Teknolojinin gelişimi oyun dünyasını farklı şekillerde etkiliyor. Grafik teknolojilerindeki gelişimler karşımıza daha etkileyici bir görsellik olarak çıkıyor veya internetin yaygınlaşmasıyla birlikte çevrimiçi oyunların yükselişine şahitlik etmiş olmamızı sayabiliriz.
İşte bu türden bir dönüşüm de daha geniş dünyalarda daha büyük hikayeleri tecrübe edebilmemizi sağlayan bir oyun türünün ortaya çıkışı olmuştu: Açık dünya oyunlar. İlk örneklerini görüşümüzün üzerinden 20 yılı aşkın bir süre geçti ve hazır 2022 içerisinde de güzel örneklerini de görmeye başlamışken biz de bugüne kadar beğenerek oynadığımız açık dünya oyunlarını bir listeleyelim istedik. Açıkçası başta düşündüğümüzden daha zor bir işmiş, oyunları listelemeye başlayınca fark ettim. Tek kalemde 25 tane örnek geliyor aklımıza - ki serileri tek saydığımız durumda böyle, yani aynı serideki birden çok oyunu alacak olsa bu liste iyice kalabalıklaşıyor :)
Listeye geçmeden önce, burada açık dünya oyunlardan bahsederken neleri kastettiğimizi de ortaya koymak yerinde olacak sanki. Hangi oyunları listeye alacağımızı, hangilerini eleyeceğimizi konuşurken Eser “Bizim burada ‘dünyası var kocaman, sağı solu açık’ şeklinde kullanmamamız lazım terimi” dedi -ki bence çok doğru bir noktaya temas ediyordu. Dolayısıyla “sandbox” tarzı oyunlar (Minecraft, No Man’s Sky vs.) bu listenin konusu değil. Keza, bizleri geniş bir haritaya atıp özünde çok da fazla açıklığa yer bırakmayan, mecburi istikamet üzere hareket etmemizi isteyen oyunlar da burada yer almıyor.
Peki, hangi oyunlar olacak bu listede? “Klasik bir oyun türü olarak açık dünya” kategorisine girdiğini düşündüğümüz oyunlardan bir grubunu ele almaya çalıştığımız bir liste bu.
Her listenin olduğu gibi bu listenin de bir sınırı var. O yüzden mecburen sevdiğimiz çok sayıda oyun da liste dışında kaldı. Onlardan da bir sonraki listemizde bahsedeceğiz artık.
Elden Ring
Listenin en yeni üyesi, aynı zamanda da en iddialılarından birisi olmayı başardı. Sizlere bir itirafta bulunayım, ben de bazıları gibi Elden Ring’in çok iyi bir oyun olmakla birlikte bir miktar da abartıldığını düşünüyordum; lakin oynamaya başlayınca ‘belki de abartanlar haklıdır’ derken buldum kendimi :) Henüz çok başındayım, benim için uzun, epey uzun bir yolculuk olacak. Ama şu haliyle bile sevenlerin neden bu kadar çok sevdiğine hak vermem için yeterince fikir edindim.
Bir kere, Souls oyunlarının göz korkutan zorluğunun ardında ‘yeterince sabredersen, verdiğin emeğin karşılığını alacaksın’ formülünün yer aldığını daha geniş bir oyuncu topluluğuna anlatmanın yolunu bulmuşlar, bunu bir kenara not edelim.
Bence öne çıkan yönlerinden birisi de içimizdeki keşif hissine hitap eden bir yanının olması. Tutup da oyuncuya, ‘haritanın şu bölgesine git, şu görevleri yap’ gibi bir yönlendirmede bulunmuyor; tercihi size bırakıyor. İsterseniz benim gibi aynı yerlerde dolanıp durun, vakti gelip de düşmanlarınızın defterini dürmek için yeterince güçlenmenin yollarını arayın, isterseniz Torrent’in sırtında dört nala koşturup yeni yerleri keşfedin; sonuçta mutlaka ilginizi çekecek veya yapmaktan hoşlanacağınız bir şeyler olacak.
