Dark Souls Günlükleri – Bölüm 1

Bu Yol Dark Souls 3'e Gider

Dark Souls benim hakkında konuşmayı, araştırmayı, detaylarını öğrenmeye çalışmayı en çok sevdiğim oyunların başında geliyor. E hazır Dark Souls 3’ün çıkmasına da şurada yaklaşık 1 ay zaman kalmışken tam olarak bunu yapmak, sizlerle Dark Souls hakkında konuşmak istiyorum. Bu yazı dizisinde sizlere Dark Souls oyunlarının hikayelerinden de bahsedeceğim, önemli karakterlerinden, belki ilk defa duyacağınız ayrıntılardan, oyunlar arasındaki gizemli bağıntılardan da. Belki siz de bazı detayları öğrendiğinizde benim gibi “ben bunu nasıl gözden kaçırmışım” diye düşüneceksiniz; bazı teorileri okuyunca sizin de benim gibi ağzınız açık kalacak, FromSoftware’e hayranlığınız daha da katlanacak. Battı balık yan gider diyerek oyunda tekrar bir tur daha atacaksınız, NG bilmem kaçıncı seviyede oynarken o kaçırdığınız detayları kendiniz görmek isteyeceksiniz.

> Dark Souls Günlükleri - Bölüm 2

> Dark Souls Günlükleri - Bölüm 3

> Dark Souls Günlükleri - Bölüm 4

> Dark Souls Günlükleri - Bölüm 5

> Dark Souls Günlükleri - Bölüm 6

> Dark Souls 3 İnceleme

Dark Souls oyunları bildiğiniz gibi hikayeyi oyuncunun gözüne gözüne sokan oyunlardan değil. Oyunu baştan sona içinde bulunduğunuz dünyada meydana gelmiş çoğu olaydan habersiz biçimde oynamanız ve bundan çok da büyük keyif almanız mümkün. Ama karşılaştığınız NPC’lerle olan diyaloglarınız dikkat eder, aldığınız eşyaların, öldürdüğünüz boss’ların ruhlarının açıklamalarını okursanız bir anda kendinizi inanılmaz güzel bir dünyanın içinde hissetmeye başlıyorsunuz. Ben de size sonradan da olsa bu hissi yaşatmak için öncelikle gerekli gördüğüm karakterlerden, bosslardan ve olaylardan bahsedeceğim ki yapbozun parçaları yerine otursun. Çünkü şurası bir gerçek, üçüncü oyunda ilk iki oyundan aşina olduğumuz isimler bir şekilde çıkacak karşımıza. “İlk oyunda beyaz bir ejderha öldürmüştük, adı Sit miydi Seat miydi neydi” demek de yerine göre zevkli olabilir, ama olur da 3. oyunda Seath the Scaless ile ilgili bir atıf olursa bunu yakalamak inanın bin kat daha zevkli olacak :)

Hemencecik bir ön not: Dikkatli okurlar tabi ki Demon’s Souls’u es geçip doğrudan Dark Souls ile başladığımı fark edecekler. Her ne kadar Demon’s Souls, Dark Souls’un ruhani öncüsü olsa da serinin asıl lore’unun ilk oyunla başladığını kabul edersek işimiz nispeten kolaylaşacak çünkü.

1 Undead Asylum

Dark Souls’ta Neler Olmuştu Öyle Yahu

Kadimlerin Çağında,

Dünya oluşmamıştı henüz, sisle kaplıydı her yanı

Gri kayalıklar, uluağaçlar ve ölümsüz ejderhalarla

 

Sonrasında Ateş geldi

Ve Ateşle birlikte İhtilaflar. Sıcak ve soğuk, yaşam ve ölüm, ve elbette… Aydınlık ve Karanlık.

 

Sonra, Karanlıktan, Onlar geldi

Ve alevlerin içinde Lord Ruhlarını buldular

 

Nito, ilk ölü

Izalith Cadısı ve onun kaos kızları

Günışığı Lordu Gwyn ve onun sadık şövalyeleri,

Ve sinsi cüce, kolayca unutulmuş olan

 

Lordların Gücüyle, ejderhalara meydan okudular.

 

Gwyn’in kudretli yıldırım okları taş pullarını birbirinden ayırdı

Cadılar görkemli alevfırtınaları dokudu,

Nito ise ortaya ölüm ve hastalık saçtı

 

Ve Pulsuz Seath kendi ırkına ihanet etti ve ejderhalar yok oldu

Böylece başladı Ateş Çağı

 

Ama yakında, alevler sönecek ve geriye sadece Karanlık kalacak

 

Şimdi bile geride sadece korlar var, ve insanların tek gördüğü şey ışık değil, bitmeyen geceler

Ve canlılar arasında, Karaişaret ile damgalanmış lanetliler

 

Dark Souls’un açılış sinematiğinde bizim zamanımıza kadar olan olaylar bu şekilde anlatılır ve kendimizi Lordran’da, Northern Undead Asylum’daki hücrelerden birinde buluruz. Undead Asylum Lordran’ın kuzeyinde bulunan ve Darksign (Karanlık İşaret) damgası yemiş undeadlerin dünyanın sonuna kadar beklemek üzere hapsedildikleri bir tımarhane. Buradaki undeadler sonsuza kadar mahkum edilmiş ve çoğu da artık hollow’a dönüşmüş.

