Divinity: Original Sin 2 - İnceleme
Tanıştırayım, kendisi yılın rol yapma oyunu olur
Beni haritanın o kısmına sürükleyen şeyin ne olduğunu inanın şu an hatırlamıyorum. Ama işte oradaydı. Sahile vurmuş bir köpekbalığı. Çoğu kişi için önemsiz görünebilecek bir detaydı belki, ne var yani daha önce hiç kıyıda yatan bir balık görmediniz mi? Ben çok gördüm. Ama işte hayvanlarla konuşabilme yeteneğine sahip olduğum için bu tür şeyler ekstradan ilgimi çekiyor çünkü emin olun her hayvanın anlatacak bir hikayesi vardır.
Tam da tahmin ettiğim gibi… Kendisiyle konuştuğumda onu öldürmem için yalvardı bana köpekbalığı. Bak yapma etme, atayım seni denize, daha uzun bir ömür seni bekliyor desem bile dinletemedim. Denizden korkuyordu çünkü. Daha doğrusu denizin içindeki şeylerden. İkna edemedim. Yoluma devam ettim.
Devam ettim ama aklım da hayvancağızda kaldı yahu. Ben kimdim ki acı çeken bu zavallı hayvanın son isteğini görmezden geleyim. Tekrar döndüm sahile ve kılıcımı kafasına indirdim. Bir daha. Bir daha. Öldü. Gayri ihtiyarı üzerine tıkladım, sanki köpekbalığının içinde ne bulacaksam, ilahi ben. Sanırsın ki elmaslar, zümrütler yutmuş. Hayır, içinde sadece tek bir şey vardı. Kopuk bir bacak. Gayet normal. Asıl insan yemeyen köpekbalığından korkacaksın.
İntihara meyilli köpekbalıklarını başka nerede göreceksiniz ki?
Aslında hikayenin burada bitmesi gerekirdi değil mi? Ama elflerin şöyle bir yeteneği var, ceset parçalarını yiyebiliyor ve o kişinin son anlarına dair anılarına erişebiliyorlar. Benim de şansıma grubumda bir elf güzeli, yetenekli bir rogue olan Sebille var. Hemen verdim bacağı, afiyetle yiyiverdi. Meğer bu bir çocuk bacağıymış. Joe, sadece 9 yaşında. Suyun altında beliren bir gölge, belden aşağısında hissettiği o korkunç acı, ciğerlerine dolan su ve kanla renk değiştiren deniz. Üzüldüm tabi ama hayat devam ediyor işte.
Bundan saatler sonra Driftwood kasabasında dolaşırken limanda durup denize bakan iki çocuk fark ettim. Hemen yanlarına gidip konuşmaya başladım, bana bir arkadaşlarının Fort Joy’a doğru yüzmeye gittiğini ama geri dönmediğini söylediler. İsmi Joe muydu dedim, şaşırdılar, nereden bildiğimi sordular. Çocukların orada beklemesine veya umutlara kapılmasına gönlüm elvermedi, Joe’nun artık hayatta olmadığını söyledim. Ölüm fikri bu masum çocuklara çok uzaktı, o yüzden acımasız davranmak yerine içlerini rahatlattım, Joe’nun çok güzel bir yerde olduğunu söyledim onlara. İsteseydim “ohooo Joe’yu solucanlar yiyeli ay oluyor, geriye sadece kemikleri kalmıştır” falan da diyebilirdim ama ne gerek var ki. Çocukların mutlu olması güzel bir şey, o köpekbalığıyla konuşmasam hala arkadaşlarını bekliyor olacaklardı. En azından şimdi etrafta koşturup oyun oynuyorlar.
İşte Divinity: Original Sin 2 bunun gibi nereden geleceği belli olmayan irili ufaklı yüzlerce hikayeyle dolu ve inanın size başıma gelen birbirinden tuhaf, birbirinden çılgın şeyleri anlatmamak için kendimi zor tutuyorum. Hani böyle bir film izler ya da bir kitap okur ve inanılmaz beğenirsiniz, etrafınızdakileri de izlemesi veya okuması için gaza getirmeye çalışırsınız ya. Şu an kendimi tam da öyle hissediyorum. İçim içime sığmıyor Oyungezerler. Ya ama ben dayanamayıp size incelememin spoilerını vereceğim, ne olursa olsun: Divinity: Original Sin 2 efsanenin efsanesi olmuş be! Manyak olmuş! Yalnızca yılın rol yapma oyunu değil, tüm zamanların en iyi CRPG’lerinden biri bu. Şu an tek derdim elimden gelenin en iyisini yaparak sizi bu oyunu oynamak için gaza getirmek. Rol yapma oyunlarını seviyorsanız başınıza gelecek en güzel şeylerden biri bu olacak çünkü; her adımda sizi şaşırtacak, ağzınızı açık bırakacak detaylarla dolu ama hepsinden de önemlisi tamamen özgür olduğunuz bir oyun Divinity: Original Sin 2. Özgürlük dediğim de öyle sadece iyi veya kötü olmak değil, mutlak özgürlük. Çünkü bu öyle bir oyun olmuş ki Larian sanki yapabileceğiniz her şeyi sizden önce düşünmüş ve cevabını hazırlamış. Tek kelimeyle inanılmaz.
