Fallout dizisinin başarısını biz de İhsan Tatari'nin yıllar önce yazmış olduğu Fallout Tarihçeleri yazısıyla kutlayalım istedik. Yazının orijinali bundan 9 sene önce, 16 Ekim 2015'te yayınlanmıştı.
- o -
Savaş… Savaş asla değişmez. İlk kez 1997 yılında duyuldu Ron Pearlman’ın dudaklarından dökülen bu meşhur cümle. Ve o zamandan beri dünya bazı oyuncular için bir daha asla eskisi gibi olmadı. Özellikle de kıyamet sonrası senaryoları sevenlere…
22. ve 23. yüzyılda, alternatif bir zaman aralığında geçer Fallout oyunları. Dünya teknolojik anlamda çok gelişmiş ve lazer tabancaları, robot hizmetkârlar, atom enerjisiyle çalışan arabalar gibi pek çok şey icat edilmiştir. Bununla birlikte 1950’lerin kültürüne saplanıp kalmıştır her şey. Arabalar, binalar, kıyafetler, şarkılar, posterler, reklamlar, renk paletleri hep o dönemin havasını yansıtır. Hatta geliştirilen tüm o süper teknolojik aletler bile Uzay Yolu filmlerinden fırlamış gibidir.
Ancak 2050’li yıllarda gezegenin üzerindeki petrol ve uranyum kaynaklarının tükenme noktasına gelmesiyle birlikte Üçüncü Dünya Savaşı’nın eşiğine varılır. Çin Alaska’yı istila eder. Onlara karşı koymak için harekete geçen Amerika’da Kanada’nın kaynaklarını kullanmaya başlar, çok geçmeden de burayı topraklarına katar. Birleşmiş Milletler tüm uzlaşma çabalarına rağmen dağılır ve 2077 yılında küresel bir nükleer savaş başlar. İlk önce kimin saldırdığı belirsizdir, fakat iki saatten daha kısa bir süre içerisinde tüm dünya medeniyetleri ortadan kalkar ve her yer çorak topraklara dönüşür.
Sadece şanslı bir azınlık Vault denilen yeraltı sığınaklarına barınır ve radyasyonun etkilerinden zarar görmeden, dışarıdaki dünyadan bihaber şekilde nesiller boyu buralarda yaşarlar. Ve böylece efsane başlar…
Fallout (1997)
2161, Güney California. Büyük Savaş’tan 84 yıl sonra. Nükleer bombaların patladığı günden beri kapılarını bir kez bile açmayan ve dış dünyayla hiçbir bağlantısı bulunmayan Vault 13 çok ciddi bir sorunla karşı karşıyadır. Yeraltı tesisine su sağlayan çip bozulmuştur ve yenisiyle değiştirilmediği takdirde 150 gün sonra herkes susuzluktan ölecektir. Vault’un idaresinden sorumlu olan yaşlı Overseer’in (Gözetici) elinde tek bir seçenek vardır: içlerinden birini dış dünyaya göndermek.
O biri biz oluyoruz elbette. Görevimizi aldıktan sonra Pip-Boy 2000’imizi kuşanıp neredeyse bir asırdır Vault’u terk eden ilk kişi olarak dünyaya adımımızı atıyoruz. Her taraf alabildiğine çöl, alabildiğine kurak ve ıssız… Hedefimiz doğuda bir yerlerde olduğunu bildiğimiz Vault 15’e ulaşmak ve ellerinde fazladan bir su çipi olup olmadığını öğrenmek. Ancak oraya vardığımızda tesisin tamamen terk edilmiş olduğunu ve içini mutasyona uğramış devasa farelerin bastığını görüyoruz. Böylece soluğu yol üstünde rastladığımız küçük bir kasabada, Shady Sands’te alıyoruz.
