Doğan Şafak, hızla salondaki merdivenlerden indi. Ceketini çıkarmıştı ve terden sırılsıklam olmuş gömleğinin bedenine yapıştığı görülebiliyordu. 

İnerken salondaki birçok göz ona çevrilmişti, ancak hala bazı insanlar durumun farkında olmadan konuşmaya devam ediyordu. Saatlerin ilerlemesi ve içilen şarapların artması ile milletin çenesi iyicedüşmüştü.

Şafak müzisyenlere doğru ilerlerken, arkasından gelen adamı hala konuşuyordu: "Ankara'daki en elit insanların bulunduğu bir partiyi dağıtamazsınız efendim. Yarın basında..."

"Evimde bir ya da birden fazla suikastçı serbestçe dolaşıyor ve ben hiçbir şekilde itibarımı düşünecek durumda değilim." Odanın karşısına, ön kapının olduğu tarafa baktı. Çoktan emri almış olan iki görevli etraftaki kalabalığı dağıtarak kapıları kapamaktaydı. Normalde asla yapılmayan böyle bir hareket, gören bazı misafirleri tedirgin etmişti.

Üst kattaki balkondaki depoda iki görevlinin cesedi bulunduğunda, tüm konak güvenliği alarma geçmişti. En önemli soru, bunu yapanın yakaladıkları suikastçımı yoksa başkası mı olduğuydu. Peki ya o adam partiden nasıl kaçabilmişti, bu kadar insanın arasında hem de? Yoksa ihanet adamları arasında mıydı?

Şafak müzisyenlere durmalarını emretti, ancak sesini duyuramayınca elleriyle kesme işareti yaptı. Müziğin durmasıyla kalabalığın dikkati başka bir şeye odaklandı: Merdivenlerden inerek tüm salona yayılan, çok sayıda güvenlik görevlisine.

Şimdi salonda sadece hazırlanan tabancalardan gelen mekanik sesler duyuluyordu. En yüksek balkondaki bir adam, saldırı tüfeğinin son kontrollerini yapıyordu. Dış kapı dahil olmak üzere odadaki tüm çıkışlar en az iki kişiyle korunuyordu. Bu manzara panik ortamı yaratmak için yeterliydi.

Şafak bir süre tüm korumaların hazır olmasını bekledi, sonra emin bir sesle konuştu:

"Bayanlar ve baylar, aramızda benim için gelmiş bir suikastçı olduğu hakkında bilgilendirildik.” Odada endişeli fısıldaşmalar başladı- “Bu durumu kontrol altına alabilmek ve siz değerli misafirlerimi bu tehlikeli vaziyetten kurtarabilmek için, her birinizin tek tek arandıktan sonra dışarıdaki avluya çıkarılmanız emrini verdim. Suikastçılardan kendini teslim etmek isteyen varsa hemen davransın."

Kimse bir şey demedi.

"Pekala öyleyse..."

Şafak ve yanındaki korumaları merdivenden çıkmak üzere arkalarını dönerken, önünde ondan fazla güvenlik görevlisi olan avlu kapısı aralandı. Görevliler, bir yandan düzeni sağlamaya çalışırken bir yandan da en yakındakilerden başlayarak insanları donuna kadar arıyorlardı. Diğer kapılar hala kapalıydı.

Bu kısa ve öz konuşmadan sonra salonu yoğun bir panik dalgası sarmıştı. Şafak'ı öldürmeye gönderilmiş herhangi bir suikastçının aynı zamanda onunla işbirliği yapan misafirlerinden birini öldürme amacı olması da çok yüksek bir ihtimaldi ve bunu kalabalıkta hiç fark edilmeden kolayca yapabilirdi. Herkes diken üstündeydi, kapıya yaklaşmak için yarışırlarken aynı zamanda etraflarından gelebilecek saldırılara karşı tetikteydiler.