Karakter yaratmanın dayanılmaz hafifliği
Beni bilenler bilir, karakter yaratırken kafamdaki şablon çoğunlukla hazırdır. Karakterimin ismi Frost olur, yakın saldırı karakteri seçerim. Kimi zaman barbarian, kimi zaman fighter. İlk oyunda da öyle yapmıştım zaten, Frost ve Scarlett ile ortalığı tozunu attırmıştım. Ama Divinity: Original Sin 2’nin karakter yaratma ekranı ilk oyundan oldukça farklı. Bir kere artık iki karakter değil, tek bir karakter seçiyoruz ve kendi karakterimizi yaratabileceğimiz gibi her bir ırkı temsil eden altı Orijin karakteri arasından da seçim yapabiliyoruz. Bu karakterlerin hikayelerini daha o ekranda kendi ağızlarından dinlemek mümkün ve bunu yaptığımda gördüm ki işim tahminimden daha zor olacaktı. Hangisini seçecektim yahu?!
Fane acayip renkli bir karakter ama onu ikinci oyunuma saklıyorum
İlk oyundaki 11 karakter sınıfına Conjurer, Inquisitor, Metamorph sınıflarının da eklenmesi seçenekleri iyice çoğaltmış. Yani gerçekten de olmak istediğiniz gibi bir karakter olmanızın önünde hiçbir engel yok. Tabi insanın aklı aslında Orijin karakterlerine kayıyor çünkü oyunu bu karakterlerle oynamanın keyfi apayrı. Çünkü her bir karakterin kendi hikayesi ve özel görevleri var ve inanın bana bunları kaçırmak istemezsiniz; oyun deneyimini apayrı bir yere götürüyor çünkü.
“E ne anladım bu işten, kendi karakterimi yaratmak istiyorum ama Orijin hikayelerini de kaçırmak istemiyorum” diye serzenişte bulunmadan önce bir soluklanın bakalım. Bir Orijin karakteri seçseniz bile size herhangi bir sınıfı dayatmıyor oyun; Undead Fane’i mi beğendiniz, kendisi isterseniz bir Rogue da olabilir, Wizard da. Sadece başlangıç becerilerinde belki minik bir uyumsuzluk olur ama bu da pek önemli değil. Haliyle ben de Orijin hikayesini kaçırmamak için kendime ana karakter olarak Ifan ben-Mezd’i seçtim ve Frost yalan oldu. Tüm bu seçimleri yapmak, grubun kalanını planlayabilmek için diğer Orijin karakterlerin yeteneklerini, başlangıç becerilerini falan incelemek yaklaşık 1 saatimi aldı. Üstüne bir de enstrüman seçtirmez mi oyun? Flüt, ut, tambur ve çello arasından yaptığımız bu seçim oyunun müziklerinde bu enstrümanın baskın olmasını sağlıyor; ben ut seçtim ve ortaya çıkan sonuç müthiş oldu.
Divinity: Original Sin 2 daha oyunun içine ilk adımımı atamadan ne kadar derin bir oyun olduğunu gösterdi sağ olsun.
Bu sefer ana hikaye daha ciddi, daha karanlık
Original Sin 2’yi oynamak için ilk oyunu oynamaya gerek yok, çünkü hikaye neredeyse bin yıl sonrasında geçiyor. Tabi ilk oyunu oynadıysanız en azından Source nedir, nereden gelir falan biliyorsunuz ya da bu oyunda Braccus Rex’in ismini duyduğunuzda “onu bin yıl önce ben kesmiştim mehmehmeh” diye bıyık altından gülebiliyorsunuz. Ama oyun zaten size hikayeyi yavaş yavaş detaylarıyla anlattığı için bilgi eksikliğinin hiç önemi yok. Mesela üzerinden asırlar geçmiş olsa da Rex’in öldüğünü bilmeyen ama hala onun laneti altında olan pek çok karakterle karşılaşacaksınız. Onlara durumu açıklarken “yahu Rex’i iki Sourceror öldürdü, haberin yok mu cık cık cık” dediğinizde bahsettiğiniz kişiler ilk oyunda oynadığınız kişiler oluyor. Böyle sevimli atıflar var yani.