Bu toprakları cazip kılan bir detay da yine bizim kazıp keşfetmemizi bekleyen bir hikâyeye (hatta hikayelere) ev sahipliği yapması. Bloodborne’u da benim için güzel kılan yanlardan birisi, bir nakış gibi ince ince işlenmiş bir hikayeyle etrafımızı sarmış olmasıydı -ki Elden Ring de bu yoldan ilerleyen bir oyun olmuş.
Uzun lafın kısası; hikayesi, merakımızı tetiklemek ve keşif duygumuzu tatmin etmek konusunda elini kuvvetlendiren açık dünyası ve elbette Souls oyunlarının vazgeçilmez formülünden geri adım atmamış olmasıyla ulaştığı başarıyı ve övgüyü sonuna kadar hak eden bir oyun Elden Ring.
Metal Gear Solid V: The Phantom Pain
Konami ile Kojima’nın yolları ayırması, MGS5’in acele bir şekilde tamamlanmasına yol açmış olabilir; ama bu olumsuz tabloya rağmen ortaya çok iyi bir oyun çıktığını gördük.
Açık dünya formülünün MGS serisinde işleyip işlemeyeceği sorusuna çok güzel bir cevap niteliğindeydi. Görevlere yaklaşım konusunda sağladığı serbestlik muazzamdı. Hedefi söylüyor ve gerisini size bırakıyordu.
Sunduğu türlü silah ve ekipman ile olduğu kadar coğrafyanın sunduğu imkanlarla da göreve çok farklı şekillerde yaklaşmanızı mümkün kılıyordu. İsterseniz otlar arasından sessizce sürünerek sızın düşman üssüne, isterseniz bir yükseltiden gözünüze kestirdiğiniz düşmanları indirerek sayıca azaltın ve savunmayı kırın. İster topla tüfekle hücum edin ister susturucu tabancanızla sessiz ama derinden ilerleyin.
Etkisiz hale getirdiğimiz düşmanları bir yerlere saklamak oyunda en sık yaptığımız şeylerden birisi olabilir; peki ya dikkat dağıtmak için bu askerlerden birisini görülebileceği bir noktaya bırakıp arkadaşlarının onun başına toplanmasını sağlamak ve ortalıkta bir yaygara koparken ters köşeden, hiç çaktırmadan hedefinize doğru yol almak gibi bir stratejiden niye yararlanmayasınız ki?
MGS V, oyuncuları görünen veya görünmeyen duvarlar arasında bir koridorda koşturup durmak zorunda bırakan oyunların aksine, o duvarları yıkıp geniş bir haritada da aynı heyecanı yaşatabileceğini ve bunu çok daha iyi yapabileceğini gösteren bir oyun olmuş; bizleri tam da vadettiği gibi bir espiyonaj hikayesinin başrolüne yerleştirmeyi başarmıştı. Dolayısıyla, bu listede de hak edilmiş bir yere sahip.
The Elder Scrolls V: Skyrim
Bethesda, oyun dünyasını yaratıp onun içini ilgi çekebilecek irili ufaklı pek çok hikayeyle doldurmayı çok iyi başarıyor. Skyrim de bu konuda örnek olarak gösterilebilecek bir oyun.
Akla gelebilecek (hatta gelmeyecek) hemen her platforma çıkması hiç de boşuna değil. Üzerinden bunca zaman geçmesine karşın halen ilgi çeken, halen birçok oyuncu tarafından oynanan bir oyun. Bunu sağlayan şeylerden birisi de başta belirttiğim gibi, oyuncuları her bir köşesini araştırmaya, incelemeye teşvik eden dünyası.
Hiç beklemediğiniz anda, kendinizi yepyeni bir maceranın içerisinde bulabiliyorsunuz. Şöyle bir selam verip çıkayım dediğiniz yerden aldığınız bir görevin peşinden onlarca saat koşturuyor, sonra bir başka göreve bulaşıyor, bu sefer de bu göreve saatler harcıyor, tam bitti derken de bir başka göreve bulaşıyor ve kendinizi böyle sonu gelmeyecekmiş gibi görünen bir döngünün içinde buluveriyorsunuz.