Cem, en yüksek balkonda tüfeğini indirmeden bekliyordu. Aslında güvenlik nedeniyle orada duruyor gibi görünmesine rağmen esas görevi bambaşkaydı. Şafak konuşmasını özellikle rahatlatıcı bir biçimde yapmamıştı. Söyledikleri kalabalığı paniğe sokacak kelimelerdi. 

Onun görevi paniğe kapılmayanı bulmaktı.

Böyle biri yoktu. Ama Cem suikastçıları bilirdi ve bir numaralı kuralları çok basitti.

Kalabalığa göre davran.

Kalabalığı iyi analiz et.

Kalabalığın ne yaptığına bak.

Bir başka deyişle, ayrı bir insan olarak değil, bir topluluğun parçası olarak davran.

Topluluk denilen varlığın hisleri, duyguları yoktur. Sadece hareketleri vardır. O hareketler yapan insanlar tarafından belirlenir. Çoğunluk ne yapıyorsa topluluğun yaptığı hareket de odur. Kesindir, yumuşak geçişleri yoktur. Beş kişilik bir masada iki kişi yiyorsa topluluk yemiyordur. Ama üçüncü kişi de yemeye başladığı anda topluluk birden yemek yiyor olur. Bu sırada masadaki bir suikastçının da yapacağı şey yemeye başlamaktır. Tereddüt etmez.

Suikastçı düşünmez. Programlıdır. Makine gibidir. Bir anda paniğe kapılır, bir anda sakinleşir.

Aslında bir suikastçıyı fark etmek, insanla robotu ayırmak kadar kolaydır.

Evet, Şafak konuşmaya devam ederken hedefini bulmuştu. Bir kadındı.

Cem derin bir nefes aldı. Görevi tamamlanmıştı. Herhangi bir sorun olma ihtimaline karşı, gözleriyle kadını takip etmeyi sürdürdü ama silahını indirdi. Bu arada kapıdaki görevlilere de durumu bildirmeyi unutmadı.

***

Reis Paşa Konağı'nda yavaş geçen bir gecenin ilerleyen saatleriydi. Karanlık koridorlardan birinde, yalnız bir adam yürüyordu. Takımının düğmelerini açmış, kravatını bollaştırmıştı. Güvenlik ekibinden olduğunu belirten altın-kırmızı renkli kravat iğnesini çıkarıp cebine koymuştu.

Tam herkesin tetikte olduğu ve işlerin karıştığı bu dakikalarda yalnız olduğu görev yerinden dikkat çekmeden ayrılması zor olmamıştı. Fark edilse de güvenlikten olduğu için kimse bir şey demezdi ama gereksiz yere sorgulanmanın anlamı yoktu.

Bomboş koridoru arşınlayarak bir telefonun önünde durdu. Önce ahizeyi kaldırarak kulağına götürdü, devrede başka bir arama olmadığına emin oldu. Sonra da numarayı çevirdi.

Karşıdaki ses bıkkınlıkla cevap verdi.

"Ankara Emniyet Müdürlüğü?"

Kısık sesle konuştu. "Gaziosmanpaşa'daki Reis Paşa Konağı'ndan arıyorum. Doğan Şafak'ın özel güvenliğindenim. Binada bir suikastçı olduğu tahmin ediliyor, polisin yardımını istiyoruz. Misafirlerin hepsi salonda tutuluyor."

Memurun sesi canlanmış ve ciddileşmişti. Sonuçta her gece mesainin geç saatlerinde böylesine önemli bir ihbar alamıyordu.

"Hemen bildiriyorum efendim." Kısa bir sessizliğin ardından "İsminizi alabilir miyim?" diye sordu.

Polisin arşivine kayıtlı başka bir yasal isim o anda aklına gelmedi, ama nasılsa durum bu kadar acilken dosyalarda onları arayan adamın çok aranan bir suçlu olup olmadığına bakamayacaklardı.

"İsmail." diye konuştu adam. "İsmail Reşit."


Reis Paşa Konağı, 03:45

Avlu kalabalıklaşıyor, salon boşalıyor, Doğan Şafak'ın misafirlerinin aranması işlemi yavaş yavaş sona yaklaşıyordu.