Nedir peki bu hollow olayı? “Her Undead bir gün hollow olacaktır” atasözünü duymadınız mı yoksa? Efendim şimdi bu ölümsüzler/ölmeyenler sonsuz azap içinde yavaş yavaş benliklerini yitirmeye, geçmişlerini unutmaya ve özgür iradelerini kaybetmeye başlıyorlar. Hatırlar mısınız Dr. Who’nun son sezonunda Ashildr’da buna benzer bir durumdaydı, sonsuza kadar yaşıyorsanız geçen yılları unutmamak için ya kayıt altına almanız gerekir, ya da öyle bir zaman gelir ki isminizi bile hatırlayamazsınız. Hollow olunca bunun dönüşü yok, Lordran’da karşılaşacağınız undead karakterlerin büyük çoğunluğu bu durumdan ölesiye korkuyor ve geciktirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Unutmayı, unutulmayı kim ister ki zaten? Asylum’dan kaçınca kendimizi Firelink Shrine’da buluyor ve Chosen Undead, yani Seçilmiş Undead olarak maceramıza resmi olarak başlıyorduk.

2 Furtive Pygmy

Biri Sinsi Cüce Mi Dedi?

Evet dedim. Sinsi cüce dedim. Yani oyunda geçen ismiyle Furtive Pygmy. Peki kim bu açılış videosunun haricinde görmediğimiz, hakkında destanlar okumadığımız karakter? O, alevlerin içinde Dark Soul’u bulan kişi. Bu Karanlık Ruh’u nesilden nesile aktararak nihayetinde Dark Lord’un ortaya çıkmasını umuyor; çünkü Dark Lord ateşi söndürecek ve Ateş Çağını sonlandırarak Karanlık Çağı başlatacak. Bu bilgiyi aklınızın bir kenarına not edin, çünkü oyunun sonu da doğrudan bununla ilgili. Pygmy’nin tüm soyu bu karanlık işareti taşıyor, yani gerçekten ölmek yerine undead olarak hayatlarına devam ediyorlar. Durun bir saniye? E biz de öyle değil miyiz? Kendimizi Undead Asylum’da bulan bir undead değil miyiz? Yani biz Pygmy’nin bilmemkaçıncı nesilden torunuyuz, varislerinden biriyiz, belki de acayip bir hazine bizi bekliyor! Hem biliyor musunuz, bir teoriye göre Pygmy’nin bulmuş olduğu bu ruh aslında tüm insanlığın kaynağı.


Manus Aslında Pygmy Mi?

Dark Souls’un DLC’siyle oyuna ekstra bir hikaye eklenmiş ve bu hikayenin sonunda da karşımıza ana boss olarak Manus, The Father of Abyss çıkmıştı. Manus’un Pygmy olduğuna dair teoriler var, bunun da en büyük dayanaklarından biri Manus’a “tarih öncesi insan”, “boşluğun babası” gibi çeşitli isimler verilmiş olması. E bildiğiniz gibi Pygmy de ilk insanlardan biri ve karanlık ruhun sahibi. Peki ikisi aynı kişi mi? Bilmiyoruz. Bildiğimiz kısım şu, Manus bir zamanlar insandı ve insanlığı kafayı yediğinde (ki buna neyin sebep olduğu bilinmiyor) Father of the Abyss oldu ve bir şekilde öldü gitti. Sonrasını Marvelous Chester şu şekilde anlatıyor:

“İster inan, ister inanma Oolacile başına bu boşluk belasını kendi sardı. O dişli yılanın yalanlarına kandılar, tarih öncesi insanın mezarını alt üst ettiler ve öfkesini serbest bıraktılar.”

3 Marvelous Chester

Yani Oolacile’in salak insanları bu yılana (bahis şirketleri bu yılanın Kaathe olma olasılığına 1.05 veriyor) kanıp boşluğun karanlığına kendilerini bırakıyorlar ve Manus’u uyandırıyorlar. Manus’un başına gelenler Oolacile’deki insanlara da oluyor, insanlıklarını kaybedip tuhaf yaratıklara dönüşüyorlar. Manus ise kendisi için çok değerli olan kolyesini bulmaya çalışıyor. Zaten biz de bu kırık kolyenin bir yarısını bulduğumuz zaman Manus ile tanışmıştık, Manus zamanın ve mekanın ötesinden uzanmış ve bizi Oolacile’e çekmişti. Chester ile de burada tanışmıştık ve o da muhtemelen kolyenin diğer yarısını bulduğunda Manus tarafından buraya getirilmişti. Çünkü ne diyordu karşılaştığınızda?

“Hm... Dur tahmin edeyim. Gölgelerden oluşan bir kol seni de yakaladı ve geçmişe çekti, değil mi?”

Manus’u öldürdüğümüzde aslında ondan tamamen kurtulmuş olmuyoruz, çünkü ufak parçaları etrafa saçılıyor. Üzerinden çok çok uzun zamanlar geçtikten sonra bu parçalar yavaş yavaş bilinçleniyor ve ayrı varlıklara dönüşüyorlar. Bunların kim olduğunu belki az çok biliyorsunuzdur ama detaylarına iki oyun arasındaki ilişki kısmında değinmek daha uygun olacak.

