Anlatma, göster.
Devamını okuBu hafta artık Dark Souls 2 dosyasını yavaştan açıyoruz. Yine hikayedeki ince detaylar bizi bekliyor ama dürüst olmak gerekirse hikaye örgüsü ve karakterleri göz önüne aldığımızda Dark Souls 1’in yeri gerçekten de çok ayrıydı. Bu sefer olayları zaman akışına uygun biçimde yazmak yerine, oyunları zaten bitirdiğinizi varsayarak bodoslama olarak karakterlerin ve olayların altından girip üstlerinden çıkacağım. Okuyacaklarınız zaten oyunda bir anda ifşa edilip ağzınızı açık bırakacak şeyler değil, o yüzden tüh sürprizi kaçtı diye düşüneceğiniz bir şey olmayacak, merak etmeyin. Neyse girişi pek fazla uzatmayayım, bolca daldan dala atlayacağım bir yazıya daha hoş geldiniz.
Önceki Bölüm:Dark Souls Günlükleri - Bölüm 2
Ah Ruhsuz, Yandım Ruhsuz
"Orayı görmüşsündür herhalde, rüyanın birinde belki de. Kasvetli, unutulmuş bir diyar…
Ruhların hastalıklı zihnine şifa olabileceği bir yer.
Bir kez damgalandıysan, her şeyini kaybedeceksin. Lanetin sembolü, karanlığın habercisi. Geçmişin, geleceğin, hatta sahip olduğun ışık.
Hiçbir şeyin anlamı kalmayacak ve umursamayacaksın bile. İşte o zaman, insan olmaktan çıkacaksın. Ruhlarla beslenen bir şeye dönüşeceksin; bir Ruhsuza.
Uzun zaman önce, kuzeydeki tecrit edilmiş topraklarda, büyük bir kral yüce bir krallık kurdu. Sanırım ismine Drangleic demişlerdi. Belki sana tanıdık gelmiştir. Yo, nereden bileceksin ki. Ama günün birinde, çürümüş kapılarının önünde duracaksın. Niye orada olduğunu bilmeden…
Ateşe doğru çekilen bir güve gibi yanacak kanatların, acılar içinde. Tekrar tekrar. Çünkü senin kaderin bu. Lanetlilerin kaderi.”
… ve bu sözler eşliğinde kendimizi boşluğa bırakmış ve gözümüzü Things Betwixt’te açmıştık. Aynı o yaşlı kadının söylediği gibi buraya çekilmiştik ama bunun sebebini biliyorduk aslında. Dark Souls 2’deki temel hikaye bu lanete yakalanmış karakterlerin, lanete bir şifa bulmaya çalışmasını konu alıyor. Ve bu arayışa kapılan herkes de kendini bir şekilde nasıl olduğunu bilmeden Drangleic’te buluyor. Aklınıza gelenin aksine Things Betwixt aslında Drangleic’in bir parçası değil, Drangleic ile dış dünyanın arasında kalan bir geçit, bir nevi araf. Zamandan bağımsız olan bu mekana artık önceki yaşamlarını tamamen unutmuş olan ruhsuzların toplandığı yer diyebiliriz aslında. İşte buradaki kulübede üç Firekeeper ile karşılaşıyoruz: Strowen, Morrel ve Griant. Strowen bize amacımızın ne olduğunu hatırlatıyor, bir şeyler hatırlamamızı sağlıyor ve bizi önümüzdeki epik yolculuğa hazırlıyor. Peki bu Firekeeper’lar neden burada? Neden dünyada başka Firekeeper’lar ile karşılaşmıyoruz? Hatırlarsanız Dark Souls 1’de bir çok Firekeeper vardı ve bunları da ateşlere yakın yerlerde bulabiliyorduk. Çünkü baştaki hikayede de anlatıldığı üzere Vendrick Drangleic’i kurduğunda belki de İlk Ateşi canlandırmak yerine sönmesine izin verdi, yani ilk oyunda bize verilen seçimlerden Karanlık Lord olmayı seçti ve krallığında ateşleri yanık tutacak kişilere yer yoktu. Tabi bu yalnızca bir düşünce, daha kuvvetli bir teori ise Vendrick’in iki ihtimali de reddediğini (ne ateşi güçlendirmek, ne de karanlık lord olmak) söylüyor ama bu konuda neye inanacağımız tamamen bize kalıyor. Kesin olarak bildiğimiz bir şey Vendrick’in olayı ateşin kendisiyle değildi, tek amacı bu lanete bir çözüm bulmaktı. Aynı bizim gibi.
