Kara şövalye tarihi.
Devamını okuVe nihayet! Dehalığına sual olunmaz büyük insan Hideo Kojima’nın uzun, çok uzun yıllar sonra Metal Gear dışında yaptığı ilk oyun! Hiçbir zaman Metal Gear yapmasından şikâyet etmedim ama Kojima bağlarını koparsa, elinde büyük imkânlar, büyük bir özgürlük olsa ne yapar hep merak etmişimdir. Eski malum firmasıyla yaşadığı malum tatsız ayrılık sonrasında Sony’nin desteğini alan Kojima da birkaç yıl önce önümüzde Death Stranding diye bir şeyle çıktı.
Neredeyse hiçbir şey anlamadık fragmanlardan ama yine de etkilendik, merak ettik, teoriler ürettik, oyunun çıkışını iple çektik. Oyunun neye benzediğini daha birkaç ay önce görebildik ve gördüğümüz şey… en hafif tabirle alışılmadıktı. Kimilerine göre dahiceydi, kimilerine göre sıkıcıydı, kimilerine göre Kojima hâlâ bir şeyler saklıyordu.
Neyse, oyuna erkenden kavuşanlardanım. 60 küsur saatte tamamladım kendisini (ki çok daha kısa veya çok daha uzun da sürebilir oyun stilinize bağlı olarak). Detaylara inmeden önce en bariz soruları en baştan bir yanıtlamak istiyorum:
“Oyun gerçekten gösterildiği gibi mi? Gerçekten oradan oraya kargo mu taşıyoruz paso?”
Ayyyynen öyle.
“E bu sıkıcı?”
Cık, değil. Normal bir açık dünya aksiyonu nasıl zaman zaman sıkıcılaşabiliyorsa Death Stranding de o kadar sıkıcılaşabiliyor.
“Peki Kojima dehasını konuşturmuş mu? Gerçekten de hiç görmediğimiz bir oynanış ve müthiş bir hikâye sunuyor mu Death Stranding?”
Hem de nasıl!
“Allah Allah… O zaman mükemmel bir oyunla, modern bir klasikle karşı karşıyayız diyorsun?”
Hayır, öyle de demiyorum maalesef. Çok farklı ve çok başarılı bir oyun yapmış Kojima evet ama başarısız bulduğum yönler de az buz değil. MGS serisinin ana oyunlarının hiçbirinin üzerine koymazdım mesela Death Stranding’i.”
“Hmm… Peki genel kitle sever mi, herkese göre bir oyun mu bu?
Hayır değil, orası kesin.
Türkçe
Hemen detaylara girişeceğim ama onun öncesinde oyunun Türkçesini hızlıca bir övmek istiyorum. Türkçe seslendirme yok ama altyazılar, menüler vs. her şey Türkçe oyunda ve hiç ama hiç abartmıyorum, uzak ara gördüğüm en iyi Türkçeleştirmeye sahip Death Stranding! Sony’i bu konuda eleştirmişliğim çoktur, ne bileyim God of War’un Türkçesi kırık döküktü biraz mesela ama Death Stranding gerçekten mükemmel! Ki oyunun hikâyesi, girip okuyabildiğiniz metinleri falan inanılmaz karışık ve derin. Çevirisi bu kadar zor olan bir oyuna bu mükemmel yerelleştirmeyi yapan herkesin ellerine sağlık!
Önce bir oyun dünyasını tanıyalım
Norman Reedus’ın canlandırdığı Sam Porter Bridges’ı yönetiyoruz. Yakın gelecekteyiz. Yıllar önce Ölüm Kıyısı adı verilen bir felaket yaşanmış ve dünya bu boş, post-apokaliptik hale bürünmüş. Milletin eşyalarına sulanan haydut Yükçü grupları haricinde dokunduğu her şeyi hızla yaşlandıran Zamankıyım yağmurları ve bu yağmurların yanında getirdiği gizemli tehdit KV’ler (Kıyıya Vurmuşlar) nedeniyle hayatta kalan insanlar güvenli sığınaklara çekilmişler. Bu yerleşkeler birbirlerinden tamamen kopuk durumdalar, taşıyıcılar da bu nedenle bu dünyada önemli bir role sahipler.