Ejderhasız rol yapma oyunu mu, saçmalamayın lütfen
Oyunda mistik güçlerini Source isimli gizemli bir maddeden alan bir Sourceror rolündeyiz. Bu maddenin kullanımı yıllar içinde büyük sorun haline gelmiş çünkü Source kullanımı sonucunda dünyaya başka boyutlardan Voidwoken isminde yaratıklar gelmeye başlamış. Buyursunlar gelsinler de diyemiyoruz çünkü bu yaratıklar gelir gelmez önüne çıkan herkesi katleden pis canavarlar. Toplum da bu yüzden Sourceror’ları suçlamaya başlayınca ortaya Magister isminde bir oluşum çıkmış ve bu ‘toplum polisleri’ Source kullanımını yasaklayıp Sourceror’ları toplamaya başlamışlar. Amaçları güya Sourceror’ları iyileştirmek ve Source ile bağlantılarını kesmek.
Oyunun başında boynumuzda Source kullanımını engelleyen bir tasma ile kendimizi Fort Joy ismindeki ada hapishanesine gönderilirken buluyoruz. Gemide aynı bizim gibi tasmalanmış Source kullanıcıları var, işte bunlar başta seçmediğimiz diğer Orijin karakterleri. Sonra işte kazaydı vesaireydi derken kendimizi adada buluyoruz ve bu karakterlerden istediklerimizi (grubumuz en fazla dört kişi olabiliyor) yanımıza alabiliyoruz. Grubunuzu tam olarak doldurmak zorunda değilsiniz, isterseniz tek başınıza bile oynamanız mümkün. Ama özenle hazırlanmış bir grubun verdiği keyif, aralarındaki diyaloglar falan acayip keyifli oluyor.
Yedi ırkın, yedi tanrısı. Yerlerini alacak olan kişi acaba biz miyiz?
Original Sin 2 bu noktada da o bahsettiğim özgürlük hissini size yaşatmaya devam ediyor işte. Normalde bilirsiniz CRPG’lerde bu tür isimli karakterlerin sınıfı sabittir: Baldur’s Gate’teki Edwin bir Conjurer’dır, Planescape: Torment’teki Fall-from-Grace bir Cleric’tir, Pillars of Eternity’deki Pallegina bir Paladin’dir. Sırf bu yüzden aklınızdaki grup yapısına uymadığı için beğenseniz de gruba alamadığınız karakterler olur. Burada ise konuştuğunuz karakterin, mesela Sebille’in aslında bir rogue olduğunu biliyorsunuz ama size ‘ya bakma benim bıçakları bu kadar iyi kullandığıma, büyü konusunda da hiç fena sayılmam” falan diyor. Yani bu karakterler siz ne isterseniz o oluyorlar, ister battlemage, ister shadowblade. Benim Red Prince’im büyücü mesela, canım Lohse’m ranger. Kafanıza göre.
Oyunun asıl hikayesi aslında son derece derin. Sadece biz değil, diğer orijin karakterleri de aslında birer Godwoken. Yani bizler yedi tanrıların yerine geçmeye aday olan, tanrısal varlıklarız aslında. Zaten hikayede bizi bu yönde yönlendiriyor, yavaş yavaş güçlerimizi keşfediyoruz; kaderimizi gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Ama bir yandan da biliyoruz ki yalnızca tek bir seçilmiş olabilir, yani diğerleriyle er ya da geç karşı karşıya gelme ihtimali var. Bir yandan güç toplarken bir yandan bizi yanımızdakilere karşı uyaran tiplerle karşılaşıyoruz. İşte bu yüzden hikayenin bir sonraki adımında ne olacağını bilememek oyuna apayrı bir heyecan kazandırıyor.