Majula Denen Muhteşem Yer ve Emerald Herald’ın Hikayesi
Majula’nın bendeki yeri çok ayrıdır. Things Betwixt’ten çıkıp da Majula’ya adım attığımız o ilk an. Güneşin ışıklarını üzerimde hissettiğim, harika bir manzarayla karşılaştığım ve her seferinde tüylerimi diken diken eden o basit müzik. Forest of Fallen Giants’ta tanıştığımız Merchant Hag Melentia Majula için “burası aslında pek de özel bir yer değil ama nedendir bilinmez, herkes nihayetinde kendini Majula’ya gelmiş buluyor” diyor. Bu gerçekten de böyle çünkü hepimiz ateşe çekilen güveleriz ve tüm lanetlenenlerin yolu Majula’da kesişiyor.
Majula’da neredeyse ilk karşılaştığımız kişi Emerald Herald’dı. Bu masum görünen kız acaba ne kadar masumdu, bu sevimliliğinin ardında sinsi planları var mıydı, yoksa bunların çoğu herşeyin altında bir kötülük olmasını dileyen oyuncuların teorileri miydi? Yav bu kız nasıl kötü olabilir ki, hele bazen Majula’ya gidince onu kayaya oturmuş, masum masum ayaklarını sallarken bulmanın nasıl keyifli olduğunu anca yaşayanlar bilir :) Emerald Herald ilk oyundaki Crestfallen Warrior’a benzer biçimde bize hikayemizdeki bir sonraki durak hakkında bilgiler veren çok önemli bir karakter. Emerald Herald’ın diyalogları, her karşılaştığımız bize ‘lanet taşıyan’ diye seslenmesi beni nedense hep hüzünlendirmiştir. Bize şöyle demişti ilk tanıştığımızda:
“Sen… sıradaki hükümdar mısın?
Yoksa… kaderin sıradan bir piyonu mu?”
Bu aslında önemli bir ipucuydu. Evet biz buraya bir sebepten dolayı çekilmiştik ve bizden kralın yerini almamız bekleniyordu. Onunla ilk diyaloğumuzu bitirdiğimizde öncelikle dört büyük ruha sahip olmamız, sonrasında da kral ile tanışmamız gerektiğini öğrenmiştik. Evet bu “dört büyük ruh” kavramını aklımızın bir köşesine yazalım, sonraki bölümde okuyacağınız Lordran vs Drangleic kısmında lazım olacak.
Peki Emerald Herald oyun açısından neden büyük bir öneme sahip? Emerald Herald’ın gerçek ismi Shanalotte (yazının kalanında bu ismi kullanacağım) ve kendisi doğmamış, yaratılmış biri. Shanalotte bir insan ile ejderha melezi ve yaratılma amacı da undead lanetini ortadan kaldırmak. Bittabi ortalıkta hala bu lanet mevcut olduğu için onun başarısız bir deney olduğunu söylemek mümkün. Bunu da kendisinin şu sözlerinden anlıyoruz:
“Benim ismim Shanalotte. Bana bu ismi ejderhalar vermiş, çünkü ben isimsiz doğmuşum. İnsanoğlunun yaptığı plan ile ejderhalardan olmuşum. Kaderin kendisini bile kandırmaya çabalamaktan çekinmeyenler... İşte beni yaratan onlar. Ama başarısız oldular. Umdukları gibi olamadım. Kaderi yenmek mümkün olmadı ve insanlar bir kez daha lanetlendiler.”
