Detroit: Become Human’ı Neden Çok Sevdim?

İnsan olmanın anlamı üzerine bir hikâye dinlemek ister misiniz?

2018 yılı, oyun severlerin yüzünü güldüren yıllardan birisiydi; dolayısıyla “ Neden çok sevdim?” serimiz için de bol bol malzeme içerdiğini söyleyebiliriz. Benim için bu grupta yer alabilecek bir oyun da Detroit: Become Human. Normalde öyle çok övgüyle karşılanan bir oyun olmadığının farkındayım; Quantic Dream oyunları içerisinde en iyi oyun olup olmadığı da tartışma konusu. Ama benim için gayet güzel bir tecrübeydi.

Oyunlar farklı şekillerde etkiler bizleri; kimi zaman oynanışı kimi zaman hikayesiyle bizi kendilerine çekerler. Bazen akışa kaptırmak gerekir bazen de soluklanıp anlattığı hikâyeye kulak vermek. Detroit: Become Human, bana göre tam da bu “hikayesine kulak verilecek oyunlar” grubuna giren oyunlardan birisiydi.

Ben de o zaman bu düşüncelerimi neden siz Oyungezerler’le de paylaşmayayım ki dedim ve “Neden Çok Sevdim?” serimizde bugün Detroit: Become Human’ı misafir etmeye karar verdim.

İnsan olmanın anlamı nedir?

Biliyorum, bu soru cevaplaması hiç de kolay bir soru değil, oldukça derin bir felsefi tartışmanın kapısını aralayabilecek bir soru. Burada böylesi bir konuyu aydınlatmaya çalışmak gibi boş bir çabanın içerisine girecek değilim. Bu soruyu sorma nedenim, bana kalırsa Detroit’in tam da bu soruyu sormamıza ve insan olmaya dair düşüncelerimizi gözden geçirmemize vesile olan bir oyun olması. Zaten adıyla da bir anlamda buna işaret ediyordu.

Detroit’in sorduğu tek soru da bu değildi tabii; bununla bağlantılı birçok soru da barındırıyor içinde. Bu sorular insanlık tarihinin önemli soru(n)larından bir kısmını da içeriyordu.

Detroit bir yandan gelecekte karşı karşıya kalacağımız bir tabloyu anlatırken öte yandan geçmişi de tekrar gözden geçirmemize, sonra da dönüp günümüzdeki tabloyu sorgulamamıza imkân veriyordu.

Örneğin, neredeyse hayalet şehre dönmüş Detroit’i geleceğin parlayan yıldızı haline getiren androidlerin gelişi, Amerika’nın göçmenlerle büyümesini çağrıştırmıyor mu sizce de? Androidlere karşı takınılan tutumun Afro-Amerikalılara veya Hispaniklere ya da genel anlamda farklı olana karşı takınılan tutumdan bir farkı var mı? Haklar Yürüyüşü, toplumsal hareketler ve sokak olayları, canlının nasıl tanımlanacağı veya androidlerin bilinç sahibi bir varlık olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceği sorunu, öteki ile kurulacak ilişkide eşit(siz)lik gibi konuları ele almış ve bizim de gündemimize taşımamış mıydı Detroit? İşte bunlar gibi birçok detay bu oyunu çok sevdiğim oyunlar arasına yazdırmıştı.

Şimdi dilerseniz bu detaylardan bazılarını sizlerle de paylaşayım.

Dünü ve bugünüyle...

Detroit: Become Human’ın alt metninde çok çeşitli mesajlar yer aldığını söylemek mümkün. Bu mesajları verirken kullandığı araçlardan birisi de hikâyenin geçtiği mekânın seçimi diyebiliriz. Haliyle benim için hoş detaylardan birisi de bu olmuştu, dolayısıyla ilk olarak Detroit’ten kısaca bahsederek başlamak yerinde olur diye düşünüyorum.

Detroit, 1701’de Fransızlar tarafından kurulan bir şehir. Bir boğaz üzerinde kurulu olmasının da getirdiği avantajla, ticaret için oldukça elverişli bir yerleşim birimi. 1850’lerle birlikte başlayan şehrin endüstriyel gelişimi, takip eden 100 yıllık sürede göçmenler için bir cazibe merkezi haline gelmesini sağlıyor.