Kırmızı elbiseli bir kadın, kalabalıktan ayrılarak, fark edilmeden avlunun konağın arka koridorları tarafına yakın kısmına ulaşmıştı. Topuklu ayakkabıları ve yağmurdan bozulmuş uzun siyah saçları ona rahatsızlık verse de, ara vermeden geniş adımlarla yürüyordu. Önemli biri olduğu için diğer misafirlerden sonra aranması yetmezmiş gibi, bir de görevliler onu ararken sutyenini ellemekten ayakkabısını çıkarmaya kadar yapabilecekleri her şeyi yapmışlardı. Şüphelenip şüphelenmediklerini merak etti ama sonuçta temiz çıkmıştı.

Merve, kendisini birkaç yıl daha yaşlı gösteren makyajının yağmurla temizlendiğinin farkındaydı. Her ne kadar mimiklerini kullanmasını engelleyen bu rahatsız maskeden kurtulduğuna sevinse de, birinin kim olduğunu sorması durumunda tek çarenin şiddet olacağının da farkındaydı.

İsmail’in bahsettiğisu borusunun olduğu yere gelince, Merve ayakkabılarını çıkardı. Belli olmaması için duvarın iyice dibine kadar iteledi, binanın temeli ile çimlerin ayrıldığı noktadaki hafif çöküntüye sakladı. Ardından boruyu kavradı. Birkaç sonra içinde ikinci kat hizasına gelmişti.

Korkulukları, pervazları kullanarak sağa doğru ilerlerken pencerelerin kulplarında kırmızı bir kurdele olup olmadığına da bakıyordu. Burası konağın çok tenha ve uç bir bölümüydü, bu nedenle Şafak'ın dışarıda bu tarafı gözleyecek adam bıraktığını sanmıyordu. Rahat rahat ilerleyebilirdi.

Ansızın, çok yakınından gelen siren sesleri duydu. Polisler. O anda anladı ki, programın çok gerisinde kalmıştı.

İsmail'in bıraktığı işareti aramaya vakti yoktu. En yakınındaki pervazdan güç alıp kendini içeri çekti. Doğal olarak, hemen yanında o bölgeden sorumlu koruma vardı.

Kısa süre sonra, adam depoyu boylamıştı.

Acele etmesi gerekiyordu. İsmail'in dediği kapıyı aramaya koyuldu.

 

***

 

Her insanın hayatında hatırladığı bir "ilk an" vardır. Bu, ilk anıdan farklı bir şeydir genellikle. Öncelikle, bu “anda” ne olduğu bilinmez, kişiler bile genelde belirsizdir. Sadece akılda kalmış bir görüntü ve belki de birkaç hareket vardır. Bu hatırladığınız en eski anıdan da eski, beyin gelişip yavaş yavaş gereksiz anıları çöpe atarken geriye kalan birkaç karedir.

Yavuz için bu ilk an, iki yaşındaydı.

Bir salon hatırlıyordu. Bu görüntüde sabit olanlar sadece şömine, kolunda bulunduğu annesi ve babasının odaya hızla girmesiydi. Onun dışındaki her şey, bu kareyi aklına getirdiği zamana göre değişiyordu. Bazen duvarda portreler, köşede bir piyano veya annesinin oturduğu bir sedir oluyordu. Bazense sadece düz, renksiz duvarlar.

O zamanlar olanların farkında değildi ama sonradan annesinin anlattıklarına göre, bu anları çok önemli olaylar izliyordu. Muhtemelen, o gün olanlar aklına çok iyi kazınmış ve hafızası anıları saklayabilecek seviyede olmamasına rağmen hala birkaç kareyi hatırlayabileceği kadar derinden etkilenmişti.

Annesinin anlattıklarına göre, babası o gece gelen acil bir haberle eve girmişti. O gireli çok olmadan kapı çalınmıştı. Babası telaşla ne yapacağını düşünürken kapının kırılma sesi gelmişti. İkinci defa çalmamışlardı bile.