Shanalotte’un burada bahsettiği kişiler elbette Kral Vendrick ve onun kardeşi Lord Aldia’ydı; her ikisi de laneti yenmenin yollarını arıyorlardı. Kral Vendrick’e daha sonra özel olarak değineceğiz ama şimdilik Lord Aldia ve Shanalotte kısmına odaklanalım. Shanalotte’un yaratılması undead lanetini kırmaya yetmedi ve o da laneti ortadan kaldırmak için bizim gibilere yardım etmeye, yol göstermeye başladı.
Lord Aldia ve Başarısız Deneyi
Aldia yaşam ve ölüm döngüsünün dışında kalan ejderhalara kafayı takmıştı, ölümsüz olan bu yaratıkların undead lanetini ortadan kaldırmanın anahtarı olduğunu düşünüyordu. Sonuçta lanetliler defalarca ölüyor ve ruhsuz kalana, her şeyi unutana dek de bu durum devam ediyordu. Aldia yaşayanlar ve ölüler üzerinde sayısız deneyler yaptı, malikanesine davet ettiği kişiler ortadan kayboluyor, malikanenin koridorlarında başarısız deneylerin sonucu olan yaratıklar cirit atıyordu. Mesela bu deneyler sırasında yaratılan yüzüklerden ikisi Northern Ritual Band ve Southern Ritual Band üzerinde şu sözleri okuyabiliyoruz: “Bu mütevazi görünümlü yüzük çok güçlü büyüler içermektedir. Bunun gibi bir yüzük yaratılırken nasıl korkunç şeylerin yapıldığını akılda canlandırabilmek için Aldia’ya gelenlerin acımasız kaderlerini hatırlamak yeterlidir.”
Aldia deneyleri sırasında bir ara sonuca çok yaklaştı. Bir devin ruhunu taşlaşmış ejderha kemiği ile birleştirdi ve bir Ancient Dragon yarattı (bu ejderha ile Dragon Shrine’da karşılaşıyor ve istersek öldürebiliyorduk). Sorun şuydu ki ortaya çıkan Ancient Dragon gerçek bir ejderha değildi, öldürdüğümüzde üzerinden düşen Giant Soul sayesinde hayata bağlanmıştı ve dolayısıyla kimseye sonsuz yaşam verecek durumda da değildi.
Aldia vazgeçmedi. Yeni hedefi daha önce yapılmayan bir şey yapmak ve insan melezi bir ejderha yaratmaktı. Ve böylece ortaya Emerald Herald çıktı. Bu undead lanetinin sebebi ateşlerin sönmesiydi, insanların iradesinin kaynağı ruhlarıydı ve ateşler söndükçe irade de ortadan kayboluyor, geriye ruhsuzlar kalıyordu. İşte Emerald Herald da bu yüzden Fire Keeper’ların rolünü üstlenecekti. Aldia bu sayede ateşlerin canlanacağını düşünmüştü ama yanılmıştı, insanlar hala lanetliydi. Aldia bu başarısız deneyi malikanesinin arkasındaki Dragon Shrine’da sakladı. Emerald Herald buradaki Ancient Dragon tarafından büyütüldü ve ismini de ondan aldı. Shanalotte’un da amacı diğerleriyle aynıydı, bu lanete çözüm bulup omuzlarındaki yükten kurtulmak.
Shanalotte işte bu sebepten Far Fire’da karşımıza çıkıyordu, yaptığı şey bu bölgeye gelen lanetlilere yol göstermek ve bu sırada onları kendi amacı doğrultusunda manipüle etmekti. Merak etmeyin, sevgili Şanalotumuza kötü bir şey demiyorum, bence kendince doğru olanı yapıyordu. Sonuçta bu toprakların lanetten kurtulması demek bizim de özgürlüğümüze kavuşmamız demek olacaktı, iki tarafın da kazandığı bir senaryo yani. Yönlendirdiği ilk kişi elbette biz değildik ama bu zaman diliminde en çok ilerleyeni biz olduk. Bu yüzden biz bu büyük ruhları topladıkça Shanalotte heyecanlanıyor, Drangleic kalesine doğru yola çıkmamız için sabırsızlanıyordu. Peki kalede ne olmuştu? Neden bizim Kral Vendrick’i bulmamız gerekiyordu? Neden yeni bir hükümdara ihtiyaç vardı? Hemen Vendrick dosyasını açalım.
