Bu yazı daha önce Oyungezer Dergisi'nde yayınlanmıştır.
E3’ten kısa bir süre önce ortaya çıkan yeni Wolfenstein: The New Order, E3’le birlikte kendini daha iyi ifade etme şansı yakaladı. 1981’de çıkan o ilk oyunun müdavimleri elbette gözlerini kırpmadan oyunu takip etti ama Wolfenstein’ın bu seferki hedefi çok daha büyük; sadece kendisini bilen oyunculara o özlenen tadı geri vermek değil, FPS dünyasında o ilk günkü etkiyi bugün de hayata geçirmek.
Oyundan kısaca bahsetmek gerekirse, asıl adamımız B.J. Blazkowicz önceki Wolfenstein oyunlarının ardından komaya girmiştir ve 14 yılın ardından gözünü bir anda 1960’ta açar. Gördükleri karşısında tahmin edemeyeceğiniz kadar öfkeli dolan Blazkowicz’i bir dünya Nazi karşılar. Çünkü Naziler 2. Dünya Savaşı’nı kaybetmemiş, tam tersi atom bombası atarak kazanmış ve böylece her yere yayılmış, ideolojisini her sokağa aktarmıştır. Biraz “Eğer Naziler savaşı kaybetmeseydi ne olurdu?” sorusunun mantıklı bir konseptiyle yoğurulmuş oyun.
MachineGames stüdyosunda geliştirilen oyun, önceki oyunlara nazaran daha bir “adventure” havasında geçiyor bu yüzden. Anlamsızca her deliğe kurşun sıkılan bir FPS yerine, hikaye odaklı ilerleyen ve aradığı aksiyon kanını da önceki alışkanlıklarında bulan bir oyun The New Order.
HITLER DE SONUNDA BİZİ GÖRECEK Mİ?
Örneğin bu sefer oyunda hep tek başınıza ilerlemeyeceksiniz. Anya adında bir yol arkadaşınız bulunacak. Henüz bu karakterinin sırrı açıklanmasa da Nazi dünyasında bir yol arkadaşı hikayeyi iyi gazlayacaktır eğer iyi tasarlanmışsa (oyunu Bethesda’nın dağıtacağını hatırlatayım bu noktada). Aklınıza tabii ki sürekli dramatik sahnelerin oyunu soğuttuğu, ağdalı diyaloglarla felsefelerin yapıldığı bir oyun da gelmesin. MachineGames yapımcıları ne yaptığının son derece farkında. Oranlamak gerekirse “%50 eski kafalı, %50 modern bir FPS” diyerek hedeflerini belli ediyorlar. Gördüğümüz kadarıyla da bu oran tutuyor.
Oynanış mekaniklerinden anladığımız kadarıyla eksiden ne yapıyorsak The New Order’da da namlunun başına geçince aynı şeyleri yapıyoruz. Über silahlarla, yüzlerce kurşun harcayarak her türlüsünden Nazi askerlerini, Nazi robotlarını patlatıyoruz. Bazı çatışamalar sonrası kalabalık odalarda, koridorlarda göz gözü görmüyor (etraf hasar alabiliyor). Blazkowicz de maaşallah bir tek atom bombası atamıyor. Tek sıkımlık silahtan devasa uçak savara kadar her şeyi kullanıyor hatta yerinden söküp yanında taşıyor. Yakın mesafede sessice düşmanın işini halledebildiği gibi uzaktan da tüm üssü ayağa kaldıracak kadar gürültülü kurşun kusabiliyor.
Yapımcılar bu run-and-gun modelinin bir süre sonra kafa şişirebileceğini düşünmüş olacak ki (tarihten ders çıkaran geliştiricileri seviyoruz) aralara mekansal ve yol bulmacaları gibi bilindik, tadımlık şeyler serpiştirmişler (biraz da kafamızı kullanalım istiyorlar işte). Bunların bazıları önemli eşyalara çıkarken kimisi de asıl hedef noktasına çıkıyor. Hedefe gidecek yollarda da alternatifler sunmuşlar mı bilmiyoruz ama hani çok da gerekli değil böyle bir oyuna. Oyuncuya biraz mola fırsatı verecek sakin bölümler ve kendini tekrar eden odalar yapmamışlarsa zaten maça 1-0 önde çıkacak yeni Wolfenstein.
Hikaye anlatımına önem veren, sinematik bir üslub kullanan, dev robotlarla bizi karşı karşıya bırakan, ağır silahları çakı gibi kullanıp etrafı tarumar ettiğimiz, hem eski tat veren, hem de yeni oyuncuları kucaklayan modern çizgili bir Wolfenstein’a açıkçası kapımız her zaman açıktır. FPS türüne 80’lerde yaptığı gibi büyük bir etki yaratır mı, sanmayız, ama vaat ettiklerinin yarısını bile yapsa bol bol eğlenerek oynayacağımız bir oyun bizleri bekler.