Farklı dünyalar, farklı roller.
Devamını okuDoğan Şafak, arkasında iki fedaisiyle birlikte caddeye yürüdü. Evinin çevresini polisler sarmıştı ve hepsi silahlarını çıkarmış, hareket eden herhangi bir şeyi vurmayı bekliyordu.
En önde duran polise selam verdi. “İyi geceler memur bey. Lütfen arkanızdaki meslektaşlarınızla birlikte evime kadar eşlik eder misiniz? Herkesin içeride olması lazım.”
Polis başını onaylar biçimde salladı, sonra arkadakilere işaret etti. On beş kadar polis, önlerinde Şafak ve iki adamı, konağa girdiler. Girer girmez, kapıların arkasında hazır bekleyen korumalar polislerin etrafını çevreleyerek silahlarını aldılar.
Şafak şahsen polislerin yanına giderek yaka kartlarıyla karşısındaki yüzleri karşılaştırdı. Tek tek hepsinin o kartta yazan kişi olduğundan emin olduktan sonra, adamlarına polislerin silahlarını iade etme emri verdi.
“Görüyorsunuz,” dedi Şafak, bu hareketinden dolayı sinirlenmiş olan polislere durumu açıklamaya çalışarak. “Evimde bir suikastçı var, doğru. Emniyet Müdürlüğü arandı, evet, ama arayan ben değildim. Bu suikastçı sizi burada istiyordu ve bunun en muhtemel sebebi birinizin o suikastçıyla çalışıyor olmasıydı. Az önceki saygısızlığımı mazur görün beyler, yapmam gerekiyordu.”
“Doğan Bey...” dedi en yüksek rütbeli gibi görünen polis. “Endişelerinizi anlıyorum, yardım etmek için buradayız. Sizin için şu anda en güvenli yer bir polis karakoludur. Emin olun orada size çok iyi bakılacak.”
“Görmüyor musunuz?” Şafak sesini alçaltmıştı ve memura daha da yaklaşmıştı. “Suikastçı sizi buraya beni götürmeniz için getirdi. Kalabalıktan uzağa, beni tek başına aklayabileceği bir yere.”
“Emin olun orada yüzlerce polis olacaktır—“
“Eminim olacaktır, ama ya bu katil onlardan birinin kılığına girmişse? Zaten güvenlik ekibimde bir suikastçı olduğunu biliyorum, sizi arayan da oydu. Kaçtığını veya saklandığını biliyoruz, belki polis kılığındaki arkadaşına haber vermek için gitmiştir, belki de istasyonda kendisi saklanıyordur. Gerekirse Topkapı’nın mahzenleri olsun, suikastçıların benim bulunmamı istediği hiçbir yerde bulunamam.”
“Pekâlâ, Doğan Bey.” dedi memur yenilgiyi kabullenerek. “Ama her türlü buradaki duruma bir şekilde el koymamız lazım. Öncelikle, adamlarımın bir kısmına yakın bölgeleri şüpheli şahıslar için arama emri verebilirim.”
“Bu çok iyi olur.”
“Sonra, eğer isterseniz birkaç araba size kendi seçtiğiniz bir hedefe kadar eşlik edebilir.”
“Evimde, korumalarım arasında kendimi çok daha güvende hissediyorum, sağolun.” dedi Şafak, bodrumda tuttuğu suikastçı başta olmak üzere bu binada sakladığı birçok sırrı polislerle yalnız bırakmayı düşünemiyordu bile.
“Siz bilirsiniz. Son olarak da, ki bunu görevimiz olduğu için izninizi almadan yapmak durumundayız, avludaki sivilleri tahliye edeceğiz. Daha doğrusu, onları sorgulamak için merkeze götürmeliyiz.”
“Anladım.” dedi Şafak, bu sırada polislerin bir ihtimal suikastçıyı saptayabileceklerini düşündü.
“Avluda tahminen kaç kişi var?”
“Yüz yirmi kadar olması lazım.”