Saf Bir Kralın Hikayesi
Vendrick. Ya da bence kendisine uyan ismiyle Nashandra’nın piyonu. Sırf o kadın yüzünden sadece kendini değil, Drangleic’i de yakmayı başarmış resmen. Ama kendi krallığı değil mi, ister yakar, ister yıkar. Evet aslında bizler Drangleic’in varlığını Vendrick’e borçluyuz. Chancellor Wellager şöyle diyordu:
“Lordum ruhlar hakkında inanılmaz şeyler keşfetti… Çağlarca konuşulacak bir başarı…
Dört Kadimleri de öldürmeyi başardı… Ve bu krallığı onların ruhları üzerine kurdu.”
Yani Vendrick aslında aynı bizim ilk oyundaki halimiz gibi Chosen Undead’lerden biriydi. Four Great Ones denen düşmanları o da öldürmüştü ve sonra da bu krallığı kurmuştu. Chancellor Wellager kral ve kraliçe hakkında bizi en çok bilgilendiren karakter, sağlığında Kral Vendrick’in en güvendiği isimlerden biriymiş üstelik, bu yüzden söyledikleri şeyler çok önemli. Drangleic Kalesine girdiğimizde onun hayaletiyle muhattap oluyoruz, kendisi ne öldüğünün farkında, ne de kralın başına gelenlerin. Ama bize anlattıklarından burada olup bitenler hakkında çok önemli bir bilgi daha öğreniyoruz:
“Kralın pek sevgili bir Kraliçesi vardı, eşsiz güzelliğe sahip bir kadın.
Kraliçe çok uzun zaman önce geldi buraya, tek başına, çok uzak diyarlardan.
Lordumu denizlerin ötesindeki tehdide karşı uyardı… Devlerin yarattığı tehdide.
Kral okyanusu aştı… Ve Devleri mağlup etti, yanında Kraliçesiyle birlikte.”
Kral gerçekten de okyanusu aştı, devleri yendi. Oyunun sonlarına doğru devlerin anılarda konuştuğumuz Captain Drummond bundan sonrası için şöyle bir cümle kullanıyordu:
“Uzun zaman önce, Kral denizleri aştı, Devlerin topraklarını yağmaladı ve yanında bir de ‘ödül’ getirdi. Sonrasında golemler yaratıldı.”
Vendrick zaten kaleyi de bu golemlerin yardımıyla inşa etmişti. Ve aslında bu sonun başlangıcıydı. Vendrick’in yanında getirdiği ödülün ne olduğu zamanında çok tartışıldı çünkü oyun bize bunu söylemiyordu. Kimi bunun devlerin ruhu olduğunu düşündü, kimi çok daha büyük güçlere sahip bir obje olduğunu. Scholar of the First Sin versiyonu yayınlandığındaysa gerçek ortaya çıktı çünkü Giant Lord Soul üzerinde okuduğumuz açıklama değişmişti. “Devler kuzey kıyılarına çıkarma yaptılar ve paha biçilemez ödülü geri almak için Kral Vendrick’in kalesini kuşattılar” cümlesi gitmiş, yerine “Vendrick denizleri aştı, Devleri esir aldı, onları zincire vurulmuş halde kalesine geri getirdi. Lakin, bu mütevazi zaferin ardından, her geçen gün yüz ifadesi daha da karanlıklaşmaya başladı.” cümlesi gelmişti. Bu değişiklik Scholar ile gelen yenilikler arasında en sevdiklerimden biridir işte, gizemi çözen bir değişiklikti. Vendric Devleri esir almıştı çünkü Devler var olan en dengeli ruhlara sahipti. Devler öldüklerinde yok olmuyor, taşlaşmış halde bir dönüşüm döngüsünün içine giriyordu. Sonsuza kadar varlıklarını sürdürüyor, anılarını unutmuyorlardı. Vendrick de muhtemelen bu şekilde lanete çözüm bulabileceğini, bunun sırrının devlerin ruhunda gizli olduğunu düşündü. Hatta bir yandan kendi araştırma yaparken bazı devleri de kardeşi Aldia’ya verdi. Ve bu barbarlığın sonucu olarak da Devlerin Kralı okyanusları aşıp Drangleic’e geldi ve tüm krallığı resmen yerle bir etti. Zaten Vendrick lanete de çare bulamamıştı, “yüz ifadesi karanlıklaşıyordu” cümlesinin anlamı Vendrick’in git gide ruhsuz olma yolunda ilerliyor olmasıydı. Vendrick’le işimiz henüz bitmedi, ama bundan sonrası için önce Nashandra’ya değinmemiz lazım.