Burası oldukça küçük, fakir ve önemsiz bir yerleşim yeri. Ama civardaki kasabalar ve dış dünya hakkında ilk bilgilerimizi burada öğreniyoruz. Anlatılanlara göre Raiders (Yağmacılar) adlı vahşi çeteler terör estirmekte bu topraklarda. Halkın başına musallat olan bir başka bela da radyasyon nedeniyle mutasyona uğramış dev akrepler, yani Radscorpionlar. Civarda hurdalardan oluşan Junktown, kervancıların kurduğu Hub ve Ghoulların kol gezdiği Necropolis gibi şehirler olduğunu öğreniyoruz. Bir de Tandi adında sempatik mi sempatik bir genç kızla ve de dilersek sadık yoldaşımız olacak Ian ile tanışıyoruz elbette…
O noktada oyunun bize sunduğu çeşitliliğin ne kadar zengin olduğunu fark etmeye başlıyoruz yavaş yavaş. İstersek Shady Sands halkına yardım etmek elimizde. İyi bir silahşorsak gidip haydutların kampını basabilir ve hepsini radyoaktif cehenneme postalayabiliriz. Yumruk dövüşünde mi daha iyisiniz? Raiderların liderini teke tek kapışmaya davet etmeyi, onu yenerek kasabaya saldırmama sözü almayı deneyebilirsiniz. Belki de ağzınız iyi laf yapıyordur, ha? O zaman da karizmanızı konuşturabilirsiniz. Ya da hiç umursamadan kendi yolunuza gidebilir ve hepsini kaderine terk edebilirsiniz. Veya tüm kasabayı bizzat katledebilirsiniz de… Hepsi tercihinize kalmış.
Shady Sands’le işimiz bittikten sonra soluğu güneydeki Junktown’da alıyor, burada ister başkan Killian Darkwater’a yardım ederek şehre düzen getiriyor, istersek de mafya babası Gizmo adına onu öldürüp kötü adamların hanesine bir puan daha yazabiliyoruz. Serinin ikonik karakterlerinden biri hâline gelecek Dogmeat ile de ilk kez burada karşılaşıyoruz. Kasaba halkından birinin anlattıklarına bakılırsa “uzun boylu, siyah saçlı, şakakları ağaran, baştan aşağı deri zırh giyen ve pompalı tüfek taşıyan bir adama” (Mel Gibson’ın Mad Max 2’deki görünümü) aittir Dogmeat. Ama söz konusu kişi birkaç ay önce Raiderlar tarafından öldürülmüştür. Eğer üzerimizde Mad Max’i andıran, bir kolu eksik deri zırhlardan varsa veya kendisine yemek verirsek sadık bir yoldaşımız oluyor bu köpecik.
Pek bilinmese de Tycho adındaki bir çöl kolcusunu da ekibimize katabiliyoruz burada. Onun haricinde bir de Boneyard’ta yaşayan Katja var yoldaş olarak yanımıza alabileceğimiz (Bu son ikisinden yıllar boyunca bihaber kalmıştım ben). Ardından kervan şehri Hub’da alıyoruz soluğu ve dilersek “Water Merchants” ile anlaşıp Vault 13’e su gönderebiliyor, ekstradan 100 gün daha kazanabiliyoruz. Burada Harold’la karşılaşıyoruz. Kendisi bir Ghoul gibi görünmesine rağmen öyle olmadığını iddia ediyor ve son derece geveze, bir o kadar da komik bir karakter olduğunu fark ediyorsunuz çok geçmeden. Harold da tıpkı Dogmeat gibi sonraki oyunların çoğunda karşımıza çıkan, kilit bir karakter. Eğer yeterince sabırlı davranır ve ona iyi davranırsanız Richard Grey adlı bir adamla birlikte çıktıkları keşif gezisine dair ayrıntıları öğrenebilirsiniz kendisinden.
Anlattıklarına bakılırsa Harold ilk başlarda Hub’da tüccarlık yapan sıradan bir insandır. Ancak günün birinde kervanlarına saldıran mutasyon geçirmiş yaratıkların sayısında bir artış baş gösterir. Sorunu kökünden halletmeye karar veren Harold, yanına kasabanın doktoru olan ve bu işten onun kadar zarar gören Richard Grey’i de alarak bir grup maceracıyla birlikte yola düşer. Çok geçmeden mutantların Mariposa’daki eski bir askeri üsten geldiğini keşfederler. Fakat işler feci şekilde ters gider ve aralarından pek çoğu mutantlar ile üssün savunma sistemi tarafından katledilir. RichardGrey robotik bir kol tarafından yoğun, yeşil bir sıvının içine atılır. Sıvı Harold’ın da üstüne sıçrar. Bir süre sonra çölde tek başına gözlerini açar, herkes ölmüştür, o ise değişmeye başlamıştır.