Amerika’yı yeniden birleştirme hayalindeki eski başkanın kızı Amelie (Emily O’Brien) bu hayali gerçekleştirmek üzere üç yıl önce yola çıkmış ve ülkeyi baştan sona Kiral Ağ’la (internet gibi bir şey) bağlamış ancak sonrasında saldırıya uğramış ve tutsak duruma düşmüş, ülkeyi birleştirme işi de yatmış. Sam’le hologram vasıtasıyla iletişime geçiyor ve kendisinin üç yıl önce başladığı işi bitirmesini istiyor ondan. Sam biraz umursamaz ve ters bir adam, biraz zor kabul ediyor bu görevi ama ediyor nihayetinde. Böylece bizim de Amerika’nın en doğusundan başlayan ve en batısında bitecek (olduğunu umduğumuz) yolculuğumuz başlamış oluyor.
En azından hikâyenin somut tarafı böyle başlıyor. Bir de soyut taraf var. Burası aşina olduğumuz post-apokaliptik dünyalardan farklı bir yer. Ölüm ve yaşam iç içe geçmiş durumda ve bu durum oyunun merkezinde. Sam bir Öteci örneğin, öldüğünde Derz ismi verilen bir düzleme geçiş yapıyor ve oradan hayata dönebiliyor. Fragile (Léa Seydouz), Mama (Margaret Qualley) ve Heartman (Nicholas Winding Rein) gibi dostlarımızın ölülerin uğradığı Kıyı ismindeki düzlemle ilginç münasebetleri var sonra. Aynı şekilde düşmanlarımız Higgs (Troy Baker) ve Cliff’in (Mads Mikkelsen) de. Birisinin ölmesi büyük bir şey bu dünyada çünkü cesedinin yerleşkelerin uzağındaki yakma merkezlerine götürüp yakılmaları gerekiyor yoksa patlıyorlar ve orada büyük bir krater oluşturuyorlar.
Bir de BB’ler (Bağ Bebeği) var. Bunlar da beyin ölümü gerçekleşmiş annelerinin rahimlerinden alınıp bu rahmi simüle eden kapsüllere yerleştirilmiş, taşıyıcısının yaşayanların dünyasıyla ölüler dünyası arasında bağ kurmasını, bu sayede de KV’leri algılayabilmesini sağlayan bebekler. Sam’in sürekli yanında taşıdığı BB var ya, böyle bir işleve sahip işte.
Daha da detaylandırmayacağım dünyayı elbette. Hem spoiler olur hem de… çok karışık be arkadaş! Otur şu an dünyasını geniş geniş anlat deseniz Cyborg Ninja görmüş Otacon’a bağlayabilirim, elim ayağıma dolaşır yani. Bu konuda oyuna gerçekten inanılmaz hayran kaldım. İnce ince işlemiş bu yeni yarattığı dünyayı Kojima. Her bir elementin altyapısını gerek ara videolarda gerekse okunmayı bekleyen metinlerde detaylıca anlatmış, her bir elementi birbirine harika eklemlemiş. Tecrübe edebileceğiniz en detaylı, en özenle inşa edilmiş, en zekice yazılmış bilimkurgu eserlerden biriyle karşı karşıya olduğunuzu rahatlıkla söyleyebilirim.
Ara sahneler görüyorum, saatlerce süren ara sahneler
Oyundaki hikâye anlatımı da hem bu dünya kurgusundan beslenen, hem de bu kurguyu besleyen bir şekilde ilerliyor. Yani ne demek istiyorum? Evet hikâyenin kendi içinde bir ilerleyişi var bildiğimiz anlamda (alışık olduklarımızdan daha soyut bir anlatım olsa da), ama ara sahnelerin birçoğunda, diyalogların amacının hikâyeyi ilerletmekten çok dünyayı oyuncuya daha iyi tanıtmak olduğunu göreceksiniz. Ama merak etmeyin, iyi diyalog yazımı, müthiş oyunculuklar ve bu oyunculukları harika bir şekilde oyuna aktarabilmiş teknolojiler sayesinde her şekilde sürükleyici olmayı başarıyor bu ara sahneler. Kojima’nın oyun yapımı kadar kurgu ve sahne yönetme konusundaki ustalığı hepimizin malumudur sanıyorum.