Detroit, çeşitli endüstri kollarında gelişmiş ve bir yandan da nakliye üssü niteliğine sahipken yıldızının esas parladığı nokta otomotiv sanayinde ön plana çıkışı oluyor -ki şehir için kullanılan takma isim de buradan geliyor, “Motor City”. Henry Ford’un otomobil üretiminde sağladığı atılımla Detroit, 1920’de dünyanın en önde gelen endüstri merkezlerinden birisi haline gelirken, ABD’nin de 4. büyük şehri oluyor. Ama bu hikâye, 20. Yüzyılın son çeyreğinden itibaren çok daha farklı bir hal almaya başlıyor. Zaman içerisinde şehir; altın çağını geride bırakırken, işsizlik yükseliyor, nüfus azalıyor, suçun kol gezdiği bir yer haline geliyor.

İşte bu oyunun da Detroit’in bu tarihsel mirasını güzel bir şekilde ele aldığını düşünüyorum. Teknolojik gelişimde yepyeni bir safhaya geçilmiş; androidler hayatın hemen her alanında yer alır hale gelmiş ve Detroit de aynı otomotiv sanayinin yükseliş döneminde olduğu gibi android üretiminin bir merkezi olarak yeniden o parlak dönemlerine geri dönmüş durumda.

Detroit tarihine ilişkin önemli detaylardan birisi de şehrin erken dönemlerdeki gelişiminde köleliğin de önemli bir rol oynamış olması. Buyurun oyunumuzla Detroit tarihi arasında bağlantı kurabilecek bir detay daha. Doğası gereği androidler insanlara hizmet için üretiliyorlar ve haliyle de bir nevi “Detroit’in yeni köleleri” olarak değerlendirilebilirler. Detroit’te hemen her işte androidler görev alıyor ve şehrin atılımında önemli bir rol üstlendiklerini söylemek mümkün. Hatta suçla mücadele konusunda da androidlerden destek alınıyor, kahramanlarımızdan Connor, bir polis dedektifi mesela.

Martin Luther King denildiğinde herhalde pek çok kişinin aklına o meşhur “I have a dream” konuşması gelecektir. Bundan birkaç ay öncesindeyse, bu konuşmanın öncülünü Detroit’te yapmıştı. Dolayısıyla, 1960’ların “Sivil Haklar Hareketi” için de önemli bir şehirdi Detroit. Ve işte oyunun bence en can alıcı noktalarından birisi de bence tam olarak bu noktada saklı. Oyunda androidler, kendilerine uygulanan şiddetin son bulması ve toplumun bir parçası olduklarının kabul edilmesi için tam da buna benzer bir hareket içerisine giriyor, örgütleniyor, direnişe geçiyorlar. Siyahi aktivistlerin o meşhur yürüyüşlerinin (Selma Yürüyüşleri veya Selma-Montgomery Yürüyüşleri) bir benzerinin androidlerimiz tarafından yapıldığını, hatta yürüyüşün finalinde kahramanlarımızdan Markus’un M.L. King’i hatırlatan bir konuşmaya imza attığını görüyoruz; “We are alive! And now we’re free” diyerek noktalıyor konuşmasını; bence çok başarılı bir gönderme. Gönderme demişken, oyunda bize yol arkadaşlığı yapan androidlerden birisinin adı da Luther idi; ismini nereden aldığını tahmin etmek zor olmasa gerek.

Androidlerin bir nevi kutsal toprakları, kurtuluşa erecekleri yer olan Jericho da oyunda gönderme yapılan bir başka şehir. Eriha (ya da Yeriho), Yahudilerin, Kenan ülkesini almak için giriştikleri mücadelede ilk fethettikleri şehir. Bir anlamda androidler de Jericho’dan böyle bir hareketi başlatmaya çalışmıyorlar mı? Ama gönderme sadece bununla da ilgili değil; ABD’de siyahilerin özgürlük mücadelesinde de Eriha ismi önemli bir semboldü.

İnsan olmanın anlamı üzerine...