Skyrim’i hoş kılan özelliklerinden birisi de yine Bethesda oyunlarının alametifarikası olarak değerlendirilebilecek modlar. Oyuncu topluluğunun yaratıcılığı, tam bitti diyebileceğiniz anda macerayı yeniden başlatabiliyor sizler için. Hal böyle olunca da yıllar sonra bile oynanmaya devam ediyor.
Bitirmeden bir not daha paylaşmış olayım; en sevdiğim oyun müziklerinden birisine de (Bkz. Dragonborn) ev sahipliği yapar kendileri.
Grand Theft Auto V
Tüm zamanların en çok satan oyunları listesinde Minecraft’ın ardından 2. sıraya oturmuş olması ve 100 milyon kopyadan fazla satmayı başaran tek AAA oyun olması zaten pek çok şeyi gözler önüne seriyor. Bu performansını 3 konsol nesline de çıkan bir oyun olmasıyla da destekliyor. Üzerinden çok zaman geçmesine rağmen halen satışlarına doludizgin devam ediyorsa, bunu elbette oyun severlerin beğenisini kazanmasına ve çok geniş bir kitleye hitap edebilmesine borçlu.
Hayali bir ABD şehrinde türlü türlü suça bulaşmak… Aslında hikâyenin özeti bu, öyle değil mi? Peki, niye bu kadar ilgi çekiyor bu seri? Çünkü, Rockstar’ın çok iyi yaptığı bir iş var. Oyuncuyu o hikâyenin içine çekmeyi çok iyi başarıyorlar. Bunu, o şehirde gündelik yaşamı pek çok yönüyle tecrübe etmeye imkân sunarak sağlıyorlar. Yeri geliyor karakterinizin karnını doyurmanın türlü yollarını tecrübe ediyor, bol bol kalori yüklüyor, göbekli bir adama dönüşümünü izliyorsunuz; yeri geliyor yahu böyle olmaz diyerek spor salonlarında alıyor soluğu, fit bir vücuda kavuşturuyorsunuz kendisini. Giyim kuşam da önemli diyerek, mağaza mağaza dolanıyor; sonra da galerileri turlayıp türlü araçtan gözünüze kestirdiğinizi kapıyorsunuz. İşin çatışma ve soygun kısımlarıyla da aksiyon tarafı tamamlanıyor.
Ama GTA serisinin güzel yaptığı bir şey daha var. Kendisinin de bir parçası olduğu ‘Batı tipi’ yaşam tarzını tiye alan ve kimi politik tercihlerin trajikomik yanlarına işaret eden tarafı. Aşırılıklar üzerine güzel bir parodi olarak görürüm çoğu zaman GTA oyunlarını. Aşırı tüketimin, şiddetin, her şeyin cinsellikle ilişkilendirildiği bir kültürün eleştirisi olduğunu dile getiren pek çok yorum görebilirsiniz. Tabii bunun tam aksini iddia edenler de var; cinsiyetçi bir oyun olduğu, kadınların tasvir ediliş biçiminin rencide edici olduğu, şiddeti normalleştirdiği gibi ciddi ithamlara da maruz kaldı bu oyun(lar). Ama bana göre, yapmak istediği tam olarak bu tür aşırılıkları ön plana çıkarıp bu yaşam tarzının defolarını gözler önüne sermek.
Ghost of Tsushima
Assassin’s Creed serisinin Japonya’yı ziyaretini yıllar boyunca bekledik, ama beklediğimiz oyun Sucker Punch’tan geldi :)
Moğolların Japonya’ya gerçekleştirdiği ve başarısızlıkla sonuçlanan iki büyük sefer vardır. İşte bu seferlerden birisini kendisine tema olarak seçip, Tsushima adasında bir samuray destanına götürdü bizleri Ghost of Tsushima.
Kimilerine sıradan gelebilecek bir hikâye anlatıyordu belki ama “ne anlattığınız kadar onu nasıl anlattığınız da önemlidir” tespitini haklı çıkaran örneklerden birisi olduğunu söyleyebilirim gönül rahatlığıyla. Tsushima Adalarının ekranlarımıza ne kadar güzel bir şekilde yansıdığını görünce sevindik elbette. Sonbaharda sararıp solan ve yerlere dökülen yapraklar, baharda ağaç dallarını pembeye boyuyor, sahilde bir fırtına kopuveriyor, tepelerde kar, düzlüklerde yeşil otlar bizleri bekliyordu. Hakikaten tablo gibi sahnelerle bezenmişti oyun.