Yine de Death Stranding’in hikâye anlatımı konusunda şunu söylemeden geçemeyeceğim: Bu oyun… soğuk. Metal Gear’lardaki sayısız neşeli, epik, duygusal vs. anların bir benzerini burada bulamayacaksınız. Evet her eser sıcak olmak zorunda değil, 2001: A Space Odyssey bütün soğukluğuna rağmen dev bir klasiktir mesela ama bu soğukluğu Death Stranding özelinde bir eksi olarak saymak istiyorum ben yine de izninizle. Bu soğukluk nedeniyle karakterlerle bağ kurmakta zorlanabilirsiniz, hatta ve hatta yolculuğumuzun amacı dünyadaki insanları birbirine bağlamak ya, eh onlarla bir bağ kuramayınca o duyguyu tam anlamıyla hissedemiyorsunuz da. Kojima da bu konuda bir sorun olduğunu fark etmiş ve birkaç ufak tefek dokunuş serpiştirmiş sağa sola ama yeterli olmanın çok uzağındalar maalesef.
Bu “bağ kurmayla bağ kuramama” hissinin sebeplerinden biri de sadece toplam 8 karakterle ve yerleşkelerden birilerinin hologramıyla haşır neşir oluyor olmamız. Ne bileyim, bir bombayı imha edip koca şehri kurtarıyoruz, elemanın biri hologramdan çıkıp “süpersin, acayipsin, yüz binlerce hayatı kurtardın” falan deyip geçiyor. O insanları, Kiral Ağ’a bağladığımız şehirlerde bu ağın insanların hayatına neler kattığını veya hayatların olumlu-olumsuz nasıl etkilendiğini görmüyoruz. Hologramlarıyla içli dışlı olduğumuz elemanlar mail atıyorlar bize arada, şöyle yaptık, şöyle ettik, hayatımızı şöyle değiştirdin vs. diye anlatıyorlar. Keyifli hepsini okuması da işte mail’den öte gözle görmek de lazımdı sanki hayatlarını.
Yanlış anlamayın tabii, oyun hem hikâyesiyle hem de hikâye anlatımıyla yine de olağanüstü. Ki Death Stranding mesela bir MGS V’e kıyasla çok daha fazla zaman ayırıyor bu hikâye anlatımına. Video, pardon Hideo Kojima’nın o ünlü, onlarca dakika süren ara videoları vardır ya, hah Death Stranding’de daha da fazlası var işte. Merak ve ilgiyle takip edeceğinizi, hayran kalacağınızı, sizi bol bol düşüncelere daldıracaklarını garanti ederim.
Bu bir yol hikâyesi. Tam anlamıyla.
Gelelim o tartışma yaratan oynanış kısmına. Bahsetmek istediğim bir şey var: Bazı kelimeler, farklı dillerde aynı anlama gelseler de kültürel sebeplerle çağrıştırdıkları, hissettirdikleri şeyler farklıdır. “Kargoculuk” deyince bizim kafamızda kutuları sağa sola atan, paketleri teslim etmeyen, bütün gün evde olmanıza rağmen aradığınız zaman size “geldik evde bulamadık” çeken insanlar gelir, değil mi? O yüzden Death Stranding’e “kargoculuk simülasyonu” deyince… komik oluyor şimdi kabul edelim ki. Ama “kargocu” kelimesini bu bizim kültürümüzde çağrıştırdıklarından bağımsız olarak, yalın haliyle düşünmenizi rica ediyorum. Yani insanlara ihtiyaç duyduğu paketleri ulaştırma görevindeki insan.
Death Stranding’in bu kopuk yerleşkelerden oluşan dünyasında kargocular, yani taşıyıcılar özel bir yere sahip daha önce söylediğim gibi. Sam’in görevi de bu, taşıyıcılık. Oyunun içinde aksiyon var mı? Var. Oranı az ama var. Yine de Death Stranding “aksiyon/macera” kategorisinde olsa da işin “macera” kısmı, “yol alma” asıl odağımız. A noktasından B noktasına, oradan C noktasına, oradan D noktasına kargo taşımak.