“Pekala. Recep, sen merkezi arayarak üç tahliye otobüsü getirmelerini söyle. Siz ikiniz,” diye yanındakilere seslendi. “Benimle gelin, avludakilere durumu açıklayacağız. Diğerleri emirlerimi beklesin.”
Şafak bu emir maratonundan yararlanarak en yakındaki adamını çağırdı.
“Bana Zeynep Erdal’ı getirin.”
“Efendim...” dedi güvenlik görevlisi titrek bir sesle. “Zeynep Hanım’ı bulamıyoruz.”
Şafak gözlerini adama öyle bir keskinlikle çevirdi ki, adamın içinden arkasına bakmadan kaçıp suikastçılara sığınmak geldi. Öldürecek gibi bakıyordu ancak, yakınında polisler olduğu için bağırmadan, dişlerinin arasından konuştu:
“Ne demek bulamıyoruz? Cem’in uyarısından sonra o kadına göz kulak olmadınız mı hep?”
“Evet efendim ama,Muhammed bir suikastçının asla düşmanının mekanına silahları olmadan gelmeyeceğinden emindi. Erdal’da silah bulamayınca hepimizden dikkatimizi öteki misafirlere vermemizi istedi.”
“Öldüreceğim o Muhammed’i!” Bu defa sesi normal tonda çıkmıştı ama siniri yine de belli oluyordu. “Görev noktalarındaki adamları kontrol ettiniz mi?”
“Ettik efendim, hepsi bizden ve olması gereken sayıda. Aynı zamanda boş olan pozisyona da birkaç kişilik bir ekip gönderdik ancak herhangi bir anormalliğe rastlamamışlar. Suikastçı kaçmış olmalı.”
“Evimde serbest dolaşan en az iki suikastçı var!”
“Aslında, efendim, ekibimizden birinin kılığına giren suikastçının konağı terk etmiş olduğunu düşünüyoruz çünkü...”
Şafak adamın sözünü kesti, yüzüne yerleşen ifade tatile giderken ocağı açık unuttuğunu hatırlayan bir kadınınkine benziyordu.
“Bodrumda kimse kalmamıştı değil mi?”
“Hayır, herkesi durumu kontrol altına almak için yukarıda istemiştiniz...”
Şafak cevabın bitmesini beklemeden avlu kapısının yanında bekleyen üç kişilik güvenlik grubuna doğru yürümeye başladı. “Cem!” diye seslendi. “Yanındaki gençle birlikte beni takip edin, bodruma gidiyoruz. Muhammed...” Sarı saçlı üçüncü adama baktı. “Polisler avluyu tahliye ederken onlara göz kulak olacak birkaç adam bırak, kalan herkese Zeynep Erdal’ı arama emri ver. Ve ne düşünürsen düşün, onu bulursanız asla bırakmayın. Anlaşıldı mı?”
Tepki beklemeksizin Cem ve öteki adamı arkasına takarak merdivenlerden çıkmaya başladı. Bu arada şef de diğer polislere çevre bölgeleri kaçan bir suikastçı olma ihtimaline karşı arama emri veriyordu. Avludan ise insanların az da olsa rahatladıklarını belirten bir uğultu çıkıyordu.
Üçlü iki kat çıktıktan sonra kenarda kalmış, karanlık bir koridora geldiler. Cem koridorun sonundaki kapıyı açar açmaz etrafı boğuk bir koku kapladı. Şafak elini burnuna götürerek içeri girdi. Uzunca bir merdiveni indikten sonra, ışığı açık bırakılmış küçük bir odaya geldiler.
Odanın ucundaki kapı açıktı ve içerisi boştu.
Köşedeki küçük sandalyeyi tekmeledi. Onun için çalıştığı yıllar boyunca Cem, ilk kez öfkesinin ardında ufak da olsa bir korku kırıntısı görmüştü. Bu korku ile adamlarına karşı duyduğu sinir birleşince de haykırışa dönmüştü, Cem bunu çok iyi biliyordu.
“Belki de tahliyeden sonra polisler burada kalmalılar.” diye öneride bulundu. “Bizim ekibimiz ve polislerin arasında saldırmaya cesaret edemez.”
