Geçen akşam yine Lies of P oynuyordum ve Bahar uzun zamandır duymayı beklediğim o soruyu nihayet sordu: “sen neden hep bu tür oyunları oynuyorsun?”.
“Ne tür oynuyormuşum?” dedim… “Hani Dark Souls gibi olanlar işte, ne zaman görsem böyle bir şeylere denk geliyorum” dedi. Sanki zamanında “Hadi Bloodborne oyna da izleyeyim” diyen kendisi değilmiş gibi.
“E ne oynayayım” dedim. “Yok mu hiç şöyle çiçekli böcekli bir şeyler, sağa sola koşalım, birilerine yardım edelim” dedi.
Parmaklarımla dudaklarına sus yaptım (aslında yapmadım ama yaptığımı hayal ettim). ”Daha fazla bir şey söyleme, var öyle bir oyun” dedim. “Gel hadi şu Wildmender’a bakalım madem.”
Şimdi bu Wildmender’ın tam da Bahar’ın istediği gibi son derece relaks, çiçekli böcekli, dinlendirici, stressiz bir oyun olması gerekiyordu. Sonuçta teması ıssız bir dünyayı, bir çölü hayata döndürmek, bunun için çiçekler ve bitkiler yetiştirmek, su kanalları açmak, toprağı şekillendirmek. Ama oynarken bir stres oldum ki sormayın, sanki tüm dünyanın geleceği omuzlarımdaymış gibi. Dahası, elimden de bırakamadım mereti, oynadıkça oynayasım geldi.
Wildmender’ı çölde geçen, zorlu iklim koşullarında bir yandan hayatta kalmaya çalışırken bir yandan bahçıvanlık yaptığımız bir oyun diye özetlemek mümkün belki ama bu tanım bence biraz fazla basit kalıyor. Bir kere yapmaya çalıştığımız şey sadece günlük ihtiyaçlarımızı karşılayıp hayatta kalmak değil, bu ölü toprakları suların aktığı, envai çeşit bitkilerin yetiştiği, capcanlı bir yeni dünyaya dönüştürmek. Sırf bu da değil, bu esnada bu dünyada yaşayan tanrıları da uyandıracak, türlü türlü kötülükle de savaşacak, yapılar ve eşyalar inşa edeceğiz. Yani anlayacağınız oyunda bizi meşgul tutacak bir ton şey var.
Çölün ortasındaki bir vahanın yanı başında uyandığımızda hiçbir şey hatırlamıyoruz. Karşımızda bir ruh var, ismi Vidyas. Kendisi bize oyun boyunca yardımcı olacak ama onun da isteği bu ıssız çöle yaşamı geri getirmemiz. Önce birkaç sopa, birkaç taş toplayıp bir tezgah kuruyoruz. Sonra yine birkaç basit malzeme kullanarak kendimize bir orak, bir de kürek yapıyoruz. O sırada karnımız acıkıyor tabii, mataramıza pınardan doldurduğumuz suyla suladığımız kaktüsler meyve verince onları yiyoruz (gerçekte de kaktüs meyvesine bayıldığım için sırf buradan bile +1 puan veririm). Sonra da orağımız ve küreğimiz ile başlıyoruz etrafı keşfetmeye, bitki tohumları toplamaya, ölmüş ağaçları parçalayıp malzeme bulmaya.
Topladığımız tohumları su kenarındaki yerlere ektiğimizde kök salıyor ve büyümeye başlıyorlar. Küreğimizle suyun etrafındaki toprağı kazıyor, düzeltiyor ve suyun daha fazla yere akmasını sağlıyoruz. İlk etapta kendimize ufak bir ‘yaşam alanı’ kuruyoruz anlayacağınız. Çiçeklerimiz olsun, yiyeceğimiz olsun, suyumuz zaten var.
Wildmender’ın asıl olayı ise “dur biraz etrafta gezineyim, tüm gün böyle mal gibi güneşin altında yatmayayım” dediğinizde başlıyor. Bakın, bu bir çöl oyunu. Çölde güneş tepedeyken öyle kafanıza göre gezemezsiniz ya, Wildmender’da da gezemiyorsunuz. Gündüzleri çok yoruluyor, çok hızlı susuyorsunuz. O yüzden ya kampınızda gölgelikte, ya etrafta bulduğunuz yapıların içinde veya gölgelerinde zaman geçiriyor, ya da bulduğunuz çeşitli bitkileri (örneğin şemsiye mantarı) kullanarak güneşten koruyorsunuz kendinizi. Oyunda asıl ilerlemeler güneş çekildikten sonra oluyor çünkü hem bu saatlerde ortalıkta daha rahat hareket ediyor, hem de hayaletleri görebiliyoruz.
