Film İnceleme - Gran Turismo

Oyuncular olarak bu gurur hepimizin

Video oyunları bizim kanımız canımız. Onlarsız bir hayatı düşünmeye çalıştığımda maceradan yoksun, renksiz, eğlencesiz yıllar geliyor aklıma hemen. Elbette hayat oyunlar olmadan da bir şekilde akardı fakat onların bana ve hepimize kattıkları da paha biçilemez. Kendi adıma yaklaşık 30 yıldır oyun oynuyorum ve buraya harcadığım tek bir dakikadan bile pişman değilim. Dünya video oyunlarına önce basit eğlencelikler olarak baktı ama bu yola baş koyan herkes bir gün oyunların basit eğlenceliklerin ötesine geçerek yaşamlarımızda inanılmaz önemli bir yere geleceğini hissediyordu. İşte Gran Turismo filmi da tarihi 25 yıla dayanmış bu efsane yarış oyunu serisi üzerinden bir anlamda “Gamer” diye tarif edilen bizlerin dertlerine ortak olarak bizden birinin gerçek hikâyesini anlatıyor.

Jann Mardenborough ismi Gran Turismo severler için bir efsanedir. Çünkü o oyunların bize sunduğu dijital alanlar ve gerçek dünya arasında muazzam bir başarı köprüsü inşa eden ilk insanlardan birisi ve dünya otomobil yarışı arenasında Simülasyon Yarışçılarının var olmasını sağlamış bir isim. Film onun öyküsünü, oğlunun Gran Turismo tutkusunu pek de anlamayan ve sürekli eleştiren babasıyla olan ilişkisinden başlatıyor.

Tanıdık geldi değil mi? Çoğumuzun başına evin içinde bir yerlere saklanan Play Station kabloları, bilgisayar aksesuarları ve sınırlanan oyun zamanları gibi durumlar gelmiştir. Elbette ebeveynlerimiz bunu hayata daha çok katılalım veya derslerimizden geri kalmayalım diye yapıyorlardı ama oyunlara olan tutkumuz ve sevgimiz elbette galip geliyordu er ya da geç. Jann’ın bu tutkusu GT Academy isimli yeni kurulan bir programa dahil olmasını sağlıyor ki program Sim Sürücülerinin gerçek hayatta da yarışabileceklerini ispatlamak üzere kurulmuş. Bu noktada bir küçük not olarak Elizabethtown’daki büyük bir başarısızlık sonucu şirketinden kovulan Orlando Bloom’u bu filmde yine büyük bir riskle işe koyulan şirket çalışanı olarak görmek benim için hoş bir sürpriz oldu. Sanki aynı karakter yıllar sonra bu sefer şansını yine deniyor gibiydi ve zihnimde ufak bir devamlılık yarattı diyebilirim.

Filme dönersem bunun tipik bir ‘underdog’ öyküsü olduğunu söylersem tabir cuk oturur. “Nedir bu underdog?” derseniz de hayatta hayallerinden başka tutunacak dalı olmayan ana kahramanın tüm zorluklara karşı durup başarıya ulaşmasına kadar uzanan süreci kapsayan bir alt tür diyebilirim. İlk Rocky ve Top Gun bunun en net örnekleri. Jann’ın da yarış oyunu tutkusu onun gerçek bir yarışçı olmasına ön ayak olurken çevresindekilerin (özellikle David Harbour’un büyük başarıyla canlandırdığı antrenörü Jack Salter’ın) desteğiyle zorlukları birer birer aşması türün klişelerinin sonuna kadar kullanıldığı bir anlatıyla veriliyor izleyiciye.

Ama burada klişeler dediğimde kötü de anlaşılmasın zira doğru kullanılan klişeler her zaman iş yapar ve seyircide duygusal karşılığını bulur. Burada da başından sonuna tahmin edilebilir bir başarı öyküsü izliyoruz izlemesine ama bu kesinlikle sıkıcı değil hatta ilham verici; biz oyuncular özelinde zorlu bir başarımı aldığımızda hissettiğimiz o mağrur duyguyu filmde de hissedebiliyor insan. Ki konu Gran Turismo olunca simülasyon ve gerçekliğin karışması da gayet doğal ve film bunu hem görsel hem kavramsal olarak gayet iyi yansıtmış.

Zaten PlayStation’ın olayı da biraz bu değil mi? Bize muhteşem ve detaylı dünyalar sunarak bir çeşit simülasyon yaratmak. Elbette başka stüdyolar da bunu layığıyla yapıyor fakat Sony’nin özel oyunlarına bakınca hep oyuncuyu oynadığı karakterin ve dünyanın çok derinlerine götürmeyi amaçlayan bir dizayn felsefesi görüyoruz. Dreams gibi uçuk bir oyundan The Last of Us gibi ayakları yere basan karanlık bir dünya yaratmaya kadar uzanan geniş skala bize hep hayatta kalma simülatörleri sundu farklı farklı dünyalarda. İster Infamous’ta süper kahraman ister Ghost of Tsushima’da bir samurayı oynayalım tüm bu oyunlar gerçeklikle bağlarını sıkı tutmalarından sebep oyuncuya hep bir oraya aitlik duygusu aşılamayı başardılar. İşte Gran Turismo bu iki yakanın tam ortasında hibrid bir noktayı temsil ediyor ve birbirine karışan sanal ve gerçek dünyalarda kovalanan başarının öyküsü bir bakıma. Tam da bu yüzden filmin tüm aksiyon sekanslarında heyecanlanıyor, tüm duygusal anlarında karaktere eşlik edebiliyoruz; zira doğru kullanılan klişeler bu yarı oyun yarı gerçek yaşam öyküsü uyarlamasını gayet ulaşılabilir kılıyor genel izleyici için.

Bu noktada yönetmen Neil Blomkamp’in kendi sevdiği tuhaf bilim-kurgu filmlerinin (District-9 ve Elysium’dan hatırlarsınız) uzağında klasik öykü anlatımına dönmesi ve temiz bir iş çıkartmış olması da bence onun sinemacılığı için büyük bir adım. Tıpkı aynı yolun yolcusu Joseph Kosinski’nin Top Gun: Maverick’te başardığı gibi klişelerle dolu bir sinema dilinin halen çalıştığını ve izleyicide karşılığı olduğunu ispat etmiş kendisi.

Gran Turismo pek de parlak olmayan tanıtım çalışmalarının ve etkileyicilikten uzak fragmanlarının da etkisiyle belki çok büyük bir hasılat yapamayacak sinemalarda ama sonrasında ev ortamında bu filmin değerinin gayet anlaşılacağını düşünüyorum. Ha olur da hasılatı da yüksek gelirse bu yıl The Last of Us ve Super Mario Bros filmleriyle birlikte oyun uyarlamalarının altın yılına adını da yazdırır net. Çünkü kurgusu, ses efektleri ve oyunlara da selam çakan şık sahneleriyle Gran Turismo gerçekten beklemediğim derecede başarılı bir iş. Hem oyunların meraklıları hem de bu tür başarı öyküleri ve araba yarışlarını sevenler gönül rahatlığıyla gidip izleyebilirler. Epeydir bu kadar keyifli bir yarış filmi de gelmediği düşünülürse biraz egzoz dumanı yutmanın tam sırasıdır bence.   

Editörün Notu: Doğru kullandığı klişeleri, içten oyunculukları, aksiyonu ve uyarlandığı öykünün hakkını vermesiyle Gran Turismo aile boyu sinemada izlenecek harika bir yaz filmi.

Filmin Notu: 3,5 / 5

YORUMLAR
Parolamı Unuttum