Bir Kraliçenin Gizli Planları
Düşünsenize, mis gibi bir krallık kurmuşsunuz, artık zamanınızı lanetin nasıl kaldırılacağını düşünmekle geçirmek istiyorsunuz. Sonra bir anda bir kraliçe çıkıyor ortaya ve o zamana kadar kimsenin aklına gelmeyen bir tehdide karşı kralı uyarıp gaza getiriyor ve büyük bir yıkıma yol açıyor. Peki ne amaçla? Wellager’in şu cümlesi çok önemli:
“Kraliçe bu topraklara ve Kralına huzuru getirdi… bu huzur öylesine derindi ki, aynı karanlık gibiydi.”
Evet, Nashandra’nın tek derdi karanlıktı. Çünkü o aslında Manus’tan doğmaydı.
“Kraliçe Nashandra’nın bir sırrı vardı, Karanlık ve kadim. O Boşluğun Babası Manus’un en küçük parçasıydı. Çok uzun zaman önce, Oolacile’in kayıp topraklarında mağlup edildiğinde micik parçalara bölünmüştü. Bu parçalar bir araya geldikçe bir insan biçimini aldılar.
Vendrick’i denizleri aşmaya ve Devlerden çok önemli bir şey çalmaya ikna etti. Drangleic Krallığına karanlığa benzeyen bir huzur getirdi, ama Vendrick bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı. Kaçtı ve da Nashandra’nın planında daha fazla kukla olmayı reddetti. Ama o şimdi seni buldu, Throne of Want’ın yeni varisini.”
Nashandra Manus’tan doğan tek kadın değildi, bunu da Nashandra’nın ruhunu kullanarak yapabildiğimiz silahlardan biri olan Chime of Want’ın Scholar öncesindeki açıklamasında görüyorduk. O açıklamada “bu parçaların en küçüğü, küçüklüğünün de etkisiyle, biçim alan ilk parça oldu” diyordu. Manus’un diğer parçalarından oluşan Karanlığın Kızları ile DLC’ler sayesinde tanışmıştık. Bildiğimiz bu dört kız Nashandra, Elana, Nadalia ve Alsanna’ydı ve her biri de Manus’un çeşitli duygularını temsil ediyordu. Zaten Scholar versiyonunda Chime of Want’ın açıklamasına şu cümle eklemişti: “Biçimlendikten sonra güçlü krallarla flört ettiler, amaçları onları kendi çıkarları için kullanmaktı.”. Gerçekten de açgözlülük ve arzuyu temsil eden Nashandra Vendrick’e, nefret ve öfkeyi temsil eden Elana Sunken King’e, yalnızlığı temsil eden Nadalia Sir Raime’ye, korku ve hüznü temsil eden Alsanna ise Ivory King’e musallat olmuştu. Sırf bu diğer üç kızın hikayesini bile yazsak birkaç sayfa sürer, ama maalesef onlar için sanırım yerimiz olmayacak.