Babası annesine Yavuz'u saklamasını söylemiş, o da öyle yapmıştı. Kendisi ise camdan atlayarak pencerenin pervazına tutunmuştu. Annesi hem az önce babasının yaptığı hareketten hem de kapıyı ayağıyla açan üç adamın yarattığı şokla büyük bir çığlık atmıştı. Adamlar bağırarak babası hakkında sorular sorarken, babası bir arkadaki pencereden tırmanarak, diğerlerini kolayca etkisiz hale getirmişti.

Şöminede gizli bir geçit bulunuyordu. Bu gizli geçitten bir ara sokağa çıkmışlar, oradan da kalabalık bir caddede fark edilmeden uzaklaşmaya çalışmışlardı. Ne var ki gecenin o saatinde pek de kalabalık olmadığından polisler tarafından hemen fark edilmişlerdi. Satılmış pislikler, derdi annesi bu kısma her geldiğinde.

Babası; annesi ve Yavuz'a kaçmaları için zaman kazandırırken kendisi geride kalmıştı. Annesi, babasının onu yönlendirdiği adrese gittiğinde diğer suikastçıların da eşleri ve çocuklarının bulunduğu bir barınak olduğunu görmüştü, büyük çoğunluğunu tanıyordu.

(Yavuz bu barınağı hatırlamıyordu, ama hep yer altında, gizli planların yapıldığı bir masa ve bilumum gelişmiş alet-edevatın mevcut olduğu büyük bir salon olarak hayal etmişti. Bu yüzden yıllar sonra arayışı ona buranın aslında şehrin kenar mahallelerindeki bir kebapçı olduğunu gösterince çok şaşırmıştı.)

O akşam kimse uyumamıştı. Gece yarısından biraz sonra babasının ve Murat Amcasının da aralarında bulunduğu bir grup suikastçının hala hayatta olduğu bilgisi gelmişti. Günün ilk ışıklarında ise bu grubun öldürüldüğü haberi tüm aileleri yıkmıştı.

İşte o gece, Doğan Şafak'ın suikastçı katliamını gerçekleştirdiği geceydi. Adamı, kendisine yapılan birden fazla öldürme girişimi derinden yaralamış ve bilinçaltında çok büyük bir paranoyanın doğmasına yol açmıştı. Tüm parasını, Ankara'daki suikastçı kardeşliğinin üyelerini bulup yok etmeye yatırmıştı. O gece daha erken ölen kardeşlerinin yakınları tarafından uyarılıp kurtulabilen az sayıdaki suikastçı başka şehirlere kaçmıştı, çünkü tüm Ankara’yı kontrol altında tutabilecek güçteki Şafak, şehri tehlikeli bir yer yapıyordu.

Bugün ise, Şafak'ın uzun zaman aradan sonra ilk defa yeniden suikastçı görmesiyle bu paranoyası canlanmıştı ve bu da Yavuz’un en büyük silahıydı. Herif mantıklı düşünemiyordu.

Annesi, asla babası ve suikastçılar hakkında konuşmaz, sadece bu hikâyeyi anlatırdı. Ancak onunzamansız ölümünün ardından, kardeşlerinin aksine bir suikastçı olmayan ikinci amcası ona babasının hikâyelerini anlatmıştı. BabasınınEzioAuditore adlı İtalyan bir suikastçıya hayranlık duyduğunu ve kendisi olamasa da, oğlunun onun gibi efsane olmasını arzuladığını söylemişti.

Yavuz yıllar sonra bu suikastçının hikâyelerini okumuştu ve kendisine benzer gerekçeleri olduğunu öğrenmişti. Sonraları, yolu Şafak'a yardım eden hain bir suikastçıyla kesişmiş, herifin cesedinden de babasına ait, şu anda cebinde bulunan madalyonu bulmuş ve bu adamı kendine örnek olarak almıştı.

