Gözünüzden kaçmış olması muhtemel, yeni ya da birkaç yıl önce çıkmış bağımsız yapımcı oyunlarına göz attığımız yazı serimiz “Indie Nöbeti’nin” ikinci bölümüne hoş geldiniz.
Tıpkı ilk bölümde olduğu gibi, Indie Nöbeti’nin ikinci bölümünde üç farklı bağımsız oyuna değindik ve aralarından en önemli olduğuna inandığımız Darkest Dungeon’a kısa bir video çektik.
İyi okumalar, iyi seyirler...
Darkest Dungeon(Tarık Kaplan)
Çıkış Tarihi: 19 Ocak 2016
Tür: Dungeon Crawler
Yapımcı: Red Hook Studios
Platformlar: Windows, Playstation 4, Linux, OS X
Oynanış Süresi: 50+
H.P Lovecraft’ın yazımı korku türünü nasıl şekillendirdiyse, korku oyunlarına da benzer bir etki yapmıştır. Piyasada yalnızca Cthulhu mitosuna sırtını yaslayan kaç oyun olduğuna bakarak kolayca görebilirsiniz bunu. İşin ilginç yanı, bu oyunların çoğunluğu vermek istediği duyguyu gayet başarılı bir şekilde aktarmayı da başarmıştır. Ben bunun sebebini temelin sağlamlığına bağlıyorum. İnsanın merakını gıdıklarken her daim kaybetmekten korkacağı akıl sağlığıyla da oynamayı seven Cthulhu mitosu, korku oyunları için en güzel zemini hazırlıyor çünkü.
Darkest Dungeon da bu temele köklerini salarak üzerinde yükselen bir oyun, ama türüne tam olarak korku diyemeyiz (her ne kadar her tur karakterlerinizden birinin mazoşist olacağından korksanız da). Sıra tabanlı dövüş sistemi içeren bir strateji-macera oyunu daha çok. Atalarımızdan bize miras kalan dev bir şatoyu almak üzere geldiğimiz ufak köyde işlerin oldukça karışık olduğunu görerek başlıyoruz oyuna. Bunların sebebiyse gene bu şatoyu bize miras bırakan yakınımızın halt yemesinden başka bir şey değil. Merakına yenik düşerek evin altına metrelerce uzunlukta tüneller açtıran dikkatsiz yakınımız, uyanmaması gereken şeyleri uyandırmıştır. Ceremesiniyse sadece kendisi değil, çevresindeki herkes ve hatta tüm köy halkıyla doğanın kendisi dahi çekecektir. Ve tabii en çok da biz çekeceğiz.
Sıra tabanlı dövüş sisteminin birçoklarının kulağına sıkıcı geldiğinin farkındayım ama merak etmeyin, Darkest Dungeon’da her biri kendine has 7 yeteneğe sahip olan tam 13 karakter sınıfı, her bir karakterin kendi özel kişiliği, her seferinde yeniden yaratılan oda ve koridorlarıyla asla kendini tekrarlamayan bölümler, bu bölümlerin oluştuğu 5 farklı mekân türü (duruma göre fazlası da açılabiliyor), her keşif sonrasında gelişen özel olaylar, geliştirilebilir silah, zırh ve yetenekler, meşale mekaniği vs. derken oyun her turda yepyeni bir deneyim sunuyor. Gelişim hissinin buram buram hissedilmesinde kalıcı ölüm olmasının da etkisi büyük tabii.
Oyunu özel kılarken Lovecraft’ın vesayetini yaşatan en önemli mekaniklerinden biri “stres” mekaniği. Düşmanlarınızın yaptığı bazı saldırılar karakterlerinizin yalnızca canını götürmekle kalmıyor, streslerini de arttırıyor. Stresi 100’e çıkan karakterler bir kırılma noktası yaşıyor, sonucuysa büyük ihtimalle sadizm, mazoşizm, bencillik, umursamazlık gibi başınızı çokça ağrıtacak özellikler almaları... Üstelik bir de meşale mekaniği var ki, eğer zindanlarda gezerken ışığınız belli bir oranın altına inerse yeni bir meşale yakmanız gerekiyor; yakmazsanız hem düşmanlar güçleniyor hem de partinizin stresi giderek artıyor. Bunun üzerine bir de açlığı, hastalıkları, kleptomanya gibi karakter özelliklerini ekleyin, üzerine de sos olsun diye birbirinden çeşitli, her biri ayrı bir baş belası olan onlarca çeşit düşman ekleyin. Sonuç köy mezarlığında ekstra iş pozisyonu açılması elbette.
Köy demişken, karakterlerinize yeni kıyafetler ve yetenekler almak, kadroda boşalan pozisyonları yeni cengaverlerle doldurmak, akıl sağlığını kaybetmiş, ama şutlamaya kıyamadığınız üyelerinizi akıl hastanesine yatırmak, stresten kafayı yemek üzere olan takım arkadaşlarınızı rahatlamaya yollamak gibi pek çok eylemi her keşfin sonunda döndüğümüz kasabada gerçekleştiriyoruz. Bu hizmetlerin tamamının seviyesini artırmak da mümkün, bunları da zindanlarda topladığımız ve birbirine çevirebildiğimiz özel objeler sayesinde yapıyoruz. Bu da turlar arasında da yapacak çok işimizin olması demek. Zaten genel olarak boş kaldığınız neredeyse hiçbir an yok oyunda.