Samurayların yolunu da o yoldan sapmaya mecbur kalanların halini de gördük. Yeri geldi düşmana meydan okuyup kılıcımızı korkusuzca savurduk yeri geldi gölgelerde süzülen bir ninja olmak durumunda kaldık. Akira Kurusowa filmlerinden alınan ilham oyunun her bir köşesine sinmiş gibiydi. Her yönüyle o havayı teneffüs ettik; Japon tarihini de coğrafyasını da kültürünü de buram buram soluduk. Böyle olunca da akıllarımızda yer etmesi kaçınılmaz bir hal alıyordu, sizce de öyle değil mi?
> Ghost of Tsushima - İnceleme
Assassin's Creed Odyssey
Şimdi tartışmalı bir alana girdiğimin farkındayım, illaki itiraz gelecektir “niye şu oyun değil de bu oyun” diye. Listede bir AC oyunu olması gerektiği konusunda hemfikir olduğumuzu düşünüyorum. Peki neden Odyssey? Serinin son üç oyunuyla birlikte ciddi bir dönüşümden geçtiği aşikâr. Origins ile serinin dönüşümü için ilk adım atılmıştı. Odyssey ise, bence taşları yerine oturtan oyun oldu.
Başlangıçta seriden çok kopuk bir oyun olduğu düşünülebilir, sonuçta ilk suikastçımızın ortaya çıkışından önceki bir döneme doğru yol alıyoruz, Antik Yunan’ı ziyaret ediyoruz. Ama Ubisoft, hikâyeyi ana seriye bağlamak konusunu (ek paketlerin yardımıyla) güzel bir şekilde halletti.Karakterimizin çok sağlam bir savaşçı olması, assassin ruhundan uzaklaştığı yönünde eleştirilse de oyunu gizlilikle oynamamıza engel olan bir şey yoktu, dileyenler yine gölgelerden ilerleyip işini sessiz bir şekilde halledebiliyordu. Oyunu zenginleştirmek ve RYO ruhunu beslemek için eklenen karakter özellikleri; sizi mecburi bir istikamette ilerlemek zorunda bırakmaktan ziyade, istediğiniz yolu benimseyebilmenize imkân veriyordu.
Kahramanımız Kassandra (ya da isterseniz Alexios), oyunun bence bir başka güçlü yanıydı. Şahsen Kassandra’yı seçen grupta yer alıyorum ve bu amazon savaşçısının, seri içinde akıllarda yer eden kahramanlardan birisi olduğuna inanıyorum.
Evet, belki “haritada ikon avcılığı yapıyoruz” diye eleştirilen bir seri haline geldi AC. Ama bu konuda bence çok da acımasız davranmamak gerek, çünkü beklemediğimiz hikayeler sunmak konusunda da bence başarılı bir iş ortaya konuluyordu (Bununla ilgili verebileceğim tonla örnek var, ama başka bir yazının konusu olsun artık :)).
Bu Antik Yunan seyahatimizi zevkli ve ilginç kılmak için de epey çaba sarf edilmişti. Yeri geldi adaları ziyaret ettik, yeri geldi Atina’yı. Filozoflarla sohbet ettik, politikacıların entrikalarına şahitlik ettik, generallerin savaşlarına ortak olduk. Bu ‘büyük hikayeler’ ile yetinmedik, ‘küçük halk’ ile de ilgilendik; yardıma ihtiyaç duyanların yardımına koştuk, dertlilerin derdine derman olduk; irili ufaklı pek çok hikâyede yerimizi aldık. Tarihi pek çok mekânı gördük, hatta tarih yazılırken ortak olduk. Kısacası, AC Odyssey benim için çok zevkli bir deneyimdi.
> Okur İncelemesi - Assassin's Creed Odyssey
Death Stranding
Kojima’nın MGS sonrasında yepyeni bir IP ile karşımıza çıkmak olmasından dolayı çok heyecanlanan, geliştirilme döneminde hakkında çıkan büyük küçük ne kadar bilgi varsa toplayan ve Death Stranding’i dört gözle bekleyen oyunculardandım; o dönem sitede paylaştığımız Death Stranding haberlerine bakarsanız, bu heyecanımı bir nebze de olsa anlarsınız.