Kulağa çekici gelmediğini tahmin edebiliyorum bu söylediklerimin. Şöyle tarif etmeye çalışayım: Normalde açık dünya aksiyon oyunlarında etrafta düşmanlar vardır, onlarla savaşırız. Ama “savaşmak” değildir o oyundan keyif almamızı sağlayan şey aslında, “mücadele”dir. Önümüzde irili ufaklı mücadeleler çıkar, biz de onları aşmaya çalışırız. Hah işte Death Stranding o mücadele hissini düşmanlarla değil, “yol”la veriyor. Beyniniz sürekli çalışır halde Death Stranding’de ilerlerken. “Şu ilerideki taşın üstünden mi atlasam yanından mı dolaşsam”, “şu tepeye merdivenle mi tırmansam yürümeye mi kassam”, “şu yokuşu hızla mı insem yoksa düşme riskini göze almayıp adım adım mı ilerlesem”, “dereyi yürüyerek mi geçmeye kassam yoksa şu ilerideki köprüyü mü kullansam”, “şu engebeli arazide motorla devam etmeye uğraşsam mı yoksa tabanvaya mı dönsem”, “beni dengesizleştirecek olmasına rağmen çok kargo yüklensem mi yoksa çok tepelemesem mi” gibi gibi onlarca hatta yüzlerle tercihle sürekli ama sürekli karşı karşıyasınız. Sürekli stratejik düşünmek, sürekli ayık olmak zorundasınız.
Ve aynı şeyi yapıyor gözükmenize rağmen görev yapısı çok zekice ayarlanmış, sizi aynı yerden aynı şekilde geçirmiyor oyun. Zamankıyım yağmuru yağan bir yere KV’lerden gizlene gizlene gidiyorsunuz, geri dönüş yolunda yağmur kalmıyor ve o yolculuk bir nevi meditasyona dönüşüyor. Yürüyerek gittiğiniz bir yerden geri dönerken motosiklet veriyor veya. Gidişte yokuş tırmanmak, dönüşte o yokuştan inmek bile farklı tecrübeler.
Biraz garip olacak ama Death Stranding’in bu kendine has açık dünya oynanışını, diğer açık dünya aksiyonlarından çok bir ralli oyununa benzetebilirim. Ralli oyununda zamana karşı yarış ikinci plandadır, önceliğiniz sağa sola çarpmadan, arabaya hasar vermeden, sağ salim ulaşmaktır ya finişe, bir nevi Death Stranding de öyle. Hız ve zamana karşı yarış ön planda değil belki ama “o ilerideki virajı başarıyla, hasarsız geçebilme” mücadelesinin verdiği his açısından benzerler.
Tabii bu yolculuğu keyifli hale getiren şeylerin başında o mükemmel açık dünya var. İnanılmaz görünüyor oluşu (ve normal PS4’te bile hiç kasmaması) bir kenara, hiçbir oyunun dünyasıyla bu kadar içli dışlı hissetmemiş olduğunuzu garanti ederim. Sam o taşa takılıp düştüğünde, o beline kadar gelen karın içinde tırım tırım ilerlemeye çalıştığında veya yokuş aşağı yardırıp koştuğunda bunları adeta siz yapıyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz, fiziksel olarak olmasa da zihnen en azından. Hele bir de o kadar güzel yerlerde giren o kadar güzel müzikler var ki, o uzun ve zorlu yolculuklarda size verilen hediyeler gibiler resmen, öyle güzel hissettiriyorlar insanı.
Oyun sunduğu mekaniklerle de ilerleyiş hissi yaşatmayı ve bu sözünü ettiğim yolla mücadele hissini çeşitlendirmeyi çok iyi başarıyor. Motosiklet, kamyon, yanınızda süzülen platform, bacaklarınızı güçlendiren eksoiskelet ve daha nicesi zamanla size sürekli yeni stratejik seçenekler vermeyi sürdürüyorlar.
Hani “Sıkıcı mı aslında?” şeklinde soru işaretleri var ya çoğunuzun aklında. En azından bunun bildiğimiz anlamda bir açık dünya aksiyon oyunu olmadığını kabullenebilecekleriniz için söylüyorum; gerçekten değil ve Death Stranding’le Kojima’nın bu sıkıcı görünen eylemi bu kadar güzel bir tecrübe şeklinde sunabilmiş olması kendisinin oyun yapımcılığı kariyerinin en büyük başarılarından biri bana sorarsanız.