“Hayır, hayır polislere güvenmiyorum.” Şafak başını ellerinin arasına alarak odanın köşesine, tam da Yavuz’un oturduğu yere oturdu. “Anlamıyor musun Cem, bu adamlar zeki. Bu karışıklığı yaratmama izin verdiler çünkü bu sayede bizim bilmediğimiz suikastçı arkadaşları onu fark edilmeden kurtarabileceklerdi. Benim gitmek isteyeceğimi ama evime dolan bir düzine polisi yalnız bırakmak da istemeyeceğimi biliyorlardı. Bu yüzden polisi aradılar. Aynı zamanda polis, zorunlu olarak binayı boşaltacak ve bu sayede yalnız o, ben ve siz kalacaktık.”
“Efendim, artık bu suikastçı gittiğine göre evi terk edebilirsiniz sanırım? Ya da belki korkacak bir şey yoktur, çoktan başarısız olduğunu anlayıp kaçmıştır?”
“Hayır, bir suikastçı böyle bir durumda görevi bırakıp gitmez.” dedi. “Onları tanırım. Yukarıda, serbest halde gezen başkaları da olduğunu söylediğinde doğru olduğunu biliyordum. Şimdi de görevi bırakmayacağını biliyorum.” Kısa bir nefes aldı. “Ayrıca, kaçmak hiçbir işe yaramaz. Saldırılar devam etmeyecek mi sanıyorsun? Bir başarısızlıkla bırakacaklarını mı sanıyorsun? Tek çare sorunu kökünden çözmektir. Yıllar önce, hep kaçtım, saklandım. Her seferinde beni buldular. Ben de, bir defasında, ya o ya ben diyerek yerimde kaldım. Israr ettiler ama gitmedim, sonunda o da gitmedi ve yakalandı. Suikastçının verdiği bilgi sayesinde şehirdeki diğer tüm büyük suikastçıları öldürmeyi başardım ve yirmi yedi yılımı ölüm korkusu olmadan yaşadım. Bu sefer de farklı bir şey yapmayı düşünmüyorum.”
İçini dökmek Şafak’ı sakinleşmişti. Cem önünde, bu kadar çaresiz duran yaşlıca adama baktı. Evet, kendisine iyi bakıyordu ve oldukça genç gösteriyordu ama bu, ruhunun yaşlılığını gizleyemiyordu ne yazık ki. Gün geçtikçe daha da yıpranıyordu ve sadece bu gecenin onun ömründen birkaç gün aldığına emindi. Başka bir çalışanı Doğan Şafak’ı bu halde görse küçümserdi ki şu anda yanındaki genç fedai de muhtemelen öyle düşünüyordu ancak Cem bu adamı ona sonsuz saygı duyacak kadar uzun zamandır tanıyordu. Hayatını işine vermiş, ülkesi için her türlü fedakârlığı yapmış birisi. İşte bu suikastçılarda yoktu. Onlar sadece kendi değerleri için yaşarlardı. Geldikleri gibi giderlerdi. Dünyaya hiçbir şey katmazlar, sadece onu güzelleştiren insanları alırlardı. Hep haklı olduklarını düşünürlerdi. Bir başkası iş için kendisine ihanet eden adamları öldürünce adı cinayet oluyor ve “kötü” damgası yiyordu. Buna rağmen suikastçılar öldürdükleri onca insandan asla sorumlu tutulmuyorlardı.
Şafak yavaşça çömeldiği yerden kalktı, terlerini sildi ve adamlarıyla beraber merdivenlere yöneldi. Bu işi bitirme vakti gelmişti, iyi veya kötü yönde.
***
Merve ve Yavuz çatıdaki bacanın arkasına saklanmış, polisin son otobüse kalan misafirleri doldurmasını izliyorlardı. Önlerindeki iki apartmanın arasından günün ilk ışıkları parlıyordu.
“Uzun bir gece oldu.” dedi Merve kızarmış gözlerle Yavuz’a bakarken.
“Hıhı.” dedi Yavuz umursamazlıkla, ardından ekledi: “İsmail nerede?”