O zamanlar, ‘kargoculuk simülatörü’ esprilerini bol bol yapmış olabiliriz; ama sonrasında beklenmedik bir şekilde tüm dünyayı saran bir pandeminin kucağında bulunca kendimizi, o sürreal hikâye bir anda gerçeğe dönüverdi. Evlerimize kapandık. Birbirimizden uzak kaldık. An geldi, sokaklar caddeler boşaldı, o cıvıl cıvıl kentler, hayalet şehirlere döndü. Kojima’nın post apokaliptik dünyası meğer ne kadar da gerçekmiş derken bulduk kendimizi. İnsanlarla bağ kurmanın ne kadar önemli bir ayrıcalık olduğunun altını çizen bir oyundu Death Stranding ve pandemi bize bunu çok acı bir şekilde bir kez daha hatırlatmış oldu.
Ama Death Stranding’i sadece böyle talihsiz bir piyangoyu tutturduğu için en iyi açık dünya oyunları arasında sayacak kadar insafsız değilim, haksızlık edemem bu oyuna. Daha pek çok yönüyle de bu payeyi sonuna kadar hak ediyor.
Ünlü simalara ev sahipliği yapıp gözlerimize, muhteşem müzikleriyle kulaklarımıza hitap etmeyi başaran bir oyundu. Muazzam bir dünya yaratılmıştı, görsel yönden çok başarılı bir oyun vardı ortada. Bu muhteşem görselliğin her bir köşesine, gözümüzün gördüğü her noktaya gidebilmemiz, bu dünyayı sonuna kadar tecrübe edebilmemiz mümkündü. Bütün bunların yanında çok önemli gördüğüm bir özelliği daha bulunuyordu.
Bence Death Stranding’in dünyası çok iyi kurgulanmış, bunun yanında vermek istediği mesajı da mekanikleriyle birleştirmeyi iyi başarmış bir oyundu. Birbirimizden kopuktuk, hiç tanışmıyorduk, ama dünyanın dört bir yanından oyuncularla bir tecrübeyi paylaşıyor, birilerinin yardımını alıp başkalarına yardımcı olabiliyorduk. Uzaktayken de birlikte bir şeyler inşa edebiliyor, bütün bu felaketin ortasında bir umut yeşertmeyi başarabiliyor, birilerine umut olabiliyorduk. Birbirimize teşekkürlerimizi sunmaktan geri kalmıyor, başkalarının takdirini aldıkça adımlarımızı da daha bir kuvvetli atabiliyorduk.
Kojima yine ne yapıp etmiş, oyun dünyasına kendince bir dokunuşta bulunmayı yine başarmıştı. Bu ‘kargo simülatörü’ üzerinden yıllar geçse de kendisinden bahsettirmeye devam edecek, en ufak bir şüphem yok.
Red Dead Redemption 2
İş ‘yaşadığını hissettiren bir dünya’ noktasına geldiğinde RDR 2’nin önüne geçmek çok zor. Rockstar, her bir metrekaresine özen gösterip capcanlı bir dünya yaratmıştı. Onlarca saat boyunca, Vahşi Batı’yı iliklerimize kadar hissettiğimiz, dağıyla taşıyla, türlü türlü hayvanı, çeşit çeşit insanıyla tam anlamıyla yaşayan bir dünya vardı karşımızda. Çeteleri, şerifleri, ajanları, bar müdavimleri, çiftlik sakinleri, sefalet içinde yüzenleri, lüks malikanelerde sefa sürenleri, aklınıza gelebilecek her profilin yer aldığı bir oyun olmuştu. Üstelik doğal yaşam konusundaki çeşitlilik de bundan geri kalmıyordu. Onlarca, yüzlerce hayvan türü oyunda yerlerini almışlardı ve bunlar da kendi yaşam döngüleri içerisinde gül gibi yaşayıp gidiyorlardı, eğer biz müdahale etmez, yollarına çıkmazsak :)
Yolda ilerlerken karşılaştığımız bir kadın, bir sokak arasında önümüze çıkıveren bir adam, ormanda bir fotoğrafçı veya bir hazine avcısı, bir duvarda gördüğümüz veya yerde gözümüze çarpan bir kağıt parçası hiç hesapta olmayan görevlere götürebiliyordu bizleri; yani oyun yan hikayeler, yan maceralar konusunda da hiç fena bir iş çıkarmamıştı.
