The Banner Saga'yı Neden Çok Sevdim?

Pek çok sebep var, hangisinden başlasak?

[ Neden Çok Sevdim köşemizde etkisinden uzun süre çıkamadığımız oyunları, bizi en çok etkileyen yanlarıyla birlikte anlatıyoruz. ]

The Banner Saga serisinin benim için ayrı bir yeri var. Hem ilk oyundan itibaren üçlemeyi takip eden şanslı azınlık arasında yer almamdan, hem de Oyungezer’deki ilk yazımın The Banner Saga 3 incelemesi olmasından ileri geliyor bu durum; kaderin hoş bir cilvesi olsa gerek :)

Serinin ilk oyunu, 2014 yılında öyle çok duyulmadan çıkmıştı. Aslında ilk başarılı Kickstarter kampanyalarından birisiydi, dolayısıyla kendine ait bir takipçi kitlesi bulunuyordu. Ama bağımsız yapım olmanın doğal bir sonucu olarak öyle büyük reklam kampanyaları yapılamadan, çıkışı coşkuyla ilan edilmeden gelen oyunlardan oldu. Belki biraz da bu yüzden o ilk oyunla birlikte bir bağ kurmuştum seriyle. Kendi adıma sanki gizli saklı bir hazineyi keşfetmiş, çok kişinin fark etmediği bir cevheri bulmuş gibiydim. Şimdi müsaadelerinizle bu gizli hazinenin beni neden bu kadar çok etkilediğini, kendisini bana nasıl bu kadar sevdirdiğini anlatayım:

Bir sancak altında yola çıkıyoruz…

Nors Mitolojisi işin içine girdiğinde kendimi tutamıyorum, TBS ile buluşmam da bir anlamda bu sayede olmuştu. O dönemlerde Vikingler bugünkü kadar gündemde değildi malum :) Haliyle ucundan kıyısından Kuzey’e bulaşan ne varsa bakmaya çalışıyordum. Hal böyle olunca TBS’yi de oynamadan olmazdı.

Tanıtımlarından takip ettiğim kadarıyla oyunun hoş bir görsel tarzı vardı -ki oyuna başladığım anda da bunu teyit etmiştim; ilk izlenim olumluydu yani. Ama tabii bu tek başına yeterli olacak bir özellik değil, bu tarz bir oyun oynanışı ve hikayesiyle de sizi içine çekmek durumundadır. Bunu yapıp yapamayacağını merak etmekteydim açıkçası. Bu merakımı gidermek konusunda çok da bekletmedi sağ olsun; ilk saatlerinden itibaren, ‘Bu oyun olmuş’ derken ve finalini görmek için sabırsızlanırken buldum kendimi. Bu durum sonraki iki oyunla da devam etti elbette. Ve finale geldiğimde bir yandan üç oyunluk serinin her bir anından aldığım hazla mutlu bir yandan da artık sona gelmiş olmaktan dolayı hüzünlü bir haleti ruhiye içerisindeydim.

Bu seri boyunca beni böyle içine çeken neydi? Aslında pek çok şey vardı ve bunları anlatmak için sayfalar dolusu yazabilirim. Nors Mitolojisi, güncel sosyal ve siyasi gelişmelere göndermeleri (jeopolitik gelişmeler ve mülteci sorunu), müzikleri, oynanışı, hatta Game of Thrones ile benzerlikleri gibi pek çok noktadan bahsedilebilir. Bunların hepsini uzun uzun anlatmam mümkün değil ama birkaç kısa örnekle kapıyı aralamış olayım, geri kalanını keşfetmek de sizlere kalsın.

Oyunun başında güneşin birdenbire duruvermesi ve bir karanlığın yayılmaya başlaması esasında bir Ragnarok göndermesi olarak görülebilir. Zira efsaneye göre Ragnarok’un gelişinin bir işareti büyük kış (veya büyük gece) olacak; oyunumuzda olan da aslında böyle bir karanlığın gelişi. TBS’deki Dev Yılan (Serpent) ile Jörmungandr veya Níðhöggr arasında bir benzerlik kuramaz mıyız mesela?

Mesela Game of Thrones ilk sezon finalinde yaşadığımız şoka benzer bir kaybı TBS’nin ilk oyununun finalinde yaşıyorduk (olayın oluş şekli ile ilgili değil karakter açısından düşünmek daha uygun olur). İkinci bir benzerlik “Winter/Darkness is coming” şeklinde karşımıza çıkıyor ve her iki hikâyede de kuzeyden gelen bir tehdit söz konusuydu. Bu tehdit önüne gelenleri dönüştürmekte ve düşman haline getirmekteydi (Ak Gezenler vs. Çarpıtılmışlar/Warped). Örneğin her iki hikayedeki taht kavgalarından bahsedebilirim; Rugga karakterini alıp diziye yerleştirsek hiç yabancılık çekmez, hiç sırıtmazdı herhalde :)

Ana karakterimizin adım adım bir lidere dönüşmesi, etrafındakilerin saygısını kazanmasını Jon Snow ile benzetmek de mümkün. Oyunda verdiğiniz kararların herkesi memnun etme imkânı yoktu; macera boyunca sizden yüz çevirenleri de görüyordunuz, ittifaklarınızın sarsıldığı anlara da şahitlik ediyordunuz.