Hayaletler işin en önemli kısımlarından birini oluşturuyor. Her hayaletin kendi hikayesi var, bazıları bize görev veriyor, bazıları ise Anı Puanı. Bu anı puanlarını yetenek ağaçlarından yetenek seçmek için kullanıyoruz. Farklı hayaletler farklı ağaçlar için puan veriyor, bazıları Survival, bazıları Arcane, bazıları Spiritual. Survival ağacında daha çok hayatta kalmaya yönelik yetenekler, daha iyi eşyalar, daha yeni binalar yapma yetenekleri vs bulunuyor. Spiritual çok önemli; hayvanlarla konuşmak, tıkanmış su pınarları tamir etmek, ölü bitkilere hayat vermek vs hep burada. Arcane’de ise wraith'lere karşı savaşta kullandığınız aynanız, sigil taşı geliştirmeleri gibi yetenekler bulunuyor.
Oyun dünyasında bir boş boş etrafta dolaşan ve yüksek bir yere tırmandığınızda yakınlarda varsa yerlerini görebildiğiniz hayaletler var, bir de mezar taşlarına adakta bulunarak çağırdığınız hayaletler. Biraz ilerleyip yeni yetenekler kazandığınızda bir sunak sayesinde hayaletlerin yerlerini daha rahat tespit edebilmeye başlıyorsunuz. Bunlar sayesinde hem bu tuhaf dünyada neler olup bittiğini daha iyi anlamaya başlıyor, hem de etrafta daha hızlı dolaşmak veya daha verimli işler yapmak için gerekli yetenekleri ediniyorsunuz.
Wildmender kelimenin tam anlamıyla yavaş yavaş açılan, ama açıldı mı da pir açılan bir oyun. Bunun için en başta çok fazla etliye sütlüye bulaşmadan önce Vidya’nın verdiği görevi tamamlayıp, onun 4 parçasını bulmanızı öneririm. Çünkü bu sayede hem size önemli bilgiler veriyor, hem de tanrıları bulmak için yola koyulabiliyorsunuz. Her tanrı size daha hızlı hareket etmenizi, zorlu yerlere daha rahat erişebilmenizi, çölü daha verimli hale dönüştürmenizi sağlayan yardımlarda bulunacak çünkü. İlk karşılaştığınız ve serbest bıraktığınız tanrı olan Naia sayesinde hem diğer üç tanrının (Toprak tanrısı Gleb, Fırtına tanrısı Stryge ve Zaman tanrısı Oros) varlığından haberdar oluyor, hem de kim olduğunuzu keşfetme yolunda önemli bir adım atıyorsunuz. Bu spoiler sayılmaz ama siz bazı diğer tanrıların karşı çıkmasına karşın yaratılmış bir insansınız ve çölün kaderinde de çok önemli bir yere sahip olacaksınız. Sırf bunu bilmek ve tanrıları aramaya çıkmak bile hikayenin nerelere gideceğini acayip merak etmenize neden oluyor, bana öyle oldu çünkü.
Hani başta stres oldum demiştim ya. Buraya kadar aslında dinlendirici bir yapısı varmış gibi değil mi oyunun? Ama durum şu ki, her şeye yetişmeye çalışmak çok zor. Bir şeyler yapmak için zamanınız az, su hiçbir zaman yeterliymiş gibi gelmiyor, sürekli olarak acıkıyorsunuz, yolda gördüğünüz bitkilere su döktüğünüz için mataranız boşaldı diye susuz kalıyorsunuz, başınıza güneş geçmeye başlıyor falan filan. Bu yüzden oyunu dilediğim gibi oynayamadığımı fark ettim mesela, geçitleri tamir edeceğim, malzemem yok. Malzeme toplayayım diyorum, zaman yetmiyor. Bir yandan vahamızın oraya ektiğim bir sürü bitki var, bakımları zor.