Artorias Adında Bir Şövalye

Manus’u öldürmeye çalışan ilk kişi elbette biz değildik. Bizden önce Artorias ve kurdu Sif buraya gelmişler ve Oolacile’in boşluk girdabına kapıldığı zamanki prensesi Dusk’ı kurtarmışlar. Dusk ile Darkroot Basin’de karşılaşmıştık (altın kristal golemin içine hapsolmuş şekilde) ve Manus’u öldürdükten sonra da Chasm of the Abyss’te kendisini sessizce ağlar halde bulmuştuk. Artorias’a dönecek olursak tabi Sif ismi hemen tanıdık geldi değil mi, Great Grey Wolf Sif ile Darkroot Garden’da savaşmıştık çünkü. Tabi bunun gerçekleşebilmesi için Sif’in geçmişte ölmemiş olması lazım; gerçekten de Artorias Manus ile savaşırken kaybedeceklerini anlayınca Sif’i ölümden kurtarmak için kalkanını kullanarak onu korumuş, kendini feda etmiş ve iradesi Manus’a teslim olmuş. Şimdi size ilginç bir bilgi vereyim. Manus ile savaşmak üzere Chasm of the Abyss’e girdiğimizde Alvina’nın ruhunu takip edersek bir illüzyon duvarının arkasında yavru Sif ile karşılaşıyoruz ve etrafındaki Humanity Spirit’leri öldürerek onu kurtardığımızda Manus ile savaşırken yardımcı olması için çağırabiliyoruz. Bunu yaptıktan sonra oyuna normal biçimde devam edip Sif’in alanına girdiğimizde farklı bir açılış sekansı ile karşılaşıyoruz. Sif’e yaklaştığımızda bizi kokumuzdan tanıyor, ama dokunmamıza izin vermiyor tabi. Bunun yerine son derece hüzünlü bir şekilde uluyor ve Artorias’ın kılıcını da tereddüt ederek alıyor ağzına. Bu tür ince dokunuşlar da bu oyunun en harika yanlarından biri işte.

4 Artorias and Sif

Artorias’tan Sif’e geldim ama işte bu oyunla ilgili konuşurken olacak olan şey hep bu, her şey birbiriyle öyle bağıntılı ki bir yerden girip başka yerden çıkıp duracağız yazı boyunca. Artorias Gwyn’in dört şövalyesinden biri, diğerleri Ornstein the Dragonslayer (bu ismi duyunca gözleriniz doldu biliyorum, gözlerinizin önünden onlarca kez ölümünüz geçti, onun mızrağının ve Executioner Smough’un çekicinin altında can verişlerinizi hatırladınız), Lord’s Blade Ciaran ve Hawkeye Gough (kendisiyle de yine DLC sayesinde tanışmıştık, çok kral adam valla). Artorias’ı öldürdükten sonra arenaya döndüğümüzde Ciaran ile karşılaşıyoruz ve bizden Artorias’ın ruhunu istiyor. Ciaran grubun tek kadın şövalyesi ve isterseniz onu oracıkta öldürebiliyorsunuz. Bunu yaparsanız son sözleri “benim… sevgili… Artorias’ım” oluyor. Kim demiş bu ölü ve çarpık evrende aşkın yeri yok diye?

Tamam Cüceyi Anladık, Peki Baştaki Diğer Üçüne Ne Oldu?

… ve hep beraber mutlu mesut yaşadılar. Yok canım, tabi ki öyle olmadı. Hatırlarsanız başlangıçta Lord ruhlarını bulan üç varlık daha vardı: Witch of Izalith, Gravelord Nito ve Gwyn, Lord of Sunlight. Böylesi bir güce sahip olunca dünyaya hükmetmek için ejderhalara savaş açtılar. Ejderhalar aslında onlardan korkmuyordu, çünkü ölümsüzlüklerinin sırrı olan pulları onları her türlü zarardan koruyacaktı. Ama kendi ırklarından biri, Seath the Scaleless, Lordlara ejderhaların zayıf yönünü söyleyerek onlara ihanet etti. Gwyn ve şövalyeleri yıldırım oklarıyla ejderhaların pullarını döktüler, Nito ejderhaların açığa çıkan bedenlerine ölüm ve hastalık saçtı, Witch of Izalith de devasa alev fırtınaları ile ejderhaların evi olan ulu ağaçları yakıp kül etti. Ve böylece Ateş Çağı başladı.

Witch of Izalith, Gwyn’e Ejderhalara karşı olan savaşında yardımcı olduktan sonra Ateş Çağını uzatmak için sahip olduğu Lord Ruhunu kullanarak İlk Ateşi kopyalamaya çalıştı ama başarısız oldu. Bu başarısızlığın sonucunda ortaya Chaos Flame ismindeki Kaos Ateşi çıktı. Cadı bu kaos ateşini kontrol etmeyi başaramadı, ateş onu tüketti ve tüm iblislerin kaynağı olacak bir yatağa dönüştü. Oyunda Lost Izalith’te karşımıza çıkan Bed of Chaos işte bu. Witch of Izalith’in çocukları da bu Kaos Ateşinin kurbanları oldu ve benzer dönüşümler geçirdiler. Çocukların en küçüğü, cadının tek oğlu Ceaseless Discharge’a dönüştü. Diğer kızları tümden iblise dönüşse de Quelaag ve Queelag’s Sister akıl sağlıklarını kaybetmeden kaçmayı başardılar ama belden aşağılarının örümceğe dönüşmesine engel olamadılar. Chaos Witch Quelaag oyunda karşımıza boss olarak çıkıyordu ve onu öldürdükten sonra yola devam ettiğimizde kız kardeşiyle karşılaşıyorduk. Bu kör kız kardeşle konuşabilmek için mutlaka Old Witch’s Ring’i takmış olmanız gerekiyordu, onunla konuştuğumuzda bizi kız kardeşi sanıyordu ve diyaloğu gerçekten çok hüzünlüydü.