Bunca satır boyunca, oyunun sadece bir yönüne, belli başlı birkaç noktaya değinmiş oldum. Halbuki daha söylenebilecek o kadar çok şey var ki, hangi birinden söz edeceğimi bilemiyorum. Aile içi şiddete de değiniyor, kıskançlık ve şiddet sarmalına da. Yozlaşmadan da bahsediyor sömürüden de. Baskıcı yönetimlere de göndermeler içeriyor felsefi konulara da. Arka planda radyo veya televizyonda paylaşılan bir haber, yolda giderken gözünüze ilişiverecek bir pano, bir sehpanın üzerindeki dergiler, bir kütüphanedeki kitaplar, karakterlerinizin şehrin diğer sakinleriyle sohbetleri veya kulak misafiri oldukları konuşmalar, androidler ile insanlar veya androidlerin kendi aralarındaki ilişkiler vs. her birisinde çeşit çeşit mesaj saklı. Bunları arayıp keşfetmek bizlere düşüyor.

Mesela Markus’un, “efendisi” Carl ile ilişkilerine bakalım. Ünlü ressam Carl Manfred’in, normalde hizmetçisi ve bakıcısı olan android Markus’u evladı gibi sahiplenmesi, ona yol göstermesi, sanatçı kişiliğine ve zekasına saygı duyup onu desteklemesi… İşin içine bir de Carl ile oğlu arasındaki ilişkiyi dahil edip bir kıyaslama yaptığımızda çok daha farklı bir noktaya varıyordu bu durum.

Carl’ın hemen her cümlesinde Markus’a olduğu kadar bizlere de mesajlar vardı. “Kimsenin sana kim olman gerektiğini söylemesine müsaade etme”, “Cevabı olmayan sorular sormak, insan doğasının bir parçasıdır, Markus”, “Keats, aşıktı… Bir insanı aşk kadar çaresiz hissettirebilen başka bir şey yoktur", “İnsanlar da birbirlerini anlamıyorlar”, “Hayat, duygular olmasaydı yaşamaya değmezdi” ve çok daha fazlası… Bu ve benzeri cümleler, oyuna daha fazla kulak vermeme, kendim için daha fazla mesaj çıkarmama vesile olmuştu.

Markus’un kütüphaneden seçtiği yazarlar/kitaplar (Plato (Republic), Shakespeare (Macbeth), John Keats (Odes)) dahi birer alt metinle yüklüydü… Veya piyano başına oturduğunda çalabileceği parçalar… Ya da resim çizerken yaptığı tercihler… Sadece bunlar üzerine bile yazılabilecek onlarca şey var ki…

Oyundaki karakterlerimizden Kara’ya bakalım bir de. Bir ebeveyn olmanın ne demek olduğunu, ebeveyn olabilmenin gereklerini çok güzel bir şekilde ortaya koymuyor muydu sizce de? Alice’e beslediği koşulsuz sevgi, onu korumak için verdiği çaba, onun için göze aldığı fedakarlıklar, her şeyiyle tam bir ebeveyn figürü haline gelmişti benim için Kara. Ve bu da aile olmanın kan bağından öte bir anlamı olduğunu hatırlatıyordu bence.

Oyundaki diğer karakterimiz Connor ile ilgili olarak da paragraflar boyunca yazabilirim (ama yazmayacağım, merak etmeyin :)). Sorgusuz sualsiz bir şekilde göreve bağlılık ile gerçekleri sorgulama arasında gidip gelen halleri, “sapma” veya “suç” tanımına ilişkin sorgulamaya kapı aralayan detaylar sunuyordu bizlere. Doğru veya yanlış olanı belirleyen neydi? Haklı veya haksızı kim ayırt ediyordu? Bunlar gibi birçok soru gelebilir sizin de aklınıza, eğer Connor’ın yaşadıklarına biraz daha yakından bakar ve onun içindeki çatışmaya ortak olursanız.

Bana kalırsa mantık ile duygular arasındaki çatışmayı çok güzel bir şekilde resmeden bir karakterdi Connor. Bu yönüyle de insan olmanın doğasına ilişkin önemli bir referans teşkil ediyordu bence.

Bir masal anlat bana Detroit

Oyunun teknik kısmından da bahsetmeden geçmeyeyim. Detroit, bence görsel yönden gayet başarılı bir oyundu; zaten kahramanlarımızdan Kara, ilk olarak bir teknoloji demosu olarak karşımıza çıkmıştı, sonrasında o demo serpilip büyüdü ve Ray Kurzweil'in “The Singularity Is Near” adlı kitabından esinlenen bir oyun haline geliverdi.