Yolumuz eninde sonunda Necropolis’e varır ve burada tamamı Ghoullardan oluşan bir nüfusun yanı sıra Super Mutantlar ile de karşılaşırız. Devasa, yeşil, çok güçlü ama bir o kadar da ahmak olan Super Mutant ırkı son derece kötücüldür. Ayrıca Master denen gizemli biri tarafından yönetilmektedirler. Dahası, pek de hayra alamet olmayan bir nedenden ötürü Vaultları aramaktadırlar! Burada Ghoulların (her anlamda) çarpık lideri Set’i kurtardıktan/öldürdükten ve Super Mutantlar ile çatışmaya girdikten sonra şehrin derinliklerine iner, Vault 12’yi keşfeder, Glowing One denilen aklını kaçırmış Ghoullar ile savaşır (veya saklanarak ilerler) ve uzun zamandır peşinde oluğumuz şeyi buluruz: su çipi. (Bunu bize verilen süre içerisinde başaramazsak Vault 13’ün tüm sakinleri susuzluktan ölüyor). Bu noktada şehrin su pompalarını tamir edip Necropolis’i kurtarmak ya da su çipini alıp onları ölüme terk etmek elimizde…
İşimiz bittikten sonra ilk hedefimiz, doğal olarak, Vault 13. Overseer bizi (özellikle de su çipini) gördüğüne ne kadar sevinse de dış dünyayla ilgili getirdiğimiz bilgileri, bilhassa da Super Mutant haberini oldukça endişelendirici bulur. Sonunda bizi tekrar dışarı göndermeye ve bu tehdidi toptan ortadan kaldırmamızı istemeye mecbur kalır. Bunun için bize iki görev verir: Master’ı öldür, üretildikleri yeri yok et. Vault’un iyiliği için… Eğer zekâ seviyemiz 10 üzerinden 1’se Overseer ile aramızda geçen konuşma şu şekilde gerçekleşiyor:
Böylece tekrardan döneriz çöllere ve bir müddet sonra Brotherhood Of Steel ile ilk karşılaşmamızı yaşarız. Eski ordu mensupları tarafından kurulan Brotherhood, kendilerini geçmiş günlerden kalma teknolojileri toplamaya adamış bir gruptur. Teknolojiye tapıyor, çok mecbur kalmadıkça onu hiç kimseyle paylaşmıyorlar. Özlerinde bir kötülük olmasa da kendilerinden başkasını umursadıkları çok nadirdir. Ayrıca Power Armor denen, muazzam zırhlara sahipler. Super Mutant tehlikesinin ucu kendilerine de dokunduğundan bize yardım etmeyi kabul ediyorlar, ama önce kendimizi kanıtlamamız gerekmektedir. Bizi Glow adı verilen bir bölgeye gönderir ve burayı keşfetmek için yola çıkan ama asla geri dönmeyen bir Brotherhood grubunun akıbetini öğrenmemizi isterler.
Oraya vardığımızda Glow’un tepesine atom bombası düşmüş, eski bir askeri üs olduğunu görürüz. İçeri girebilmek için radyasyon önleyici ilaçlar kullanmamız gerekmektedir, aksi takdirde birkaç dakika içinde ölmemiz kaçınılmaz. Uzun uğraşların ve bolca tüketilen radyasyon haplarının sonucunda keşif grubunun üyelerini bir bir bulmayı başarırız, ne yazık ki hepsi ölmüştür. Bu esnada buranın eski adının West Tek olduğunu, lazer silahlarının ve ilk Power Armor prototiplerinin burada üretildiğini öğreniriz. Bunlara ek olarak devletin Forced Evolutionary Virus (Zoraki Evrim Virüsü) ya da kısaca FEV üzerinde çalıştığını da keşfederiz. Canlılarda bedensel gelişme ve güçlenme sağlayan bir virüstür bu; ancak saldırganlığa yol açtığı, zekâ seviyesini düşürdüğü ve kısırlığa neden olduğu için testlere devam edilmemiştir.
Geri dönmeyi başardığımızda Brotherhood üyeleri kıymetli bir savaşçı ve değerli bir müttefik olduğumuzu kabul edip bizi aralarına alır. Ardından Power Armor, lazerli minigun gibi pek çok ekipmanı kullanmamıza izin verirler. Üste dolaşırken bir Super Mutant otopsisinin sonuçlarına da denk gelir ve kısır olduklarını öğreniriz. Bu esnada Vault Dweller’ın (Vault Sakini), yani bizim namımız çevre civarlarda duyulmaya başlanmıştır. İnsanlar davranışlarımızın sonuçlarına bağlı olarak bize kahraman ya da düşman gözüyle bakar olur. Ama bunun bir de istenmeyen bir yan etkisi vardır elbette: artık herkes Vault 13 diye bir yerin varlığından haberdardır.