“Quelaag? Sevgili kız kardeşim. Ah, sevgili kardeşim. Beni merak etme, canım o kadar yanmıyor. Quelaag? Lütfen kardeşim, ağlama. Gerçekten çok mutluyum ben. Sana sahibim ya, öyle değil mi?”

5 Gravelord Nito

Gravelord Nito ejderhalara karşı verilen savaştan sonra Tomb of the Giants’a döndü ve burada hayatta kalmayı başardı. Eğer kendisiyle boss haliyle karşılaşmadan önce kabrine giden yolu bularak tanışırsanız ona saygılarınızı sunup Gravelord Servant covenantına katılabiliyorsunuz. Nito’nun tek amacı dünyanın her yanına ölümü yayabilmek ve bu yüzden de aslında Ateş Çağının devam etmesini istiyor. Çünkü o İlk Alev olmadan yaşam da, ölüm de olmayacağından ateşin sönmesi haliyle işine gelmez. Bu arada Nito ve oyunda karşılaştığımız bir başka boss olan Pinwheel arasında bizim zamanımızdan çok önce bazı olaylar olmuş, Pinwheel Nito’nun güçlerinden bir kısmını çalmayı başarmış ama oyun bize bu konu hakkında çok az detay sunuyor maalesef.

Dark Souls Günlükleri - Bölüm 2

YORUMLAR

Mirror’s Edge Catalyst'ten 2 Yeni Oynanış Videosu

Oynanışa kısa da olsa yakından bakıyoruz

Mirror’s Edge Catalyst'ten 2 Yeni Oynanış Videosu

İlkbahar mevsimine hareket katacak yapımlardan Mirror’s Edge Catalyst’e ait yeni içerikler paylaşıldı.

Çıkış tarihine uzun bir süre kalmamasına rağmen diğer EA oyunlarına kıyasla sessiz bir biçimde gelen Mirror’s Edge Catalyst için iki yeni video yayınlandı. Bir dakika uzunluğundaki videolar içerisinde hareket ve dövüş mekaniklerine değiniliyor.

PC, PlayStation 4 ve Xbox One için Avrupa bölgelerine 26 Mayıs’ta çıkışını yapacak olan Mirror’s Edge Catalyst'in yeni videoları huzurlarınızda:

{ogzvideo|type:ytb|id:evt9bDMAxIk}

Beyond Good and Evil 2, Nintendo Desteğiyle Çıkabilir

Top Nintendo da mı?

Beyond Good and Evil 2, Nintendo Desteğiyle Çıkabilir

Geliştirme aşamasındaki sıkıntılı süreçleri bir türlü atlatamayan Beyond Good and Evil 2 için gün ışığı doğmuş olabilir.

Destructoid’in ellerine ulaştığını belirttiği bir söylentiye göre Nintendo, Bayonetta 2’de yaptığına benzer bir hamleyi Beyond Good and Evil için de yapıyor. Söylentide geçenler, Nintendo’nun Beyond Good and Evil 2’nin yapımını desteklediğini ve firmanın NX kod adlı yeni konsoluna özel olarak oyunu çıkartmak istediğini iddia etmekte.

Beyond Good and Evil 2’nin Beyond Good and Evil: The Prejudices of Philosophers olarak adlandırıldığı da bahsi geçenler arasında.

Eğer söylentiler gerçeği yansıtıyorsa, 2017’de çıkışını yapacağı belirtilen oyunu Nintendo sayesinde nihayet aramızda görebiliriz.

Mirror’s Edge Catalyst'ten 2 Yeni Oynanış Videosu

Oynanışa kısa da olsa yakından bakıyoruz

Mirror’s Edge Catalyst'ten 2 Yeni Oynanış Videosu

İlkbahar mevsimine hareket katacak yapımlardan Mirror’s Edge Catalyst’e ait yeni içerikler paylaşıldı.

Çıkış tarihine uzun bir süre kalmamasına rağmen diğer EA oyunlarına kıyasla sessiz bir biçimde gelen Mirror’s Edge Catalyst için iki yeni video yayınlandı. Bir dakika uzunluğundaki videolar içerisinde hareket ve dövüş mekaniklerine değiniliyor.

PC, PlayStation 4 ve Xbox One için Avrupa bölgelerine 26 Mayıs’ta çıkışını yapacak olan Mirror’s Edge Catalyst'in yeni videoları huzurlarınızda:

{ogzvideo|type:ytb|id:evt9bDMAxIk}

Uncharted - Film İnceleme

Açık hava maceracılığında sıradan bir gün

Uncharted - Film İnceleme

Biz oyun severler Nathan Drake’in her bölümde katlanarak büyüyen maceralarına ezelden beridir alışığız. Fakat sinema seyircisi için Uncharted “keşfedilmemiş” bir alandı, ta ki uzun ve sancılı yapımı nihayet tamamlanıp bugün görücüye çıkan bu filme kadar.