Ana senaryo ise; tam anlamıyla film tadındaydı -ki zaten oyunun sunumu da Sergio Leone’nin “spaghetti western”lerinden birisinde rol alıyormuşuz gibi hissettiriyordu. Müziklerini es geçmek olmaz; oyunla o kadar iyi örtüşen ve atmosfere o kadar iyi katkı sunan bir müzik listesine sahip ki şapka çıkartılır.
Bir Vahşi Batı filminde neler olmasını beklersiniz? Düellolar, bar kavgaları, çete çatışmaları, şeriften/askerden kaçış sahneleri, banka ve tren soygunları, Kızılderililer… Aklınıza gelebilecek her sahne burada ziyadesiyle mevcuttu. Bir silahşor olduğunuzu hissettirmek için ellerinden geleni yapmışlardı. Bu hikâyenin ayrılmaz parçalarından birisi de atlarımızdı -ki bir at ile sahibinin kurdukları bağı bu kadar iyi yansıtan bir oyuna bir daha ne zaman denk geliriz acaba diye düşünmeden edemiyorum.
Uzun lafın kısası, her şeyiyle dört dörtlük bir oyun vardı karşımızda. Daha anlattıkça anlatırım, ama şimdilik burada kesmiş olayım RDR 2’yi sevmemin 1001 sebebi adlı paylaşımımı :)
> Red Dead Redemption 2 PC - İnceleme
The Witcher 3: Wild Hunt
2015 yılında bizleri nasıl bir sürprizin beklediğinin pek farkında değildik diye düşünüyorum. Evet, ilk 2 oyununu da beğendiğimiz bir serinin 3. oyununun geliyor olmasından dolayı meraklı bir bekleyiş söz konusuydu, ama ileriye doğru bu kadar büyük bir adım atılacağının farkında mıydık, emin değilim. The Witcher 3, inanılmaz bir gelişim gösterip çıkmıştı karşımıza ve efsaneleşen bir oyun haline gelmesi hiç de boşuna değildi.
Aksiyon-RYO tarzının en iyi örneklerinden birisiyle karşı karşıyaydık. Kılıcımızla, kısıtlı Witcher büyülerimizle, iksirlerimiz ve diğer alet edevatımızla gayet zevkli çatışmalar yaşarken, karakter etkileşimi konusunda da sağlam bir performans sergilediğine şahitlik ediyorduk.
Sapkowski’nin hikayesi, çok iyi senaryolaştırılmıştı; büyük bir keyifle tecrübe etmiştik. Bunun yanında, dört bir köşeye irili ufaklı pek çok yan hikâye de serpiştirilmişti, maceralarla dolu bir dünyaya adım attığımızı görmüştük. Haritanın sağında solunda gördüğümüz işaretlerin peşinde koştururken bulmuştuk kendimizi; çünkü biliyorduk ki, oradan çok ilginç bir yola sapabilir, bizi şaşırtabilecek bir maceraya atılabilirdik. Özünde çizgisel bir hikâye varken, bunu bu kadar iyi bir şekilde dönüştürmeyi, farklılaştırmayı ve zenginleştirmeyi başarması takdir edilesi bir işti.
Yan karakterler de çok iyi işlenmiş, hafızalarımızda yer edecek şekilde sunulmuşlardı. Yıllar önce oynamış olsanız bile, bugün isimleri söylendiğinde uzun uzun haklarında konuşabileceğiniz karakterlerdi bunlar.
Bütün bunların üzerine, bir de genişleme paketleri konusunda gösterdiği performans var ki, övmemek mümkün değil.
Sonuç olarak; verdiğimiz her bir kuruşu sonuna kadar hak eden, hatta bizlere ondan fazlasını sunan, pek çok oyun sever için gelmiş geçmiş en iyi oyunlardan birisi (hatta en iyisi) olarak adlandırılan bir oyun oldu The Witcher 3. Sadece oyun severler için bu kadar kıymetli bir oyun olmakla da kalmadı; Polonya için bir milli sembol haline geldi. Dolayısıyla, böyle bir liste hazırlanırken ilk akla gelenlerden birisi de o oluyor.