Benim diyen taktik oyunlara taş çıkaran savaşlar
Divinity: Original Sin 2’nin savaşları için tek bir kelime kullanmak istiyorum: şaheser. Bakın ben CRPG’lerde savaş kısmında çok seçiciyimdir, çatır çatır da kusur bulurum. Ama D:OS 2’nin aksiyon puanına dayanan sıra tabanlı savaşları, ilk oyunun zaten sağlam olan sisteminin üzerine eklemeyi başarmış ve abartısız her bir savaş sizi satranç oynuyor gibi hissediyor. Yine hem biz, hem de düşmanlarımız savaş alanını ihtiyacımıza göre manipüle edebiliyoruz. Ortada ateş mi var? Yağmur yağdırıp söndürüyoruz, ardından çıkan duman bir iki tur boyunca görüş açısını engelleyip bizi düşman okçusundan koruyor. Yükseğe çıktığımız zaman menzilli silahımız Huntsman yeteneği sayesinde bonus kazanıyor, aşağıdan yukarıyı vurmak ise zor. Zehir bulutlarını ve yağ varillerini ateşe verebilir, yerdeki suyu dondurup düşmanların kaymasını, hatta donakalmasını sağlayabilirsiniz. Savaş alanını akıllıca kullanmak, savaşlarda başarılı olmanın ilk adımı.
Bu daha bir şey değil, Lich asıl üçüncü karşılaşmanızda terletiyor sizi
İlk oyunun hem normal, hem de Enhanced Edition halini bitirmiştim ve beni adam gibi zorlamış olan savaş sayısı da ne yalan söyleyeyim iki elin parmaklarını geçmemişti. Yine aynısı olacak sandım. Nasıl da yanılmışım! Daha oyunun başlarında bile popoma tekmeyi yiyince savaşların daha zor geçeceğini anladım ama bu kadarını beklemiyordum. Abartmıyorum, başında saatler harcadığım savaşlarla karşılaştım. Oyunun savaşları taktik olarak X-Com’a selam çakıyor, hatta avaz avaz tahtına göz koyduğunu haykırıyor. Tabi oyun her oyuncu seviyesine göre zorluk sunuyor, yani sizi küstürmek gibi bir niyeti yok. Dilerseniz Explorer modunda savaştan çok hikayeye odaklanabilir, ya da benim gibi Tactician modunda saç baş yolabilirsiniz. Hatta tüm grubunuz ölürse silinen tek bir kayıt dosyasına sahip olduğunuz bir mod bile var (aman, benden uzak olsun).
Neyse ki görevlerde kargoculuk yapmıyoruz
Ne olursa olsun bir rol yapma oyununun en önemli kısmı görev çeşitliliği. Tamam ortada bir ana hikaye var ama biz bizi oyunun dünyasına bağlayan o yan öyküleri de çok seviyoruz. Witcher 3’te Kael Morhen Savaşı gibi son derece önemli bir olay sizi beklerken siz dağ, bayır gezerek irili ufaklı görevler yapmıyor muydunuz? Wild Hunt ile yüzleşmek yerine “dur bakayım şu soru işareti de neymiş” demiyor muydunuz? Burada da aynı durum söz konusu işte ve şunu rahatça söyleyebilirim ki görev çeşitliliği, orijinalliği ve sonuca ulaşma yolları bakımından Original Sin 2’nin bir eşi daha yok. Birbirinin kopyası getir-götür görevleriyle işi yok bu oyunun, bir görev diğerine benzemiyor. Sahip olduğunuz her bir yetenek, ırkınız, iki dakika önce öldürdüğünüz bir NPC, sandıktan yürüttüğünüz bir not bile bir sonraki görevin gelişimini doğrudan etkileyebiliyor.
Source tazısı da olsa köpek, köpektir. Bırakın köpekliğini yaşasın.
Divinity: Original Sin 2 resmen bilgisayarınızda masaüstü rol yapma oyunlarının keyfini yaşatıyor ve size sürekli şu mesajı veriyor: her şeyi başarman mümkün değil, ipler tamamen Zindan Efendisinin elinde. Sırf ikna çabalarınız sonuç vermediği için öldürmek zorunda kalacağınız önemli NPC’ler olacak ve “kaydımı yükleyip tekrar deneyeyim” demeniz de işe yaramayacak. Yanınızda rasgele taşıdığınız kırmızı bir top ve hayvanlarla konuşabilme yeteneğiniz sayesinde Source Tazılarının size saldırmasını farkında olmadan engelleyebileceksiniz, “top, top! top” diye havlaşan tazıları görünce kendinizi şanslı hissedeceksiniz. Bir görevdeki önemli bir karakteri öldürüp üzerinde bulduğunuz kolyenin aslında bir anahtar olduğunu belki de şans eseri fark edeceksiniz. Bu anahtar sizi güzel ödüllere ve bir de bir kesenin içinden çıkan tuhaf bir taşa ulaştıracak belki. O taşın başka bir evdeki gizli bir geçidi açtığını bulabilirsiniz de, bulmayabilirsiniz de. O geçidin açıldığı bodrum katındaki zorlu bulmacayı çözdüğünüzde ise tamamen tesadüfen ve oldukça detaylı bir Lich görevinin içinde bulabileceksiniz kendinizi. Offf diyorum ya işte, anlatabilecek olsam neler neler anlatacağım da kendimi tutuyorum.