Son bir örnek ile tamamlayayım bu kısmı. Bolverk’in liderlik ettiği savaşçılara verilen isim Kuzgun (Raven). Bir yerlerden tanıdık geliyor mu?

Oyunun hikayesi bir yandan merak uyandıran, bir yandan sürprizleriyle ters köşe yapan, bir yandan hüzünlendiren detaylarla bezenmiş, gayet oturaklı ve başarılı bir hikayeydi. "Güneş neden durmuştu, yükselen karanlığın kaynağı neydi? Yüzyıllar boyunca ortalarda görünmeyen Dredgeler neden bir anda ortaya çıkıvermişlerdi? Dev Yılan neden peşimizdeydi? Juno ve Eywind'in sırları neydi?" gibi ana hikayenin sorularının yanına bir de gerek ana karakterlerimizin gerek yolculuk boyunca karşımıza çıkan diğer karakterlerin farklı hikayelerine dair sorular ekleniyordu. Dolayısıyla, seri boyunca oyuncuyu içine çeken bir hikayeden bahsetmek mümkün.

TBS, hikayesi kadar oynanışta sunduğu zevkle de beni kendine bağlamayı başarmıştı. Sıra tabanlı strateji-ryo türünde bir oyunun neleri sunmasını bekliyorsak, genel olarak başarılı bir şekilde sunmaktaydı. Savaşlardaki taktik çeşitlilik, adım adım gelişen karakterler, tercihlerle dallanıp budaklanan hikâye akışı ve bunun getirdiği doğal bir sonuç olarak farklı sonlar…

Karakterlerle güçlü bir bağ kurmamızı sağlayan tek şey hikayedeki rolleri değil aynı zamanda oyunda üstlendikleri görevlerdi. Onların sınıfları, kendilerine has yetenekleri savaşlardaki stratejimizi ciddi şekilde etkilemekteydi. Savaşta yaralananların sonraki çatışmalarda yer alamaması veya o çatışmada karşımıza çıkabilecek düşman türleri ya da çatışma ortamı gibi unsurları göz önünde bulundurmamız, ekibimizi buna göre oluşturmamız gerekmekteydi. Elimizdeki geliştirmeleri hangi karakterler için ve hangi özelliklerde kullanacağımız, kaynaklarımızı ne amaçla harcayacağımız (veya biriktireceğimiz), seçeceğimiz müttefikler (veya düşmanlar), bir tercih yapmak durumunda kaldığımızda gideceğimiz yön hep bir stratejinin parçalarıydı, oyundaki diğer pek çok şey gibi. Bu stratejik çeşitlilik, haliyle oyundan aldığımız zevki de artırmaktaydı.

TBS serisinin en güçlü yanlarından birisi de şüphesiz müzikleri. Oyunun içine çeken ve destansı bir hikâyenin parçası olduğunuzu sonuna kadar hissettiren müziklerin ardındaki isim Austin Wintory. Yapımcılar da bunun gayet farkındaydı. Serinin ilk iki oyununda yaptığı müzikler ile oyun atmosferine çok büyük katkı sunan Wintory, son oyunda da geleneği bozmamış; TBS serisinin vazgeçilmezi tablo gibi çizimleri izlerken arka planda çalan orkestral müzikleri dinlemek bu oyunda da apayrı bir zevk haline gelmişti. Bize de bu münasebetle kendisine şükranlarımızı sunmak düşüyordu elbette.

Iver'in vicdan azabıyla yoğrulan hikayesinden Sparr'ın hayat derslerine, yürüyen tarih Ubin'den ozanımız Aleo'ya, Alette için bir abla haline gelen Oddleif'ten içinden geçilen şartların usta bir savaşçı haline getirdiği Nid'e, bir yanda Folka'nın büyük bağlılığı, Eyvind'in kara sevdası, diğer yanda burada sayamadığım diğer karakterlerin hikayeleriyle, uzun lafın kısası anlatılacak daha pek çok yönüyle TBS, benim için unutulmaz seriler arasında yerini aldı.

YORUMLAR
carljohnson210
11 Ağustos 2021 12:34

[ Moderator Tarafından Silinmiştir. ]

Parolamı Unuttum