gibi yine geçen nesilden kalma, günümüz standartlarına göre nispeten düşük kaliteli görselleri var oyunun. Karakter modellemeleri yapımcının önceki oyununa göre kısmen daha iyi olsa da saçlar ve suratlar hâlâ Skyrim zamanından hallice. Hakeza bazı karakterlerin seslendirmeleri de öyle.
Oyunun en büyük ikinci sorunu ara sahnelerde yaşanan ciddi FPS sorunları. Bu sahneler oyun içi motorla hazırlandıkları için bazen kağnı hızına düşebiliyor. RoboCop’un yakalayıp sağa sola fırlattığı düşmanlar da kimi zaman duvarların veya tavanın içinden geçip gözden kaybolabiliyor. Ortağımız Lewis’in el bombalarından kaçmayıp öylece dikilmesi de atmosferi baltalayan ve göze feci derecede batan bir diğer etmen.
Ama bütün bunları görmezden geliyorsunuz, inanın bana. Rogue City o kadar keyifli bir oyun çünkü. Hele ki çocukluğunuz 80’li ve 90’lı yıllarda geçtiyse ve RoboCop’un sizin de gönlünüzde ayrı bir yeri varsa… Açıkçası sevdiğimiz klasik eserlerin “modern tüketicilere uygun hâle getirilmesi” ayağına, politik doğrucular tarafından resmen katledildiği şu dönemde (Sözüm size Zaman Çarkı ve Güç Yüzükleri dizileri) Rogue City gibi kaynak materyale bu kadar sadık ve saygılı bir oyunla karşılaşmak gerçekten de bulunmaz bir nimet. Teyon bu işi cidden iyi yapıyor. Ben şimdiden bundan sonra hangi kült karakteri parmaklarımızın ucuna taşıyacağını merak etmeye başladım bile.
Başlıklar
Rogue City sadece şimdiye dek yapılmış en iyi RoboCop oyunu olmakla kalmıyor, aynı zamanda gelmiş geçmiş en iyi film uyarlamaları arasına da adını titanyum harflerle yazdırıyor.
- Güzel hikâye, güzel oynanış, güzel atmosfer
- Basit bir FPS’den çok daha fazlası
- Yan görevler ve ekstra soruşturmalar
- Köklerine muazzam derecede sadık
- Peter Weller!
- Grafikler geçen nesilden kalma
- Lewis’in siper almaması can sıkıyor
- Fırlattığınızda duvarların içinden geçen düşmanlar