Keep on keeping on
Ah bir de tabii diğer oyunculara yarı bağlı olma gibi özgün bir sistem getiriyor oyun. Soulsborne’larda hani etrafta diğer oyuncuların notlarını bulursunuz ya, onun birkaç adım ileri götürülmüş ve oynanışı direkt etkileyen bir mekanik haline getirilmiş hali gibi düşünebilirsiniz bunu. Oyun dünyasında yalnızsınız ama aslında tam da yalnız değilsiniz. Geçmeniz gereken bir nehrin üstünde başka bir oyuncu tarafından kurulmuş bir köprü bulabilirsiniz mesela. Veya malzemelerinin yarısını taşıdığınız bir otoyolun ertesi gün oyuna girdiğinizde tamamlandığını görebilirsiniz.
Bir “beğeni” sistemiyle işliyor bütün bunlar. Denk geldiğiniz bir yapıya bol bol beğeni bırakabiliyorsunuz ve çok beğeni alan yapılar kalıcı hale gelmeye ve daha fazla oyuncunun dünyasında gözükmeye başlıyor. Tam ihtiyaç duyduğunuz anda kenarda bırakılmış bir kamyon veya bir jeneratör bulmak nasıl güzel bir duygu anlatamam. Ayrıca başka oyuncuların etrafta bıraktığı kargoları ulaşması gereken yerlere ulaştırıp bol bol beğeni toplayabiliyorsunuz. Kendi aldığınız beğeniler de bir nevi tecrübe puanı gibi, taşıma kapasiteniz, hızınız gibi yeteneklerinizi arttırıyor.
Bağ kurmanın merkezde olduğu bir oyun için daha uyumlu bir mekanik düşünemiyor ve “aklına sağlık Kojima” demekten kendimi alamıyorum. Bu mekanik de o yaşadığınız yol alma tecrübenizi renklendiren ve kolaylaştıran bir diğer etmen kısacası.
Online özellikleri kullanmak için PS Plus gerekmediğini de not etmiş olayım.
Farklı da olsa “aksiyon” oyunu değil miydi bu?
Oyunun bu sıkıcı görünen kısımlarının öyle olmadığını şiddetle iddia ediyorum yani. Ama tam tersinin, yani heyecanlı görünen aksiyon kısımlarınınsa bilakis teklediğini söylemek zorundayım. İki düşman kategorimiz var: Yükçüler ve KV’ler.
Yükçüler bildiğiniz insan haydutlar. Etrafta irili ufaklı kampları var, bu kamplardan çalınmış kargolar ve bir sürü kaynak elde edebiliyorsunuz. Bir MGS ayarında olmasa da seçenekleriniz çok fazla. Gizlice gidip, 1-2 kişiyi arkadan bayıltıp, alacağınızı alıp tüyebilirsiniz mesela. Veya kafa göz dalmak da bir seçenek. Tuzaklar kurabilirsiniz ya da isterseniz. Silahlarınıza başvurmak da elinizde; tabanca, tüfek, roketatar, el bombası falan sürüsüyle seçeneğiniz var ve hepsinin de kullanımı çok keyifli. Ancak sıkıntı şu ki; hiçbirini kullanmak zorunda değilsiniz. Dümdüz tekme yumrukla bütün üssü temizlemek gayet kolay. Hadi içimden geldi, daha rahat olsun diye bir tane de sersemletici silah kullanın, o kadar yeter. O sunulan olanakların hiçbiri gerekli değil. O nedenle 1-2 üs bastıktan sonra gerçekten sıkıcı hale geliyor bu Yükçü savaşları, kaynağa çok ihtiyacınız yoksa basıp gidiyorsunuz. Çeşitlilikleri yok, nedenleri nasılları yine oyun içi menülerde derinlemesine anlatılıyor ama bir karakterleri, bir gelişimleri falan da yok. Hani çeşitli binek hayvanlar ve çeşitli ömrü kısa uçan böcekler hakkında bir yorum yapacağım şimdi yersiz olacak.