Uncharted her daim kendinden önce gelen Indiana Jones ve Tomb Raider’ın bir benzeri olduğunu kabul eden, hatta onları kucaklayan bir yapıya sahipti. Ama asıl farkı yaratan elbette sempatik başrolü Nathan Drake karakteriydi ve filmi de onu oynayacak olan oyuncunun sırtlayacağı bariz ortadaydı. Yani Örümcek Adam’lıktan taze çıkmış Tom Holland’ın buradaki yükü oldukça ağırdı.

Gelin hep beraber bakalım kendisi bu ağırlığı sırtlayabilmiş mi, yoksa hazine dolu eski bir gemi gibi sulara mı gömülmüş?

İyi haber şu ki filmde oyunculuğu en iyi olan ve izlemesi zevkli kişi Tom Holland; onun arkasından da Chole Frazer rolüne oldukça yakışan Sophia Ali geliyor. Her ne kadar oyunlardan alıştığımız Nathan Drake’den genç olsa da Holland onun esprili ama yeri geldiğinde ciddileşebilen üslubunu gayet iyi yansıtabiliyor. E fiziksel olarak da Hollywood’un en fit genç aktörlerinden olduğu için doğru seçim kendisi.

Mark Whalberg’ün Sully’si biraz sulu ve irite edici diyaloglara sahip olsa da deneyimiyle rolün altından kalkabilmiş, diğer karakterler oyunlarda da genelde karton kaldığından burada bahislerini etmeye çok değmez. Yine de şu haliyle Sony’nin gelecek için iyi bir yatırım yaptığını söyleyebilirim. Yalnız şu var ki bu filmin uzun süren yapım süreci çok fazla değişen senaryo öğelerini de beraberinde getirmiş ve ortam biraz karışmış.

2 saatlik süresi içerisinde hem Nathan’ın orijin öyküsünü hem kendi macerasını hem olayın arkasındaki tarihi hem aksiyonu vereyim derken yer yer yolunu kaybeden bir iş var elimizde. Söz gelimi Indiana Jonesvari bir film çekiyorsanız ortalama 20 dakikada bir irili ufaklı aksiyon sahneleri gelmeli ki seyircinin ilgisini kaybetmesini engelleyebilesiniz. Film bu altın formülü tam uygulayamıyor ve siz doyurucu bir aksiyon görmek için son yarım saati bekliyorsunuz. Bu bekleyiş esnasında çözülen bulmacalar, yapılan onlarca açıklama ve pek de matah olmayan ufak aksiyon sahneleri o katıksız macera hissiyatını pek destekleyemiyor ne yazık ki.

Arkadan arkadan gelen ve 4. oyunda iyi anlatılıp burada pek derinleşemeyen Nathan’ın abisi Sam’in öyküsüyse belli ki bir sonraki film için hazırlık ama burada bu kadar yer kaplamalı mıydı o bir soru konusu.

Bir de şu var; yahu bu adamlar çelikten mi yapılmış arkadaş? Indy filmlerinde bolca rastladığımız dostumuzun dayağı yedikten sonra tedaviye ihtiyaç duyması gibi gerçekçiliği arttıran ve karakteri inanılır kılan çok basit bir öğe burada atlanmış. Hani filmin bir yerinde karakterin birini fırlatmak suretiyle bayağı camı çerçeveyi indiriyorlar ve karakterin bir sonraki sahnesinde yüzünde çizik dahi yok. Hayır bari yalandan bir iki bant mant yapıştırsaydınız suratına çok daha inandırıcı olurdu.

Aynı şekilde Tom Holland’ın çaktırmasa da Wolverine gibi iyileşme güçleri var galiba ki kendisi onca ölümcül darbeye karşın yüzü tertemiz şekilde olaylardan sağ çıkabiliyor, benim gözüme çok battı bu durum açıkçası.

Açık hava macerası filmlerinin bir diğer olmazsa olmazı espriler de “ehhhh” minvalinde; kimisine gülüyorsunuz, kimisine “öfff” diyorsunuz ama genel olarak kurtarırlar diyeyim. Elbette bir Mumya’daki absürt durumların tetiklediği büyük kahkahalar ya da Spielberg’ün zekâsından fena halde nemalanan Indy’nin düştüğü komik ama gerilimli durumlar burada pek yok. Lay lay lom oradan oraya gidip düzgünce maceramızı yaşayıp salondan çıkıyoruz. Tom Holland’a yamanmaya çalışılan, Orlando Bloom’dan devralınma Errol Flynn imajıysa daha bir sağlamlaşmış oluyor bu filmle. Kendisini yakın zamanda ne kadar atlamalı zıplamalı, kılıçlı dövüşlü film varsa içinde görürsek şaşırmayın derim.

Toparlayacak olursam Uncharted öyle çok haritanın dışına çıkmayan, gerilimi ve aksiyonu düşük ama iyi kötü bir öykü anlatmayı becerebilen bir film. Oyunun hayranları büyük bir hayal kırıklığı yaşamayacaklar ama tam anlamıyla ihya olmayı da beklemesinler, öyle ortalama bir film elimizdeki. Ama Sony için gerçekten iyi de bir adım bu, zira en azından ortaya Assassin's Creed uyarlaması gibi rezil olunacak bir film çıkmamış ve oyunun köklerine de gayet bağlı kalınmış. Sadece daha derli toplu bir senaryoya ihtiyacı varmış ve yaşanılan aksiyonun karakterlere yansıması ve çapı biraz zayıf kalmış. Onun haricinde izler, eğlenir “hoşmuş” der geçersiniz yüksek ihtimalle.