Yavuz bu düşüncelerle küçücük hücresinin köşesinde oturuyordu. Aklı hızla bir konudan diğerine gidiyor, arada bir de çıkmak için acaba bir yol var mı, diye düşünüyordu. Ama hiçbir şekilde kaçış yoktu odadan.Bağırsa sesini üst kata duyurup duyuramayacağını düşündü, ama sesini duyursa bile Şafak'ın şahsen gelip onu susturma ihtimali, birinin tüm korumaları alt edip onu kurtarmaya gelme ihtimalinden daha yüksek gibiydi.

 

***


Cem, telsizinden gelen öfke dolu sesin söyledikleriyle donakalmıştı. Ses ona hoparlörleri cızırdatan bir tonla aynen şöyle bağırmıştı:

"Karı tamamen temiz çıktı, üstünde kırmızı bir kumaş parçasından başka bir şey yok. Misafirlerin belki de yüzde doksanı dışarıda, serbest halde geziniyor. Ne diyorsun buna?"

Cem büyük bir panikle tüfeğinin dürbününü açarak yeniden içeride kalan insanları tek teksüzmeye başladı. Yok, yok! Başka kimsenin suikastçı olma olasılığı yoktu.

"O olmalı!" dedi telsizinden. "Silahı olmasa bile davranışlarını gözleyin. Eminim!"

"Pekâlâ, Cem ama bir suikastçı silahları olmadan bir hiçtir. Belki Doğan Bey'in konuşmasından sonra aksesuarlarından kurtulmuştur ama sanmıyorum, fark ederdik. Herkes, Zeynep Erdal'a dikkat etsin-- S**tir, siren sesleri!"

Cem bunu duyar duymaz tüfeği ile aksesuarlarını toparladı ve saklayacak bir yer aramaya koyuldu. Şafak'ın polisleri aramış olma ihtimali yoktu, belli ki ortalık karışacaktı. Gözetleme noktasında bıraktığı telsizinden hala boğuk sesler yükseliyordu.

"Birisi Doğan Bey'e haber versin... Şu lanet karı da nerede!”

*** 

Doğan Şafak, her şeyi takip edebileceği ama aynı zamanda tamamen güvende olacağı tek yerde, odasında oturuyordu. Bu binadaki en profesyonel güvenlik görevlisi olan Cem’in getirdiği bilgiyle şok olmuş, bir o kadar da rahatsızlanmıştı. Zeynep Erdal’ın bir suikastçı olma ihtimali yok denecek kadar azdı. Bunun tek açıklaması, birinin kadının kılığına girmesi ve fedailerinin onu fark etmemiş olmasıydı. Böyle bir şey hem güvenliğinde büyük bir açık olduğunu gösteriyordu, hem de basına kendisini karalamak için büyük bir fırsat tanıyordu.

Bunun etkisi daha yeni yeni geçerken, dışarıdaki adamlarından gelen ikinci haber onu daha da sinirlendirmişti ve bu defa da korkutmuştu. Cem’in hala o olduğu konusunda ısrarcı olmasına rağmen, korumalar Zeynep Erdal’ı donuna kadar aramışlar ancak herhangi bir suikastçı aksesuarına veya silahına rastlamamışlardı. Suikastçının bir başkası olduğunu düşünüyorlardı ve daha da kötüsü, bu başkasının bir şekilde kalabalıktan ayrılıp polise haber verdiğini tahmin ediyorlardı, zira polis şu anda kapılarına dayanmıştı.

Neden? Bir suikastçı neden kendini ihbar ederdi, Şafak’ın aklı almıyordu bunu. Tabi eğer, bir şekilde polislerin olması işine gelmiyorsa.

Ona bu haberi veren adam kapısında dikiliyordu. Şafak uzun bir düşünme molasından sonra konuştu.

“Arama çalışmalarınız bitiyor mu?”

“Bitti, efendim. Erdal’a bir an önce gelmek için öncesindeki misafirleri hızlı geçmiştik.” Bunu söylemesi iyi mi oldu, kötü mü oldu, emin değildi.

“Pekâlâ,” dedi Şafak, suratı ifadesizdi. “Polislerin üzerinde eskisi kadar etkim olmasını dilerdim. Bu şerefsizler evimden de çıkmaz böyle bir ihbarın üzerine. A**** koyayım.”