> The Witcher 3: Wild Hunt - İnceleme
The Legend of Zelda: Breath of the Wild
Son yıllarda oyun dünyasını Souls serisi kadar etkileyen bir oyun daha arıyorsanız, buyurun sizleri bu tarafa alalım. Şüphesiz, Zelda serisi her daim oyun dünyasının en önemli markalarından birisiydi. Ama Breath of the Wild ile o kadar başarılı bir işe imza atıldı ki, kendisinden sonra pek çok benzeri, klonu çıkmakla kalmadı, alakasız oyunlar dahi bir şekilde kendisinden ilham almaya başladılar.
Death Stranding’te hani gözünüzün görebildiği yere gidebiliyorsunuz diyoruz ya, BotW için de aynı şey geçerliydi. Gördüğümüz tepenin zirvesine tırmanabiliyor, sonra oradan aşağıya süzülebiliyordunuz. Elden Ring; sizi özgür bırakıyor, istediğiniz sırayla, istediğiniz düşmanla kapışabiliyorsunuz, istediğiniz yeri ziyaret edip, görevleri istediğiniz sırayla yapabiliyorsunuz veya kafanıza göre dolanıp durabiliyorsunuz ya hani; işte bunların hepsini 5 yıl önce BotW ile de yapabiliyorduk. Bu gibi örnekleri artırabilir, daha pek çok oyundan bahsedebilirim. Bu oyunlar gelmeden önce, BotW geçmiş örnekleri başarılı bir şekilde ele alıp kendisinden sonar geleceklere örnek olacak bir oyun olmayı başarmıştı.
BotW, bizleri özgür kılan bir açık dünya yaratmak konusunda ders niteliğinde bir oyundu bana göre. Etrafınızda gördüğünüz pek çok şey, oyunda yapabileceklerinizi çeşitlendiren detaylar barındırıyordu. Çok basit bir örnek vereyim. Diyelim ki, bir ağacı kesip odun elde ettiniz. Bunu bir silah gibi kullanmak veya ateş yakıp yemeğinizi pişirmek sizin tercihiniz. Şimdi bunda ne var ki, öyle değil mi? Ama nesneler arası etkileşim konusunda öyle detaylar vardı ki, şapka çıkartırsınız. Karakteriniz, karlı tepelerde soğuktan donarken kurtarıcınız olabilir bu odun. Buzlu bir yerde bu ağaç parçasını meşale gibi kullanın ve neler olduğunu izleyin. Ya da tutuşturun bu odun parçasını ve tahtaların üzerine atın, sonra ışıl ışıl tabloyu seyredin. Bu, verebileceğim en basit örneklerdendi. Bunun gibi pek çok alternatif önünüzde uzanıyor, ihtimallerin uçsuz bucaksızlığınızı bir düşünsenize...
BotW; sistemik oyunlara (-ki bir başka yazıda ele alabileceğimiz bir konu da bu) verilebilecek en iyi örneklerden birisi olarak bize muazzam bir tecrübe yaşatmıştı. Böyle bir oyunu nasıl yapabildiklerine halen kafa patlatan birisi olarak, bu listede kendisine büyük bir yer ayırmak durumundaydım, herhalde siz de hak verirsiniz :)
Şimdilik listemizin sonuna geldik, ama elbette burada bitmiyor. Yazının girişinde demiştik ya "ilk anda aklımıza 25 tane oyun geliyor" diye, daha sizlerle paylaşacaklarımız var. O yüzden, 'Falanca oyun bu listede niye yok' diye üzülmeyin, sinirlenmeyin, bizlere kızmayın, listemizin devamını bekleyin :) Elbette, fikirlerinizi paylaşmayı da ihmal etmeyin. Kim bilir, yazıp yazmamak konusunda kararsız kaldığımız oyunlar için yorumlarınız yol gösterici olur, bizim de elimiz rahatlar. Yeni listede buluşmak üzere sevgili Oyungezerler...