Yönetmen: Ruben Fleischer
Oyuncular: Tom Holland, Mark Whalberg, Antonio Banderas, Sophia Ali, Tati Gabrielle
IMDB Notu: 7,1     

 

Editörün Notu: Uncharted kötü olmayan ama tam nereye gitmek istediğine de karar verememiş kafası karışık bir eğlencelik. Oyunların havasını pek çok uyarlamadan daha iyi yakaladığı kesin öte yandan.

NOT: 6,5/10

 

Peter Jackson, 2021'in En Çok Kazanan Sanatçıları Listesinin Zirvesinde

Forbes, eğlence sektörünü değerlendirdi

Peter Jackson, 2021'in En Çok Kazanan Sanatçıları Listesinin Zirvesinde

Forbes dergisi 2021 yılında eğlence sektörünün en çok kazanan sanatçılarını listeledi. Yüzüklerin Efendisi serisi ve Hobbit filmleriyle tanıdığımız, bu yıl ise Beatles belgeseli Get Back ile karşımıza çıkan üç ödüllü ünlü yönetmen Peter Jackson, 2021 yılının en çok kazanan sanatçısı oldu.

Peter Jackson'ı listenin zirvesine taşıyan olan ise geçtiğimiz yıl içerisinde, sahibi olduğu dijital efekt şirketi Weta Digital'i tam 1.6 milyar dolara Unity Software'e satmasıydı. Bu satıştan 580 milyon dolar gelir elde eden Jackson, bu sayede listenin bir numarasına kuruldu ve Steven Spielberg ve George Lucas gibi milyarder yönetmenlerin yanına ismini yazdırdı.

Listenin ikinci sırasında ise müzik kataloğunu 500 milyon dolar karşılığında Sony Music'e satan Bruce Springsteen yer alıyor.

İlk 10 içerisinde hiçbir kadının yer almadığı listede, ilk 20 içerisindeyse sadece yalnızca 3 kadının (Reese Witherspoon, Marta Kaufmann ve Shonda Rhimes) yer aldığı liste şu şekilde:

  1. Peter Jackson - 580 milyon $
  2. Bruce Springsteen - 435 milyon $
  3. Jay-Z - 340 milyon $
  4. Dwayne “The Rock” Johnson - 270 milyon $
  5. Kanye West - 235 milyon $
  6. Trey Parker ve Matt Stone - 210 milyon $
  7. Paul Simon - 200 milyon $
  8. Tyler Perry - 165 milyon $
  9. Ryan Tedder - 160 milyon $
  10. Bob Dylan - 130 milyon $

12. sırada yer alan ve "en çok kazanan kadın sanatçı" olan Reese Witherspoon'un 115 milyon dolarlık geliri ise yapım şirketi Hello Sunshine aracılığıyla elde ettiği de belirtilmiş listede.

Uncharted - Film İnceleme

Açık hava maceracılığında sıradan bir gün

Uncharted - Film İnceleme

Biz oyun severler Nathan Drake’in her bölümde katlanarak büyüyen maceralarına ezelden beridir alışığız. Fakat sinema seyircisi için Uncharted “keşfedilmemiş” bir alandı, ta ki uzun ve sancılı yapımı nihayet tamamlanıp bugün görücüye çıkan bu filme kadar.

Uncharted her daim kendinden önce gelen Indiana Jones ve Tomb Raider’ın bir benzeri olduğunu kabul eden, hatta onları kucaklayan bir yapıya sahipti. Ama asıl farkı yaratan elbette sempatik başrolü Nathan Drake karakteriydi ve filmi de onu oynayacak olan oyuncunun sırtlayacağı bariz ortadaydı. Yani Örümcek Adam’lıktan taze çıkmış Tom Holland’ın buradaki yükü oldukça ağırdı.

Gelin hep beraber bakalım kendisi bu ağırlığı sırtlayabilmiş mi, yoksa hazine dolu eski bir gemi gibi sulara mı gömülmüş?

İyi haber şu ki filmde oyunculuğu en iyi olan ve izlemesi zevkli kişi Tom Holland; onun arkasından da Chole Frazer rolüne oldukça yakışan Sophia Ali geliyor. Her ne kadar oyunlardan alıştığımız Nathan Drake’den genç olsa da Holland onun esprili ama yeri geldiğinde ciddileşebilen üslubunu gayet iyi yansıtabiliyor. E fiziksel olarak da Hollywood’un en fit genç aktörlerinden olduğu için doğru seçim kendisi.

Mark Whalberg’ün Sully’si biraz sulu ve irite edici diyaloglara sahip olsa da deneyimiyle rolün altından kalkabilmiş, diğer karakterler oyunlarda da genelde karton kaldığından burada bahislerini etmeye çok değmez. Yine de şu haliyle Sony’nin gelecek için iyi bir yatırım yaptığını söyleyebilirim. Yalnız şu var ki bu filmin uzun süren yapım süreci çok fazla değişen senaryo öğelerini de beraberinde getirmiş ve ortam biraz karışmış.