“İşte şurada.” dedi Merve parmağıyla iki binanın arasında kalan karanlık bir ara sokağı göstererek.
Sokakta, biri polis üniformalı diğeri siyah takım elbiseli iki adam, ölümüne dövüşüyorlardı. Kısa süre sonra takım elbiseli olan, polisin nefesini kesti ve yerde yatan diğer iki polis cesediyle birlikte sokağın arkalarına sürüklemeye başladı.
“Pekâlâ. Yedek planımız tam da istediğimiz şekilde ilerliyor. Birkaç dakika içinde evde sadece Şafak ve korumaları kalacak.”
“Evet. Bak İsmail de harekete geçti.” Yeniden aynı ara sokağın oralara baktılar.
Küçük bir polis devriyesini fark ettirmeden geçen İsmail, hızla konağın duvarlarına doğru koşmaya başlamıştı. Birkaç dakika sonra duvarı aşmış, önündeki pencereye tutunarak tırmanmaya başlamış, sonunda daYavuz ile Merve’nin yanına gelmişti.
“Son tahliye otobüsü de gidiyor.” dedi. “Şafak şu anda en savunmasız durumunda. Bizi yakalamadan evden ayrılacağını sanmıyorum. Öyle bir ihtimale karşın, garaj tarafından gireceğiz. Merve,sen arkamızı kollamak için girdiğimiz odada bekleyeceksin. Haydi başlayalım.”
İsmail garajın olduğu tarafa koşarken Yavuz ve Merve de onu takip etti. Çatının ucuna geldiklerinde İsmail durdu ve hatırlatmada bulundu:
“Bıçağını hazırla Yavuz.”
Yavuz hala ağrıyan eline rağmen bıçağını istediği gibi kullanabiliyordu. Son bir kez kontrol ettikten sonra, İsmail’in arkasından aşağı indi.
İkinci kattaki bir pencerenin önüne gelince durdular. Şafak daha adamlarını konağın içine dağıtmamıştı ya da, ki bu oldukça kötü bir olasılıktı, binanın her tarafını korumak için dağıtmak yerine hepsini kendisini korumaları için etrafında tutuyordu. Her halükarda birazdan öğreneceklerdi. Pencereyi açıp içeri girdiler.
***
Şafak, arkasında iki fedaisiyle birlikte salona geldi. Ev, güvenlik ekibi, Şafak ve üç suikastçı dışında tamamen boşalmıştı. Güvenlik ekibinden birkaç kişi büyük salonda onu bekliyordu, kalanı konağın boş noktalarında nöbet tutuyordu.
“Yanıma beş adam verin.” dedi Şafak. “Kalan herkes olası kaçışları engellemek için binanın dışını korusun. İçeride yeteri kadar adamımız var mı?”
“Evet.” dedi Muhammed. “Her odaya en az bir kişi düşüyor.”
“Harika. Sorgulamak için sadece kadını hayatta bırakın. Kalan herkesi -artık kaç kişilerse- öldürün.”
“Efendim, belki de polisin kalmasına izin vermeliydik?” dedi tedirgin bir adam sesi.
“Hayır!” Şafak aynı öneriyi bu gece onuncu defa duymaktan bıkmıştı. “Onlar benim özel işime karışamaz! Mesele sadece bu suikastçıdan kurtulmak değil, anlamıyor musunuz?”
O cümlesini bitirdiği anda, arkalarından birbiri ardına ikises geldi: İlki, bir tabancadan gelen ateşlenme sesi. İkincisi, tiz bir erkek çığlığı. Sonra sessizlik.
Herkes tetikteydi. Bütün bu tecrübeli korumalar sessizliğin tehlike demek olduğunu biliyordu.
Şafak sessizliği bozmak için var gücüyle gürültünün geldiği tarafa seslendi:
“Suikastçı!”