Ama oyunun geliştiricisi Muse Games harika bir Zorluk ayarı menüsü koymuş oyuna. Girdim, susuzluk ve açlığı yarı yarıya düşürdüm. Gündüz süresini birazcık azaltıp gecelerin uzunluğunu artırdım. Oyun o kadar güzelleşti ki anlatamam. Yeminle ilk başlardaki stresten eser kalmadı. Yiyeceğimize, içeceğimize, sağlığımıza yine dikkat etmek gerekiyor ama bunlar birinci derecede dert olmaktan çıkınca keşif hissini çok daha güzel biçimde yaşamaya başlıyorsunuz. Ve inanın buna değiyor çünkü Wildmender’ın hikayesi gerçekten keyifli.
Grafiklere dair de bir iki şey söyleyesim var. Yalan yok, oyunun en başında grafiklerin biraz basit olduğunu düşündüm. Ana karakterimiz bile Playmobile setinden çıkmışa benziyordu. Ama sonradan çölüm renklenmeye başladıkça, her tarafta çiçekler açmaya başlayınca, farklı biyomların kendine has efektlerini ve birbirinden farklı görünümlerini gördükçe fikrim hızlıca değişti. Özellikle de geceleri iyice güzelleşen dünya, ruhlar, yıldızlar, çiçeklerin üzerinde biriken esanslar falan derken oyunun kendine has stilize yapısına bir hayli alıştım. Yalnız bazı modeller gereğinden fazla kullanılmış, mesela yapıların çoğu neredeyse birbirinin aynı. Keşke bu bakımdan biraz çeşitliliğe gitmiş olsalarmış, “ben burayı daha önce görmüştüm” hissini silkelemek bir türlü mümkün olmuyor çünkü.
Wildmender tamamen “dünyayı keşfederek yeni kaynaklar bul, sonra o kaynakları kullanarak bahçeni daha da güzelleştir, daha iyi ekipmanlar yap ve bu sayede daha uzaklara gidebil” döngüsü üzerine kurulu bir oyun. En sevdiğim yanı da sürekli olarak ana üssümüze dönmek zorunda olmamız oldu aslında, çünkü başınızın üzerine bir çadır, önüne bir tezgah kurduğunuz her yeri üs olarak kullanabilmeye başlıyorsunuz. Tabii söylememe bile gerek yok, kamp kuracağınız yerlerde su ve yiyecek kaynaklarının bulunması çok önemli.
Peki Bahar beni böyle çiçekli böcekli oyuna bulaştırdıktan sonra ne yaptı dersiniz? İzlemekten sıkıldı :) Wildmender’da düşmanlar da var, belli bir miktar aksiyon da ama bu savaş kısımları biraz fazla basit. Oynayan için heyecanlı anlar yaratabiliyor ama izlemesi o kadar da keyifli değil. Bir de dakikalarca kürekle yeri kazıp hendek yapmamı, suyun az su alan bitkilere doğru dökülmesini sağlamak için yer düzeltmemi seyretmeyi de fazla eğlenceli bulmadı sanırım. Ama ben Wildmender’da vakit geçirmeyi seviyorum. Oyunun sonunu henüz göremedim, kendimi bağ bahçe işlerine kaptırdım mı görev kovalamayı unutuyorum çünkü. Demek ki bünyenin soulslike dışındaki oyunlara da ihtiyacı varmış, bir anda çiçek gibi adam oluverdim.
Başlıklar
Wildmender sıradan bir hayatta kalma oyunu değil, bir çölü güzelleştirdiğimiz ve bu esnada kişisel bir yolculuğa çıktığımız son derece keyifli bir oyun
- Özellikle de gecelerin estetik görüntüsü bir hayli hoş
- Suların akışına müdahale edebilmek, yer kazıp yol yapmak çok eğlenceli
- Zorluk ayarlarının kişiselleştirilebilmesi harika olmuş
- Kurbağalar çok şirin
- Geliştirici ekip her türlü eleştiriyi ve öneriyi dikkate alıyor
- Savaşlar fazla basit, biraz da sıkıcı açıkçası
- Teknoloji ağaçlarındaki bazı yetenekler anlamsız
- Grafikler yer yer kendini fazla tekrar ediyor