2 saatlik süresi içerisinde hem Nathan’ın orijin öyküsünü hem kendi macerasını hem olayın arkasındaki tarihi hem aksiyonu vereyim derken yer yer yolunu kaybeden bir iş var elimizde. Söz gelimi Indiana Jonesvari bir film çekiyorsanız ortalama 20 dakikada bir irili ufaklı aksiyon sahneleri gelmeli ki seyircinin ilgisini kaybetmesini engelleyebilesiniz. Film bu altın formülü tam uygulayamıyor ve siz doyurucu bir aksiyon görmek için son yarım saati bekliyorsunuz. Bu bekleyiş esnasında çözülen bulmacalar, yapılan onlarca açıklama ve pek de matah olmayan ufak aksiyon sahneleri o katıksız macera hissiyatını pek destekleyemiyor ne yazık ki.

Arkadan arkadan gelen ve 4. oyunda iyi anlatılıp burada pek derinleşemeyen Nathan’ın abisi Sam’in öyküsüyse belli ki bir sonraki film için hazırlık ama burada bu kadar yer kaplamalı mıydı o bir soru konusu.

Bir de şu var; yahu bu adamlar çelikten mi yapılmış arkadaş? Indy filmlerinde bolca rastladığımız dostumuzun dayağı yedikten sonra tedaviye ihtiyaç duyması gibi gerçekçiliği arttıran ve karakteri inanılır kılan çok basit bir öğe burada atlanmış. Hani filmin bir yerinde karakterin birini fırlatmak suretiyle bayağı camı çerçeveyi indiriyorlar ve karakterin bir sonraki sahnesinde yüzünde çizik dahi yok. Hayır bari yalandan bir iki bant mant yapıştırsaydınız suratına çok daha inandırıcı olurdu.

Aynı şekilde Tom Holland’ın çaktırmasa da Wolverine gibi iyileşme güçleri var galiba ki kendisi onca ölümcül darbeye karşın yüzü tertemiz şekilde olaylardan sağ çıkabiliyor, benim gözüme çok battı bu durum açıkçası.

Açık hava macerası filmlerinin bir diğer olmazsa olmazı espriler de “ehhhh” minvalinde; kimisine gülüyorsunuz, kimisine “öfff” diyorsunuz ama genel olarak kurtarırlar diyeyim. Elbette bir Mumya’daki absürt durumların tetiklediği büyük kahkahalar ya da Spielberg’ün zekâsından fena halde nemalanan Indy’nin düştüğü komik ama gerilimli durumlar burada pek yok. Lay lay lom oradan oraya gidip düzgünce maceramızı yaşayıp salondan çıkıyoruz. Tom Holland’a yamanmaya çalışılan, Orlando Bloom’dan devralınma Errol Flynn imajıysa daha bir sağlamlaşmış oluyor bu filmle. Kendisini yakın zamanda ne kadar atlamalı zıplamalı, kılıçlı dövüşlü film varsa içinde görürsek şaşırmayın derim.

Toparlayacak olursam Uncharted öyle çok haritanın dışına çıkmayan, gerilimi ve aksiyonu düşük ama iyi kötü bir öykü anlatmayı becerebilen bir film. Oyunun hayranları büyük bir hayal kırıklığı yaşamayacaklar ama tam anlamıyla ihya olmayı da beklemesinler, öyle ortalama bir film elimizdeki. Ama Sony için gerçekten iyi de bir adım bu, zira en azından ortaya Assassin's Creed uyarlaması gibi rezil olunacak bir film çıkmamış ve oyunun köklerine de gayet bağlı kalınmış. Sadece daha derli toplu bir senaryoya ihtiyacı varmış ve yaşanılan aksiyonun karakterlere yansıması ve çapı biraz zayıf kalmış. Onun haricinde izler, eğlenir “hoşmuş” der geçersiniz yüksek ihtimalle.

Yönetmen: Ruben Fleischer
Oyuncular: Tom Holland, Mark Whalberg, Antonio Banderas, Sophia Ali, Tati Gabrielle
IMDB Notu: 7,1     

 

Editörün Notu: Uncharted kötü olmayan ama tam nereye gitmek istediğine de karar verememiş kafası karışık bir eğlencelik. Oyunların havasını pek çok uyarlamadan daha iyi yakaladığı kesin öte yandan.

NOT: 6,5/10

 

Uncharted - Film İnceleme

Açık hava maceracılığında sıradan bir gün

Uncharted - Film İnceleme

Biz oyun severler Nathan Drake’in her bölümde katlanarak büyüyen maceralarına ezelden beridir alışığız. Fakat sinema seyircisi için Uncharted “keşfedilmemiş” bir alandı, ta ki uzun ve sancılı yapımı nihayet tamamlanıp bugün görücüye çıkan bu filme kadar.

Uncharted her daim kendinden önce gelen Indiana Jones ve Tomb Raider’ın bir benzeri olduğunu kabul eden, hatta onları kucaklayan bir yapıya sahipti. Ama asıl farkı yaratan elbette sempatik başrolü Nathan Drake karakteriydi ve filmi de onu oynayacak olan oyuncunun sırtlayacağı bariz ortadaydı. Yani Örümcek Adam’lıktan taze çıkmış Tom Holland’ın buradaki yükü oldukça ağırdı.

Gelin hep beraber bakalım kendisi bu ağırlığı sırtlayabilmiş mi, yoksa hazine dolu eski bir gemi gibi sulara mı gömülmüş?