Zorluğu tartışılmaz olsa da hikâyesiyle (ve özellikle anlatıcı Wayne June’un muhteşem sesiyle) merak duygusunu sürekli tepede tutmayı da biliyor DD. Bitirmek için 50 saate yakın oynamanız gereken bu oyunda bir an olsun sıkılmayacak, en fazla rage-quit atacak, geri girdiğinizdeyse oyunun her turu kaydettiğini fark edip hem saygı duyacak hem de daha çok sinirleneceksiniz. Ama olsun, sinir güzel bir duygudur. Sonuçta hayatın karşınıza çıkardığı dehşetler içinde akıl sağlığı önümüze bir engel çıkarmaktan başka işe yaramıyor, değil mi?
Moirai(Utku Çakır)
Çıkış Tarihi: 26 Kasım 2013
Tür: Macera
Yapımcı: Chris Johnson, Brad Barrett, John Oestmann
Platformlar: Windows
Oynanış Süresi: 15 dakika
Hep konuşulur ya hani, oyunun süresi, oyunun notunu etkilemeli midir diye. Bazı oyunlar vardır ki içine sıkıştırılan 100 saat, oyunu bir balon gibi şişirmekten öteye gidemez. Havası kaçmaya başlayınca, şiştiği gibi söner ve içinin boş olduğu ortaya çıkar. Bazı oyunlar da vardır ki, sizden aldığı iki saat aslında kattıklarıyla ve üzerinizdeki etkisiyle size verdiği iki saattir. Bir de Moirai gibi oyunlar vardır…
15 dakikalık hikayesinde, balon gibi şişmiş oyunların veremediği duyguları ve etkiyi veriyor. Sonundaki sürpriz, bir oyundan beklemeyeceğiniz şekilde. Biliyorum çok belirsiz konuşuyorum, spoiler’ların etrafından, parmaklarımın ucunda seke seke gitmek zorundayım. Moirai öyle bir oyun ki, oyunun bir köyde geçtiği ve köyün sakinleriyle konuştuğunuzdan başka bir özelliğini söylersem, tüm sürprizini bozmuş olurum. Belki oyuna karşı iştahınız kabartabilir diye şunu da ekleyeyim o zaman: Aslında Moirai bir oyun değil.
The Turing Test(Utku Çakır)
Çıkış Tarihi: 30 Ağustos 2016
Tür: First-person puzzle
Yapımcı: Bulkhead Interactive
Platformlar: Windows, Playstation 4, Xbox One
Oynanış Süresi: 5 saat
Turing Testi’nin mucidi Alan Turing’e göre, bir bilgisayar, bir insanı kendisinin makine değil de insan olduğuna inandırırsa akıllı sayılmayı hak etmiş demektir. Teste göre, yapay zeka ve bir insan, testin gözlemcisine gözükmeyecekleri bir odaya girerler. Sonrasında hem yapay zeka hem de insan, gözlemcinin sorduğu sorulara yazılı olarak cevap verir. Gözlemci, gelen cevapların kimden geldiğini bilmez. Testin sonunda gözlemci, aldığı cevaplardan kimin makine, kimin insan olduğuna karar verir. Eğer ki gözlemci, odadakilerin hangisinin makine olduğuna kesin bir cevap veremezse, yapay zeka Turing Testi’nin geçmiş sayılır.
The Turing Test’in de bu testten esinlenen bir hikayesi var. Ana karakterimiz Ava, gelecekte Jupiter’in ayı Europa’ya gönderilen bir ekibin üyesi. Ekibin diğer üyeleri Europa’daki üssü inşa ederlerken Ana derin uykudadır. Ama Ana’nın uykusu, üssün yapay zekası T.O.M. tarafından kısa kesilir. Üsde bir sorun olduğunu anlayan Ana, karşısına çıkan bulmacalar çözerek üssün kaybolan ekibine neler olduğunu anlamaya çalışır.
T.O.M.’un Ana’yı uyandırmasının basit bir amacı var: Üs içindeki bulmacaların hepsi, özgür ve kutunun dışında düşünme kabiliyeti gerektiriyor. T.O.M. her ne kadar devasa bir uzay üssünü tek başına çekip çevirecek kadar akıllı olsa da, yapay zeka doğası gereği, sorunlara getirdiği çözümler bu bulmacalara uygun değil. İşte burada da biz devreye giriyoruz. Bir makinenin asla hesaplayamacağı ve taklit edemeyeceği çok basit bir değişken: İnsan faktörü.
The Turing Test birçok anlamda Portal’a andıran bir oyun. First-person bulmacalar, her an bizle konuşan bir yapay zeka ve şaşırtıcı bir hikaye. The Turing Test’i özel yapan en önemli özellikse, Ava ve T.O.M.’un arasındaki dinamik. Bulmacalar sırasında bu ikilinin diyalogları, günümüzde birçok bilim insanı ve düşünürlerin de aklını kurcalayan sorulardan ibaret. The Turing Test bir derdi ve söylemek istediği fikirleri olan bir oyun. Yolculuğumuz boyunca insanın doğası, makine ve insan ilişkisi, yapay zeka ve ahlak kısıtlamaları gibi birçok ağır konulara dalıyoruz ve bu yolun vardığımız sonuç eminim ki birçoklarını şaşırtacaktır...