O bağırmasını bitirir bitirmez, hemen önlerinde, iri cüsseli bir adam tahta korkulukları parçalayarak büyük bir patırtıyla alt kata atıldı. Balkona baktıklarında ise korkuluğun kırılmış kısmında ayakta duran saçları kırlaşmış esmer bir adam ve adamın elindeki silahı gördüler. Adam namluyu direkt Şafak’ın yüzüne tuttu, o hamle yapamadan tetiği çekti.
Ancak tam o anda, adamın solundan gelen korumanın da silahından bir kurşun çıkmıştı. Tabancadan çıkan mermi ötekinin omzuna isabet ederek dengesini bozmuştu.
Kır saçlı suikastçı yığılıp omzunu tutarken Doğan Şafak da dizlerinin üstüne çöktü. Sağ dizini kapattığı eli kandan kıpkırmızı olmuştu ve acı içinde inliyordu. Üst katta, tabancasını suikastçıya doğrultan koruma ise tetiği çekmeye hazırdı.
Birden olaya yandaki odadan fırlayan üçüncü bir adam karıştı. Suikastçı başlığını geçirmiş siyah takım elbiseli genç adam, bir eliyle hızla korumanın yüzünü kapattı, öteki bileğindeki bıçağı da adamın boğazına sapladı. Sonra da tuttuğu cansız bedeni korkuluklardan aşağı fırlattı.
“Öldürün!” diye bağırdı Şafak, mümkün olan en hızlı şekilde avluya kaçarak.
“Yavuz!” dedi yerdeki İsmail.“Yaralandı, yakala onu!”
Yavuz balkondan aşağı, bir korumanın üstüne atladı. Sonra arkasındaki diğer dört adamı görmezden gelerek avluya doğru koşmaya başladı. Hala elinde tabancasını tutan İsmail, yattığı yerden iki kurşun sıkarak dördün ikisini indirmeyi başardı. Kalanlardan biri öldürücü hamlesini yapmak için ona döndüğünde sürünerek arka odaya çekilmeyi başarmıştı.
Şafak topallayarak avlu kapısına ilerliyordu. “Açın!” diye bağırdı var gücüyle. İçeriden gelen sesleri duyan nöbetçiler çoktan hazırlanmışlardı, çabucak kapıyı açtılar. “Arkanızda suikastçı var. Silahsız, bitirin işini!” diyerekson emrini verdi Şafak ve konağın arkasındaki karanlık ara sokaklardan birinde gözden kayboldu.
Onu kovalamayı sürdüren Yavuz, arkasından gelen bir kurşunun sol kolunu yaladığını hissetti, ama önemli bir yara olmadığına emindi. Daha büyük sorunu önünde ona silahını doğrultmuş vaziyetteki iki adamdı. Her zamanki taktiğini ustalıkla kullandı: Sağ el, bıçak, korumanın boynu. Sonra sol eliyle vücudunu yönettiği korumayı önüne alarak öteki adama karşı siper olarak kullandı. Adamın mermisi bitince de var gücüyle elindekini onun üstüne fırlatarak etkisiz hale getirdi. Bütün bunları konak kapısındakilerden korunmak için avlu duvarının arkasında, sadece birkaç saniyede yapmıştı.
İki nöbetçiyle işini bitirdikten sonra Yavuz, yağmur damlalarıyla dağılmış kan lekelerini izleyerek Şafak’ın gittiği yolu takip etti. Kısa bir süre sonra onu buldu: Çıkmaz bir ara sokak çöplüğünde, ağır yaralı, bitmiş tükenmiş haldeydi ve hala topallayarak kaçmaya çalışıyordu. Suikastçının ayak seslerini duyduğundan olacak, durdu, arkasına baktı ve bulunduğu yerdeki su birikintisini etrafa sıçratacak güçle yere yığıldı.
Ayakları ve dirseklerinin üstünde durarak, ona doğru yavaş adımlarla yaklaşan suikastçıya bakarken yüzünde tek bir ifade vardı: Korku. Yavuz hayal kırıklığına uğramıştı, okuduğu suikastçı anılarında kurbanlarının ölüm anında hep kararlı, inatçı, ölüme asi bir kişilik ortaya koydukları ve yenildiklerini asla kabul etmedikleri yazardı. Şafak’ta ise bunların hiçbiri yoktu, sadece kaçınılmaz olan ölümden korkuyordu.