Şafak sık küfreden biri değildi. Fedai bir an için irkildi.

“Efendim…” dedi sessizce. “Affedin ama, belki de polis istasyonu şu anda sizin için en güvenli yerdir. Bu binada şüpheli en az yüz kişi var, hatta kendi adamlarınızı da sayarsanız belki daha fazla.”

“Adamlarımı iyi seçerim. Suikastçı onların arasında değil.”

“Efendim, siz adamlarınızı iyi seçmiş olabilirsiniz.” dedi görevli, sonsuz bir saygı içeren sesiyle. “Ama Cem’in gözüne bir şey çarpmış. Konağın kuzey kapısını iki kişi koruyordu. Normalde burası tek kişinin rahatlıkla kapatabileceği bir yer. İki kişi olması, Cem’in dikkatinden kaçmamış ama yine de çok üstünde durmamış. Son gelişmeleri öğrenince, bunu bize belirtme ihtiyacı duymuş.”

“Yani gereksiz bir kapıyı fazladan bir kişi koruyor. Peki, hangi nokta boş kalmış o zaman?”

“Doğan Bey, önemli olan da bu zaten. Muhammed (Şafak’ın ikinci adamıydı) görev dağıtırken hiçbir yeri boş bırakmadığından emin.”

Şafak donakaldı. “Bu binada ekibimden olmayan ama onlar gibi giyinmiş, serbestçe dolaşan fazladan biri var. Biz bunu nasıl fark edemedik?”

“Aslında, efendim, parti başlamadan hemen önce girmişse o karışıklıkta gözümüzden kaçmış olabilir.”

“Ne demek gözünüzden kaçmış olabilir?” diye böğürdü Şafak. “İşiniz bu sizin, Allah aşkına!”

Kısa bir sessizlik oldu.

“Adamımız o kapıda bekleyen mi başka biri mi?”

“Kapıda bekleyenlerin ikisini de Cem tanıyor. Başka biri olduğunu düşünüyoruz.”

“Hala herkesin pozisyonunda olduğunu sanıyorum. Muhammet’e söyle, tüm adamları tek tek kontrol etsin. Suikastçının azıcık aklı var ise, boş bıraktığı yerine bir daha dönmemiştir. Açıkta olan yeri bulun ve orayı beklemesi gereken adamı tespit edin. Arama görevini bitiren herkese bir an önce buraya gelmelerini söyle, polislerle ne yapacağımızı konuşacağız. Diğerleri yerlerinde kalsın, kapıdakiler polisi oyalamaya devam etsin. Ne olursa olsun, bodrumdaki suikastçıdan bahsetmeyin.”


Merve, merdivenin soğuğunu yalın ayağında hissedebiliyordu. İnerken ışığı yakmamıştı, aşağıda onu bekleme ihtimali olan herhangi birine geldiğini belli etmek istemiyordu.

Basamakları hızlı hızlı inerken ayağına bir sıvı geldi. Kokusu bile belli ediyordu: Kandı bu ve yeniydi. Artık merdivenin dokusuna katılmış kabartmalar olarak hissedilen kan lekelerinden farklı olarak, yeniydi ve çok büyük miktardaydı. Fedailer Yavuz’u çok iyi benzetmiş olmalıydı.

Odaya gelmişti. Tahmin ettiği gibi, dışarıda böyle büyük bir karışıklık varken kilitli ve yeri görevlilerden başka kimse tarafından bilinmeyen bir kapıyı beklemek için kimse bırakılmamıştı.

Merve kapıyı tekmelemekle hiç uğraşmadı. Bu işe yarayacak olsa Yavuz çoktan kaçmış olurdu. Onun yerine tokasını çıkardı, barışçıl yöntemlerle kilidi sadece birkaç saniyede açmayı başardı.

Kapıyı açar açmaz, Yavuz yerden kalkıp ona sarıldı. “Yakalandığını sanmıştım.”