Nashandra ile Vendrick’e dönelim bence :) Vendrick Nashandra’nın dediklerini yaptığı halde lanetin etkisi azalmamış, hatta kendini daha da güçlü biçimde gösterir olmuştu. Muhtemelen işte o zaman Vendrick Nashandra’nın gerçek yüzünü gördü. Hatta anılarında kendisiyle konuştuğumuzda bize Manus’un parçalarından güce inanılmaz bir susamışlığı olaniğrenç mahlukatlar diye bahsetmişti. Nashandra Throne of Want’ta tahta çıkabilecek kadar güçlü bir ruhun arayışındaydı ama Kral buna izin vermemişti. Vendrick Devlerle olan savaş sırasında mağlubiyeti kabul etmiş, tahtı reddederek Undead Crypt’a saklanmıştı. Undead Crypt’in oyunda özel bir yeri var çünkü burası tamamen Karanlık bir yer ve lanetliler burada huzur bulabiliyor. Burada karşılaştığımız Grave Warden Agdayne o yüzden yanımızda ışıkla yaklaşmamızı istemiyordu. Kral ruhunu Shrine of Amana’da, yalnızca bir insanın açabileceği bir kapının arkasına gizlemişti. Nashandra bu en güçlü ruhu alamayacağını anlayınca kalede yeni varisi beklemeye başladı, o yüzden Drangleic Castle’da onun insan formundaki haliyle ilk karşılaştığımızda bize şunları söylüyordu:
“Bu toprakların son kralı, Kral Vendrick derlerdi ona…
Düşündüğünden kadar kral değildi aslında.
Nihayetinde hiç çıkmadı gerçek tahta.
Ziyaret et Vendrick’i
İki hükümdar bize fazla.”
Nashandra sürekli olarak ilerleyişimizi takip etti, bizi Vendrick’le yüzleşmek için gaza getirdi. Bize tahta ulaşana kadar saldırmadı, çünkü o noktaya kadar gelmiş olmamız ihtiyacı olan büyük ruhun bizde olduğunu kanıtlayacaktı. Çünkü tahta yalnızca gerçek bir hükümdar ulaşabilirdi. O arzularına yenik düşmüş bir zavallıydı, tek istediği güçtü, lanet umurunda değildi. Ama bizim umurumuzdaydı, sonuçta Drangleic’e çekilme sebebimiz lanete çözüm bulmaktı. Bize gerçekten ne istediğimiz sormuştu Aldia, “Işık mı? Karanlık mı? Yoksa tamamen başka bir şey mi?” demişti.
“Aslında bir yol yok. Işığın aydınlığının ötesinde, karanlığın pençelerinin ilerisinde… Bizi ne bekliyor olabilir ki? Yine de, durmadan o yolu arıyoruz. Bizim de kaderimiz bu.”
Dark Souls 2’nin orijinal sonunda bir seçim şansımız yoktu. Nashandra’yı öldürdükten sonra golemlerin üzerinden ilerliyor ve taht odasına giriyorduk. Bu son aslında bizim bu dünyanın döngüsündeki yerimizi kabul ettiğimiz anlamına geliyordu. Yani ya kendimizi ateşi güçlendirmek için kurban ediyor, ya da alevlerin sönmesine izin verip Karanlık Lord oluyorduk. İlk oyundaki sondan farklı değildi yani, çünkü Dark Souls dünyası bu döngünün kırılamadığı bir dünyaydı. Ama bu seçimi biz doğrudan göremiyorduk.
Scholar versiyonunda ise oyuna bir son daha eklendi. Nashandra’dan sonra o zamana kadar yaptıklarımıza bağlı olarak Aldia ile de savaşıyorduk ve sonrasında tercih şansımız oluyordu. Eğer istersek tahtı reddebiliyor ve dışarı çıkabiliyorduk. Yani bu döngünün bir parçası olmayı reddediyor (aynı Vendrick gibi) ve laneti sona erdirecek başka bir yol bulmak istediğimizi beyan ediyorduk. Dark Souls 2’ye bence en uygun olan son da buydu, çünkü oyunun hikayesi zaten lanetin kaldırılmasıyla ilgiliydi.