Eninde sonunda yolumuz Mariposa Askeri Üssü’ne, yani Super Mutantların üretildiği yere düşer. Burası aynı zamanda Harold ile Richard Grey’in yıllar önce talihsiz olaylarla karşılaştığı yerdir de… Yeteneklerimize göre ister top tüfekle istersek de gizlilikle üsse sızıp burayı yok ederiz. Bu esnada Mariposa’da üretilen FEV deneylerinin savaştan önce buraya aktarıldığını öğreniriz. Dahası, Richard Grey’in günlüğüne denk geliriz. Görünüşe göre ölmemiş, o da Harold gibi mutasyon geçirmiştir; fakat direkt olarak FEV’in içine düştüğü ve aşırı doza maruz kaldığı için çok tuhaf bir yaratığa dönüşmüş durumdadır. Vücudundan çıkan dokungaçlarla etrafındaki hayvanları ve üsse girme talihsizliğini gösteren maceracıları yiyip yutar. Onların zihnini özümseyebildiğini fark eder. Daha sonra bilim adamı kişiliği devreye girer, bilgisayarlara sızar ve FEV hakkındaki gerçekleri öğrenir. Deneylere başlamakta gecikmez elbette. Önce hayvanlarla, sonra insanlarla… İlk denemeleri hüsranla sonuçlanır, çünkü ortaya sadece aptal mutantlar çıkar. Fakat günün birinde radyasyondan fazla etkilenmemiş bir insan yakalar, onu da FEV’e atar ve ilk Super Mutant’ını elde eder. Evet, Richard Grey Master’ın ta kendisidir…
Bir noktadan sonra tüm insan ırkını Super Mutant’a çevirmeyi ve çorak topraklarda birlik (Unity) kurmaya karar verir. Ona göre bu yeni ve zalim dünyada hayatta kalabilecek tek ırk Super Mutantlardır. Ve herkesin birbirini katletmesini önlemek için diğer tüm ırkların yok edilmesi gerekmektedir. Böylece mutantlarını kervanlara saldırtmaya başlar. Bu saldırılardan birinde Morpehus adlı bir adamın yönettiği bir tür tarikata denk gelir, onlardan faydalanabileceğini fark eder ve böylece Children of the Cathedral kurulur. Master katedrali bir paravan, insanları kandırıp yakalamak için bir araç olarak kullanır, tarikat üyeleri ise ona tapar. Master belirli sayıda Super Mutant ürettikten sonra radyasyondan fazla etkilenmemiş insanların peşine düşer, derken Vaultların varlığını öğrenir. Aradığı saf, radyasyonsuz insan stokunu bulmuştur.
Sonunda Children of the Cathedral’in üssünün altındaki Vault 17’de Master ile yüzleşiriz. Dilersek bir bombayla tüm üssü patlatıp onunla konuşmadan işi çözmemiz mümkün. Dilersek de tüm cephaneliğimizi üstüne boşaltabiliriz. Ama en güzeli ona planının tersliğini gösterip kendi kendini yok etmesini sağlamak. Eğer tüm bilgileri toplarsanız Master ile konuştuğunuzda ona Unity planının başarısız olmaya mahkûm olduğunu, çünkü Super Mutantların kısır olduğunu söyleyebiliyorsunuz. Kendisine bunu kanıtladığınızda Master kaderine razı oluyor, ya da bir anlığına da olsa vicdanını ve insanlığını geri kazanıyor ve siz dışarı çıkana kadar bekliyor. Ardından da tüm üssü kendisiyle birlikte havaya uçurarak bu tehdide bir son veriyor. (Ya da ona katılıp Vault 13’ün sonunu getirebilirsiniz de!)
Eve dönme vakti! Vault 13 sayemizde varlığını güvenle devam ettirebilecek! Ama… o da nesi? Overseer neler söylüyor öyle? “Yaptığın her şeye teşekkür ederim ama sen artık Vault 13 için bir tehlikesin. İnsanlar sana bir kahraman gözüyle bakıyorlar ve dışarı çıkmak istiyorlar. Çocuklar gelecek günlerde Vault’u terk etmek isteyecekler. O yüzden gitmelisin. Vault 13’ün iyiliği için…” Böylece karakterimiz sergilediği tüm o kahramanlıkların ödülü olarak evinden sürülür. (Amaaaaa eğer kötü karakter olarak oynadıysanız, Bloody Mess perk’ünüz varsa ve yeterince eksi karma topladıysanız Overseer’i öldürebiliyorsunuz da…) Son olarak seçimlerimizin dünyaya nasıl etki ettiğine dair bir sinematik karşılar bizleri…