İnatçı bir düşmanını öldürmenin onu çok daha fazla tatmin edeceğini düşünmüştü Yavuz. Son ana kadar pes etmeyen kayda değer bir rakip. Karşısındaki adam ise zavallı, merhamet için yalvarmak isteyen ama korkudan ve bitkinlikten sesi çıkmayan, güçsüz biriydi.
Yavuz yüzündeki ifadeyi hiç değiştirmeden Şafak’ın önüne geldi, çömeldi. O yaklaşırken Şafak bir şeyler söylemeye çalıştı ancak ağzından belli belirsiz bir hıçkırıktan başka bir şey çıkmadı. Yavuz sol eliyle adamın ağzını kapadı, sağ elini ise yumruk yaparak adamın boğazına dayadı. Ve tek kelime etmeden, sadece zavallının gözlerinin içine bakarak yumruğunu açtı. Bıçağın içinden çıktığı mekanizmaya sürterken çıkardığı ses, karanlığın sükunetini delip geçti. Et parçalanmaya başladığı anda Şafak’ın kapalı ağzından boğuk bir ses çıktı, vücudu birazcık titredi. Sonunda, bıçak bir kez daha kabına oturdu, adam sessizleşti. Kaldırımı döven yağmur damlaları dışında hiçbir şey duyulmuyordu.
Şafak’ın cansız bedeninin boynundan dışarı süzülen kan, yerdeki su birikintisinin içinde dağılırken Yavuz da çömeldiği yerden sessizce kalktı ve sokağı terk etti.
***
4 Kasım 1976, Gaziosmanpaşa, 07:25, Ankara
Gaziosmanpaşa’nın sessiz caddelerinde, sabah erkenden işine gitmek için uyanan ilk insanlar yeni bir günün başladığının ilk habercileriydi.
Yavuz ana caddeyi iki sokak arkadan görebilen uzun bir binanın çatısında ayaktaydı. Kenarda dikiliyor, etrafı gözlüyor, bir yandan da aklından geçenleri toparlamaya çalışıyordu.
Arkasından çatıya bir el uzandı. Sesi duyar duymaz dönüp baktığında bunun İsmail olduğunu gördü. İsmail de yavaş adımlarla, manzarayı seyrede seyrede Yavuz’un yanına geldi. Sonra bacaklarını aşağıya sarkıtarak kenara oturdu. Omzundaki yarası çok ciddi değildi, ama yine de o bölgede ceketine sinmiş kan izi göze çarpıyordu.
“Komiser sabah gelip olanları duyunca, Şafak’ın isteği ne olursa olsun ona özel bir koruma timi gönderilmesini istemiş.” dedi. “Bu tim eve varınca hala ayık olan fedailerden olanları duymuş. Kan izini takip ederek Şafak’ın cesedine ulaşmışlar, yetkili kişilere cesedi gelip almaları için telefon etmişler. Bu arada gelen yeni bir emirle, gerçek Zeynep Erdal’ın içinde tutsak olarak tutulduğu ihbar edilen bir depoya gitmişler. Bu depodan Zeynep Erdal’ı kurtarmışlar ve sorumlu insanlar hakkında bir ipucu bulmak için deponun altını üstüne getirmişler. Ancak her şey o kadar titizlikle yok edilmiş ki hiçbir şey bulamamışlar.”
“Tüm bunları sabah baskısından okumadın herhalde?” diye sordu Yavuz.
İsmail kıkırdadı. Ceketin yakalarını biraz aralayarak Yavuz’un açık mavi gömleğini görmesini sağladı. Sonra pantolon cebinden sahte bir polis rozeti çıkararak altlarındaki ara sokağa, bir daha alınmamak üzere bıraktı.
“Mantıklı.” dedi Yavuz gülümseyerek. Kısa bir sessizlikten sonra sözü yine İsmail aldı.
“Öyleyse, rahatlamışsındır umarım?”