Kurzweil’den söz etmişken, burada bir parantez açıp bir noktayı belirtmekte fayda var; oyun bir anlamda “tekillik gerçekleştiğinde yaşanabilecekler” üzerine bir deneme olarak görülebilir. Zaten, akıllara getirdiği pek çok sorunun kaynağı da bu. Böylesine bir teknolojik atılım sağlandığı takdirde; nasıl bir toplumsal dönüşüm yaşanacak? Androidler, bilinçli yaşam formları olarak değerlendirilebilir mi? Androidlere ne gibi haklar verilebilir, onlar için de vatandaşlık haklarından bahsedilebilir mi? Örneğin, ebeveyn olarak kabul edilebilirler mi? Oy hakları olabilir mi? En azından kendileriyle ilgili kararlara ortak olabilirler mi? Bunlar gibi birçok soruyu akıllara getiriyordu Detroit.

Bir kez daha oyunun teknik kısmına dönecek olursak; oyundaki 3 ana karakterimizle ilgili bir teknik detayı da paylaşmış olayım. Oyunun görüntü yönetmeni Aymeric Montouchet; Kara için “sığ alan derinliğine sahip kalın grenli ve uzun lens”, Connor için “mavi bir renk paleti ile küçük, sıkı gren”, Markus için “turuncu ve beyaz renkler” kullanmış; yani karakterlerimizin her birisinin oyunda resmedilişi farklıydı, bu teknik tercihler de oyun içerisindeki rolleriyle örtüşecek şekilde yapılmıştı.

Quantic Dream’in oyunları genel olarak etkileşime geçtiğimiz ve hikâye akışını kontrol ettiğimiz filmler olarak değerlendirilir. Haliyle Detroit için de aynı durum geçerli. Ama bu konuda eli çok zengin bir oyun olmuştu Detroit, tercih ağacı o kadar dallanıp budaklanıyordu ki, bir oynayışla diğeri arasında çok büyük farklılıklar söz konusu olabiliyordu. Başlangıçta 2.000 sayfanın üzerinde senaryo metni yazılan oyunun sonunda farklı tercihlerin yol açtığı alternatif akışlarla ilgili diyagramlar 5.000 sayfayı geçmiş durumda. Herhalde bu tablo bile tek başına yeterince açıklayıcı olacaktır.

Bu yönüyle, bence hikâye sunumu açısından da iyi bir notu hak ediyor Detroit. Oyunda aldığınız bir kararın sonraki aşamada bir şekilde karşınıza çıktığı örneklerin sayısı hiç de azımsanmayacak derecedeydi. Sizin de kararlarınızdan dolayı pişmanlık duyduğunuz anlar olmadı mı, keşke şöyle yapsaydım demediniz mi? O tercih ağacına bakıp, şu yoldan değil de buradan gitseydim nasıl olurdu diye düşünüp tekrar oynamadınız mı? Oyunun finalini değiştirmeyecek olsa bile, hikâyenin bir noktasında karşılaştığınız bir karakterin hayatında değişikliğe yol açan bir karar aldığınızı fark etmediniz mi, bunu görüp de kararı değiştirmeyi düşündüğünüz anlar olmadı mı?

Benim için bu anlar, sadece oyunu tekrar tekrar oynamanın bir gerekçesi olmaktan öteye geçmeyi de başardı sevgili Oyungezerler. Hayatta aldığımız her bir kararın bizleri bambaşka patikalara yönelttiğini bir kez daha hatırıma getirdi ve aldığım kararların sonuçlarıyla yüzleşmem gerektiğini bir kez daha gösterdi bana. Bazen bizler için sıradan gelen şeylerin, başkalarının hayatında ne kadar önemli olabileceğini, ne kadar farklı anlamlar içerebileceğini de bir kez daha düşünmeme vesile oldu. Her bir insanın biricikliği üzerine daha fazla kafa yormam gerektiğini hatırladım.

Bunlar ve daha burada yazamadığım birçok detayıyla Detroit: Become Human, benim için çok önemli oyun tecrübeleri arasına adını yazdırdı.

YORUMLAR
Parolamı Unuttum