İyi haber şu ki filmde oyunculuğu en iyi olan ve izlemesi zevkli kişi Tom Holland; onun arkasından da Chole Frazer rolüne oldukça yakışan Sophia Ali geliyor. Her ne kadar oyunlardan alıştığımız Nathan Drake’den genç olsa da Holland onun esprili ama yeri geldiğinde ciddileşebilen üslubunu gayet iyi yansıtabiliyor. E fiziksel olarak da Hollywood’un en fit genç aktörlerinden olduğu için doğru seçim kendisi.

Mark Whalberg’ün Sully’si biraz sulu ve irite edici diyaloglara sahip olsa da deneyimiyle rolün altından kalkabilmiş, diğer karakterler oyunlarda da genelde karton kaldığından burada bahislerini etmeye çok değmez. Yine de şu haliyle Sony’nin gelecek için iyi bir yatırım yaptığını söyleyebilirim. Yalnız şu var ki bu filmin uzun süren yapım süreci çok fazla değişen senaryo öğelerini de beraberinde getirmiş ve ortam biraz karışmış.

2 saatlik süresi içerisinde hem Nathan’ın orijin öyküsünü hem kendi macerasını hem olayın arkasındaki tarihi hem aksiyonu vereyim derken yer yer yolunu kaybeden bir iş var elimizde. Söz gelimi Indiana Jonesvari bir film çekiyorsanız ortalama 20 dakikada bir irili ufaklı aksiyon sahneleri gelmeli ki seyircinin ilgisini kaybetmesini engelleyebilesiniz. Film bu altın formülü tam uygulayamıyor ve siz doyurucu bir aksiyon görmek için son yarım saati bekliyorsunuz. Bu bekleyiş esnasında çözülen bulmacalar, yapılan onlarca açıklama ve pek de matah olmayan ufak aksiyon sahneleri o katıksız macera hissiyatını pek destekleyemiyor ne yazık ki.

Arkadan arkadan gelen ve 4. oyunda iyi anlatılıp burada pek derinleşemeyen Nathan’ın abisi Sam’in öyküsüyse belli ki bir sonraki film için hazırlık ama burada bu kadar yer kaplamalı mıydı o bir soru konusu.

Bir de şu var; yahu bu adamlar çelikten mi yapılmış arkadaş? Indy filmlerinde bolca rastladığımız dostumuzun dayağı yedikten sonra tedaviye ihtiyaç duyması gibi gerçekçiliği arttıran ve karakteri inanılır kılan çok basit bir öğe burada atlanmış. Hani filmin bir yerinde karakterin birini fırlatmak suretiyle bayağı camı çerçeveyi indiriyorlar ve karakterin bir sonraki sahnesinde yüzünde çizik dahi yok. Hayır bari yalandan bir iki bant mant yapıştırsaydınız suratına çok daha inandırıcı olurdu.

Aynı şekilde Tom Holland’ın çaktırmasa da Wolverine gibi iyileşme güçleri var galiba ki kendisi onca ölümcül darbeye karşın yüzü tertemiz şekilde olaylardan sağ çıkabiliyor, benim gözüme çok battı bu durum açıkçası.

Açık hava macerası filmlerinin bir diğer olmazsa olmazı espriler de “ehhhh” minvalinde; kimisine gülüyorsunuz, kimisine “öfff” diyorsunuz ama genel olarak kurtarırlar diyeyim. Elbette bir Mumya’daki absürt durumların tetiklediği büyük kahkahalar ya da Spielberg’ün zekâsından fena halde nemalanan Indy’nin düştüğü komik ama gerilimli durumlar burada pek yok. Lay lay lom oradan oraya gidip düzgünce maceramızı yaşayıp salondan çıkıyoruz. Tom Holland’a yamanmaya çalışılan, Orlando Bloom’dan devralınma Errol Flynn imajıysa daha bir sağlamlaşmış oluyor bu filmle. Kendisini yakın zamanda ne kadar atlamalı zıplamalı, kılıçlı dövüşlü film varsa içinde görürsek şaşırmayın derim.

Toparlayacak olursam Uncharted öyle çok haritanın dışına çıkmayan, gerilimi ve aksiyonu düşük ama iyi kötü bir öykü anlatmayı becerebilen bir film. Oyunun hayranları büyük bir hayal kırıklığı yaşamayacaklar ama tam anlamıyla ihya olmayı da beklemesinler, öyle ortalama bir film elimizdeki. Ama Sony için gerçekten iyi de bir adım bu, zira en azından ortaya Assassin's Creed uyarlaması gibi rezil olunacak bir film çıkmamış ve oyunun köklerine de gayet bağlı kalınmış. Sadece daha derli toplu bir senaryoya ihtiyacı varmış ve yaşanılan aksiyonun karakterlere yansıması ve çapı biraz zayıf kalmış. Onun haricinde izler, eğlenir “hoşmuş” der geçersiniz yüksek ihtimalle.

Yönetmen: Ruben Fleischer
Oyuncular: Tom Holland, Mark Whalberg, Antonio Banderas, Sophia Ali, Tati Gabrielle
IMDB Notu: 7,1     

 

Editörün Notu: Uncharted kötü olmayan ama tam nereye gitmek istediğine de karar verememiş kafası karışık bir eğlencelik. Oyunların havasını pek çok uyarlamadan daha iyi yakaladığı kesin öte yandan.

NOT: 6,5/10

 

Parolamı Unuttum