KV’ler de şöyle: Zamankıyım yağmurunun içinde sizi algılayan KV’ler var, onları atlatamazsanız yakalanıyorsunuz ve bir mini-boss savaşına sürükleniyorsunuz. İlk kez girdiğinizde gerçekten etkileyici. Katranla dolmuş bir alan, batıp çıkan yapılar, mükemmel tasarımlı bir düşman… Muhteşem her şey. Burada da sorun, bütün bu KV dövüşlerinin birbirinin aynı olması. Dövüşlerin mekânları birbirinin aynı, mini-boss’lar da az çok benzer şekillerde saldırıyorlar zaten. Ve yine Yükçü üssü basmak gibi, çok kolaylar. Bir sürü silah seçeneğiniz var ama bol bol el bombası sallayın bitsin. Hikâyede hesapta kaçmam gereken bir tane çıktı karşıma, oyun bana “kaç oradan Sam!” diye bağırıyor ama hiç hareket bile etmedim, dikildiğim yerden bombaları salladım, kazandım, “oha nasıl yaptın Sam?!” gibi tepkiler verdiler sonra. Oyun KV bölgelerinden gizlene gizlene geçmemi salık veriyor ama genelde “ne uğraşacam” deyip daldım, bölgeyi temizledim, öyle geçtim. Gerek yok kasmaya.
Kısacası oyun aksiyon konusunda bol seçenek sunuyor ve girdiğiniz ilk birkaç aksiyondan çok keyif alıyorsunuz ama sonra hepsi aynı gelmeye başlıyor. Metal Gear gibi bir seriyi yapan Kojima’dan kesinlikle daha iyisini beklerdim. İyimserliğin dibine vurup “oyunun vermeye çalıştığı barışçıl havayı desteklemek için bu aksiyon kısımlarını basit tutmuş” diyebilirim aslında ama hayır, demeyeceğim, ne kadar Kojima hayranı olsam da burada iyi bir iş çıkaramadığını kabul etmem gerek.
Ama tekrarlamak isterim ki bu aksiyon kısımları oyunun %10’u falandır en fazla. Başarılı bulmadım bu konuda oyunu evet ama genel akışta o kadar canınızı sıkmıyor fazla yer kaplamadıkları için aslında.
Yolunuz açık olsun!
Yazıyı atlayıp direkt son paragrafa bakanlar! Merhaba, nasılsınız? Siz yine şu en yukarılardaki “önce bir oyun dünyasını tanıyalım” ara başlığından öncesini bir okuyun bence, aradığınızı orada bulacaksınız muhtemelen. Oradakileri tekrar etmek gerekirse; çok farklı bir tecrübe, anlamlı ve derin bir hikâye Death Stranding. Kojima’nın en iyi işi değil, kusurları bol ama eğer oyunun farklılıklarına dudak bükmek yerine onları kucaklarsanız sizi kendine hayran bırakacak bir tecrübe bekliyor.
Başlıklar
Uzun zamandır bu kadar yaratıcı mekaniklere, bu kadar derin ve anlamlı bir senaryoya ve bu kadar üst düzey bir görselliğe bir arada şahit olmamıştım. Sorunları var ama genel olarak diyebilirim ki: Kojima yapmış!
- Kargoculuk yapmak hiç tahmin etmeyeceğiniz kadar keyifli
- Güzelliği kadar oynanışın merkezinde olmasıyla dünyası muazzam
- Sunduğu element ve strateji çeşitliliği
- Herhalde şu ana kadar bu kadar üst düzey görsellik sunan bir oyun olmadı
- Hikâyeye, ara sahneye doyacaksınız
- Deneyimleyebileceğiniz en derinlemesine detaylandırılmış bilimkurgulardan biri
- Ünlü oyuncular ve onların on numara beş yıldız performansları
- Lisanslı müzikleri enfes
- Diğer oyuncularla yarı bir arada olma sistemi çok zekice ve çok etkili
- Türkçesi mü-kem-mel
- Soğuk, hatta bayağı duygusuz
- Bağ kurmayla bağ kuramama sorunu yaşayabilirsiniz
- Aksiyon kısımları hep aynı
Şimdi bu oyuna indirimli haliyle 179.00 TL vermeli mi ? vermemeli mi ? 80 saat kargo taşıdıktan sonra oyun açılıyor, güzelleşiyor. Yeter ki, 80 saat dayan kardeşim diyerek tavsiye verenler oldu. Peki öyleyse Assassin's Creed'in suçu neydi ? Tekrar eden görev mekaniği yok muydu ?