“Pek sayılmaz.” diye itiraf etti Yavuz. “İntikam almanın beni rahatlatacağını düşünmüştüm. Hatta zevk vereceğini, tatmin edeceğini... Ama bunların hiçbiri olmadı açıkçası. Bıçağı boğazına geçirirken bile bunu kendimi zorlayarak yaptığımı hissettim.”
“Anlıyorum. Hep öyle olur zaten, sevdiğin insanların geri gelmeyeceğini, iş işten geçtikten sonra anlarsın. Ama unutma ki bu adam sadece babanın değil, onlarca suikastçının katiliydi. Onun dünyadan silinmesi, belki de zamanla Ankara’yı suikastçılar için daha güvenli bir yer yapacak.”
“Sanırım haklısın.” dedi Yavuz, o da zamanla teselli olacağını umuyordu. “Peki, şimdi ne yapacaksın?”
“Bilmiyorum.” dedi İsmail. “Burası benim için epey tehlikeli bir yer. Belki Çin’e falan giderim, orada bulunmam zor olur. Eminim izimi kaybettikten bir süre sonra aramaya çalışmayacaklar bile. Sen?”
Yavuz bu diyeceklerini uzun zamandır düşünüyordu.
“İstanbul’a gitmeyi düşünüyorum. Türkiye’de hala aktif bir suikastçı topluluğu varsa, o da İstanbul’dadır.”
“Onları bulabileceğini nereden biliyorsun?”
“Onlar beni bulacak. Doğan Şafak’ın tüm gece evinde tıkılıp kaldığı ve en sonunda da bir suikastçı tarafından öldürüldüğü haberi çok geçmeden ülkeye yayılır. Böyle büyük bir işi yapan adamı tarikatlarına katmak isteyeceklerdir. Bu yüzden eminim ki, ben çok aramadan onlar karşıma çıkacak.”
“Öyle diyorsan” dedi İsmail. Bir süre sonra Yavuz birden aklına gelmişçesine sordu:
“Merve ne yapacak?” Kızcağız, pencereden odaya ilk girdiklerinde bir korumanın kurşununa maruz kalmıştı, ancak Şafak’ın emirleri doğrultusunda hayati bir bölgeye değil bacağına nişan alınmıştı.
“Kurşun çok derine girmiş, bacağını bir daha kullanabileceğini pek sanmıyorum. Tanıdığım bir doktor var, ona götüreceğim. Bakalım, artık ne yapılabilirse. Sonrasında da, eh ne yapacağı kendi kararı ama tahminim doğru çıkarsa hayatına yalnız devam edemez. Benimle gelmesini önereceğim. Tabi, sen beraber İstanbul’a gitmeyi teklif etmek istersen...”
“Hayır, İstanbul çok tehlikeli olabilir. Oraya gidince önceden tanıdığım herkesle iletişimimi keseceğim.”
“Bu bir daha görüşmeyeceğiz demek oluyor galiba.”
“Sanırım.
“Pekâlâ. Ne zaman gitmeyi planlıyorsun?”
“Bugün.”
Ceketinde sakladığı, hafiften kanlanmış bir miktar parayı gösterdi. “Otobüslerde hala boş yer olsa gerek.”
“Hıh.” İsmail oturduğu yerden kalktı ve geldiği tarafa doğru yürümeye başladı. “Merve’nin kanaması durmuştur, onun yanına gitsem iyi olacak. Gelip hoşça kal demek istemez misin?”
“Hayır, bunları ona yüz yüze söylememeyi tercih ederim. Biz zaten Şafak’ın arkasından giderken, her ihtimale karşı vedalaşmıştık.”
“Nasıl istersen. O zaman elveda.” Sarıldılar, sonra çıktığı taraftan atlayarak gözden kayboldu İsmail.Arkasından “Her şey için teşekkürler!” diye bağırdı Yavuz ve o da önündeki daha alçak binanın çatısına atladı. Sonra da bir diğerine, bir diğerine... Ta ki sokak hizasına inip, işine giden bir grup memurun arasına karışıncaya kadar.