Merve sadece birkaç saniye izin verdi, sonra nazikçe onu iteledi. “En son arananlardan biri oldum.” dedi. “Konumum gereği önce daha az önemli misafirleri aramak zorundaydılar. Haydi, vakit kaybedemeyiz.”

Yavuz da bunu biliyordu. Hızla merdivenlerden çıktılar, koridorun ucundaki pencereyi açtılar. Önce Yavuz çıktı, ardından Merve’ye yardım etti. İkisi de dışarıda olunca camı yavaşça kapatıp tırmanmaya başladılar.

Burası da konağın oldukça uç bir bölümüydü, ancak altlarında, dış duvarların kenarında çevredeki ara sokakları gözlemek için bırakılmış dört kişilik bir ekip duruyordu. Bu da demekti ki konuşamazlardı.

Bir süre tırmandılar. Suikastçıların en büyük gizlenme yerleri, çatılardı. Buralar sadece dikkat çekmeden gezinmenizi sağlamıyor, aynı zamanda alana hâkim olmanıza da yarıyordu. Eğitimli suikastçılar günlerini çatılarda veya oralara ulaşmak için tırmanmakla geçirirlerdi bu yüzden yüz metrelik bir binanın tepesine bile sadece birkaç dakikada çıkabilirlerdi. Merve ve Yavuz ise eğitimli suikastçılar değillerdi, günleri ise tırmanmak ve koşmaktan çok masa başında, iz peşinde veya sokaklarda gizlenerek geçmişti. Acemilikleri her seferinde kendini belli ediyordu: Yavaş ve temkinli tırmanıyorlardı ve herhangi birinin düşmesi olasılığını da göz önünde bulundurarak birbirlerine yakın duruyorlardı. Yavuz hep eski zamanlarda suikastçıların nasıl tırmanma yarışları yaptıklarını veya birbirlerini eğlencesine çatılardan ittiklerini, itilenin de nasıl yere düşmeden bir çıkıntı yakalayabildiğini merak etmişti.

Birden durdu, dikkatlice etrafı dinledi. Yerden oldukça yukarıdaydılar, fısıltılarını aşağıdaki fedailer duyamazdı.

“Siren sesleri mi duyuyorum?”

Yavuz çatıya ayak basmıştı şimdi, tırmanmasına yardım etmek için Merve’nin elini kavradı.

“Evet.” dedi Merve doğrulurken. “Geldiler. Şafak birazdan elini oynayacak. Ne yapacak merak ediyorum.”

“Saat kaç?”

“Dört buçuğa geliyor olması lazım. İki saat kadar sonra güneş doğacak.”

“Umarım İsmail’in tahmini gerçekleşir. Polisleri buraya çekerek çok büyük bir risk aldık, kendimizi bu kadar açık ederek ise daha büyük bir risk.”

“Ya hep ya hiç değil mi? Hem biliyorsun; bu, misafirler gidene kadar Şafak’ı evinde tutmanın tek yolu.”

“Desene, öyle aptalca bir şey yapıyoruz ki, adam bizim bu kadar aptalca bir şey yapacağımıza inanamıyor ve bunun çok zekice kurgulanmış bir planın parçası olduğunu düşünüyor, bu yüzden bu kurguda yer almamak için senaryoya karşı geliyor.” Yavuz saatlerdir ilk defa gülümsemişti. Ceketinin arkasındaki yıpranmış başlığı kafasına geçirdi. “Hadi Şafak ne yapacak bakalım.”

Sessizce bacaya doğru ilerleyerek konağın girişini görebilecek şekilde pozisyon aldılar. Gerçekten de, polis arabaları cadde üzerinden konağın önünü kapatıyordu ve Yavuz emindi ki ara sokaklara da birazdan uğrayacaklardı...

Artık son düzlüğe girmişlerdi. Önlerindeki dakikalarda onlarca insanın kaderi belirlenecekti.

(Assassin's Creed: Davet üçüncü ve son bölümüyle devam ediyor!)

YORUMLAR
Parolamı Unuttum