Yine de şunu söylememe izin verin: Original Sin 2’nin görev çeşitliliği ve harita büyüklükleri baş döndürücü. Tadını çıkara çıkara oynadığınız taktirde (kolay modda oynamayıp savaşlara da zaman ayırdığınızı düşünürsek) rahatça 100 saati devirebileceğiniz bir oyun deneyimine hazır olsanız iyi olur.
Bu 'ufak' harita aslında yalnızca bir mağaracık
Larian’ın sınırları zorladığı dakikalar
Larian Studios, Divinity: Original Sin 2 ile daha önce görülmemiş bir şey yaptı: oyundaki tüm karakterleri seslendirdi. Bakın bu az buz iş değil, milyonun üzerinde kelimeden bahsediyoruz. Diğer rol yapma oyunlarında önemli NPC’ler bizimle konuşur, önemli olaylar sesli olarak aktarılır ama ikinci planda kalanları yazıyla okur geçeriz. Bu oyunda ise öyle bir şey yok. Çoluğu çocuğu, tüccarı, katili, büyücüsü, balıkçısı binlerce karakterin hepsinin de söyleyecek bir şeyi var, hepsi de sizinle çatır çatır konuşuyor ve seslendirmeler de acayip başarılı.
Bu kadar mı sandınız? Oyundaki tüm hayvanlar da tek tek seslendirilmiş yahu! Sonuçta Pet Pal yeteneği sayesinde hayvanlarla konuşabiliyoruz, onların nesi eksik? Bu seslendirmelerin hayvanların karakterine uygun biçimde yapılmış olması (fareler ve tavuklar favorim) Larian Studios’un oyuna gösterdiği özenin net bir göstergesi.
Ayıcığa verdiğimiz tavsiyeler oyunun anlatım zenginliğinin göstergesi
Hayvanlarla konuşabilmek zaten oyundaki etkileşime girilebilecek karakter sayısını bayağı arttırıyor, normalde farkında bile olamayacağınız görevlere erişmenizi sağlıyor. Bunun üzerine size bir de ölülerle konuşabildiğinizi söylesem ne dersiniz? Spirit Vision yeteneğini kazanıp kullanınca bu sefer de ruhları görüp konuşabiliyorsunuz ve yepyeni görevlere yönleniyorsunuz. Oyunu oynarken öyle bir an geliyor ki sanki olması gereken buymuş, tüm oyunlar bu şekilde olmalıymış gibi hissediyorsunuz. Büyük başarı.
Bir parantez de anlatıcıya açmak istiyorum. Daha önce demiştim işte, bu gerçekten de masaüstü rol yapma oyunu gibi bir oyun. Anlatıcıyı da size içinde bulunduğunuz durumu açıklayan zindan efendisi gibi düşünebilirsiniz. Ben anlatıcının normalde de son derece başarılı olan hikaye anlatım tarzından değil de oyunda birkaç yerde gerçekleşen romantik anları anlatış şeklinden bahsetmek istiyorum. Adam öyle heyecanlı, öyle bir ses tonuyla anlatıyor ki resmen o tutkuyu hissediyorsunuz yahu. Anlatıcının tasvir gücü, ekranda açık açık görmeseniz bile bahsedilen eylemin gözünüzün önünde net biçimde canlanmasını sağlayacak (bir Lizard ile öpüşmenin nasıl bir şey olduğunu merak edenlere duyurulur).
Gelelim son sözlere
Divinity: Original Sin 2’yi tek başınıza oynayabildiğiniz gibi arkadaşlarınızla co-op şeklinde de oynayabiliyorsunuz. Bu bakımdan ilk oyunun üzerine çıkıyoruz çünkü onda iki kişi birlikte oynayabilirken şimdi bu sayı dörde çıkmış durumda. Üstüne üstlük oyunun bir de kendi masaüstü rol yapma oyunu deneyiminizi canlandırmanızı sağlayan Game Master modu da var. Oyuna ayırdığım süre içerisinde bu modu deneme fırsatım olmadı ama zaten bunun satın alma kararını etkileyecek bir husus olduğunu düşünmüyorum, bonus gözüyle bakmak lazım.
Meşaleler yanık durmuyorsa üzerlerinde Fireball patlatırsın, bu kadar basit
Bir yandan artık toparlamam lazım ama durmak da istemiyorum, kötü bir ikilem bu. Yaklaşık iki haftadır gece gündür Divinity: Original Sin 2 oynuyorum. Arada bırakın başka oyun oynamak, ara vermek zorunda kaldığımda bile aklım oyunda oluyor. Bir oyunun, oyuncu üzerinde bu tür bir etki bırakabilmesi gerçekten önemli bir başarı. Oyunu oynarken dört sayfa not tutmuşum ve şimdi anahtar kelimelerime bakınca değinemediğim pek çok anı olduğunu görüyorum. Ama olsun, sonuçta bunları veya benzerlerini siz de yaşayacaksınız değil mi? Bugüne kadar yapılmış en etkileyici, en kusursuz rol yapma oyunlarından birini görmezden geleceğinizi sanmıyorum çünkü. Hatta benim karşılaşmadığım bir olayı bana ballandıra ballandıra anlatacaksınız ve ben “ben nasıl görmedim onu” diye hayıflanacağım. Bu da bu derin oyunun güzelliklerinden biri işte.
Yalnızca CRPG sevenlerin değil, taktik savaşlardan hoşlanan oyuncuların dahi aklını alabilecek bir şaheser olan Divinity: Original Sin 2 bundan yıllar sonra bile övgüyle anılacak, buna eminim. Yazı boyunca hiç kusurdan bahsetmedim fark etmişsinizdir belki, gözüme takılan ufak tefek şeyleri zaten eksiler kısmında yazarım ama bunlar oyunun ihtişamını hiçbir şekilde etkileyen şeyler değil. Ben ilk oyun için “Larian Studios’un şimdilik zirve noktası” demiştim ama adamlar çıtayı apayrı bir seviyeye çıkardı. Divinity: Original Sin 3 ile ne olur, inanın kestiremiyorum ama bu oyun bize çok ama çok uzun süre yeter. Tamam hadi yeter bu kadar okuduğunuz, siz de oynayın da azıcık muhabbet edelim!
Başlıklar
İnanılmaz bir hikaye anlatımı, zekanın ön plana çıktığı savaşlar, ince ince işlenen detaylar ve müthiş orijinal karakterler bir araya gelmiş ve ortaya son yılların en iyi rol yapma oyunu çıkmış. RYO seviyorum diyorsanız kendinize bir iyilik yapın ve bir an önce bu başyapıtı oynamaya başlayın
- Oyunun hikayesi gerçekten de sürükleyici ama özellikle yan görevlerin çeşitliliği ve detayları insanın ağzını açık bırakıyor.
- Oyun dünyası inanılmaz derin, yapabilecekleriniz inanılmaz çeşitli; çok rahat biçimde 100 saatten fazla süre harcayıp zerre sıkılmamak mümkün.
- Her savaş farklı taktikler kullanmanızı, savaş alanını ve düşmanınızı çözmenizi gerektiriyor. Başarı hissi mükemmel.
- Görsel detaylar, efektler ve grafik tarzı çok başarılı.
- Oyunun müzikleri ve seslendirmeleri efsane. Başta seçtiğimiz enstrümanın şarkılara dokunuşu bundan sonrakilere örnek olacak kadar başarılı.
- Yetenek ve karakter kombinasyonları önünüze çok fazla seçenek sunuyor, bu da aklınızdaki karakteri yaratma şansınızı arttırıyor.
- Oyunun sunduğu mutlak özgürlük ve her eylemin bir şeyleri etkiliyor oluşu oyunun tekrarlanabilirliğini oldukça arttırıyor. Sebille o kertenkeleyi öldürmese kim bilir neler değişecekti, çok merak ediyorum.
- Görev ödülleri arasından seçim yaparken yalnızca konuşan karakterin eşyasıyla karşılaştırma yapabiliyor, diğer karakterlerin kullandıkları eşyalara bakamıyoruz.
- Bazı görevlerin ilerlemesi için ne yapmak gerektiğini bulmak zor olabiliyor, oyun her adımda elinizden tutmuyor.