The Sandman - İnceleme

Rüyalara ket vurulmamış

“The Sandman film de olmasın, dizi de olmasın, çizgi roman kalsın” diyen bir oyunbozan olarak, dizinin duyuruluşundan çıkışına kadar geçen süreç benim için bir korku filmi gibi geçti. Bir yandan Magnum Opus’unu başkalarının eline bırakmayan Neil Gaiman’ın projeyle ciddi işli dışlı olmasına sevinirken, diğer yandan diziyi yapanın bomboş içerik basarak abonelerine çokluk içinde yokluk çektiren Netflix olmasına ağlıyordum. Netflix, pek çok kişi için olduğu gibi benim için de Streaming servislerinin Ubisoft’u haline gelmişti; nasıl Ubisoft açık dünyalarından ikonların saldırısına uğrayıp beynime şalter attırıyorsam, Netflix ana sayfasında da her şeye bakıp hiçbir şeyi izlemeyerek sıkılıp çıkıyorum çünkü. Anlamsız bulduğum bir milyoncu kalabalığı var platformda. Ben de pek sevdiği çizgi romanı hangi tahtırevana bindirip omzunda taşıyacağını bu kadar sene şaşırmış birisi olarak diziyi The Sandman’in haklarına da sahip olan TimeWarner’ın prestij zengini kanalı HBO’ya yakıştırıyordum elbette.

Benim kişisel (ve kabul edeyim, şımarıkça) önyargılarımın yanında, bir de son dönemin orijinalinden farklı etnik köken ve cinsel yönelimlerden oyuncu seçilince çıkan kabaran tartışmaları var tabii. Death siyahi, Lucifer kadın, Lucien de “hem siyahi hem kadın” yapılınca hayatında çizgi roman okumayanlar bile Twitter’da Neil Gaiman’a The Sandman anlatmaya kalkıştılar. Gaiman da artık sinirini gizlemez bir şekilde millete ağzının payını vermeye başlayınca epey eğlendiğimi itiraf edeyim ancak bu konularda biraz orta noktada duran biri olarak, yoğurdu üfleyerek yemeye de niyetliydim. “Neil Gaiman ne eylerse güzel eyler” diyemiyordum çünkü eser haklarının onda olmadığının ve nihayetinde de son sözü parayı verenin söyleyeceğinin farkındaydım. David Lowery’nin The Green Knight’ı ile Coen’in The Macbeth’i, kaynak eserin tarihi gerçekliğini parçalayan oyuncu seçimleri yapılmış olmasına rağmen, hatta belki de bu yüzden muhteşem olup çıkan iki son dönem filmi. Yani olunca bal gibi oluyor. Öte yandan The Witcher’da topluluk tepkisiyle önlenen Ciri felaketi hepimizin malumuyken, Netflix’in kimi projelerde daha anlaşmanın mürekkebi kurumadan “X karakteri farklı ırktan/cinsiyetten/cinsel yönelimden birine oynatalım” der gibi bir hali olduğunu da inkâr edemiyorum.

Her şeyin üzerine bir de bütçe mevzuları var elbette. Çizgi romanlarda âlemden âleme, boyuttan boyuta zıplayan Lucifer’ın, CGI fakiri bir dizide polis manitasıyla olay çözen çapkın jöne dönüştüğünü görmek, bana şu ana dek uyarlama sebepli çektiğim en büyük yürek sancılarından birini çektirdi arkadaşlar. O sebeple geleceğe umutla bakamıyor, The Sandman’in de ekrana hak ettiği prodüksiyon kalitesiyle yansıtılamayacağını, kimsenin o kadar para vermeyeceğini düşünüyordum. “Abi bak tek sezona 1 milyar dolar bütçe vermişler” dense, “Bir 10 sene bekleyin, CGI daha da gelişip ucuzlar belki, o zaman yaparsınız hem daha güzel olur” derdim. Kimse de haklı olarak bana ve benim gibilere kulak vermedi, The Sandman dizisi sonradan en çok bütçe vaat eden taraf olduğunu öğrendiğim Netflix’e teslim edildi. Akabinde sayılı gün benim mızmızlanmalarımın aksine çabuk geçti ve ilk sezonu izledim. Peki, The Sandman ilk sezon itibariyle olmuş mu?

 

Olmuş. Arkasına bir “hem de nasıl olmak” ekleyemiyorum, çünkü ufak tefek memnuniyetsizliklerimi görmezden gelecek olsam bile, diziyle alakalı tek büyük şikâyetim (evde) teatral bir tecrübe olarak, eseri sanatsal açıdan da pek de yükseltmemiş olması ancak işin o kısmına sonra geleceğiz. Önce en çok tartışılan kısım olan oyuncu seçimlerine bir bakalım. En başından beri tartışma yaratmayan, Morpheus’un hık demiş burnundan düşmüşü Tom Sturridge? Arada tonlamayı kaçırıp eğreti durduğu kadı kızı sahneleri hariç fevkaladenin fevkinde; dizinin yükünü omuzlarında zorlanmadan taşıyor. Umursamaz halleri opak güneş gözlükleriyle perçinlenmiş Boyd Holbrook? The Corinthian bizzat gelip görse emekli olur, titri ona devreder. Karakteri çizgi romanda erkek diye bin bir olmasa bile birkaç yaygara kopan Vivienne Acheampong? Sergilediği performans ve Tom Sturridge ile aralarındaki kimya sayesinde yaşlı adam olmadığına şükretmeniz işten bile değil. Neyse ki “E ama karakterin çizgi romanda saçı sarı değil?” diye ortalığı ayağa kaldıranını görmediğim için sevindiğim Mason Alexander Park? Desire rolüne Tom Sturridge’in Morpheus’a oturduğundan bile daha cuk oturmuş, açar sahnelerini tekrar tekrar seyredersiniz.

Ana kadrodan son kalan üçlümüz esas yaygara sebebi olanlar: Death, Lucifer ve Constantine. Zaten esasen ilk iki cildin(Preludes and Nocturnes ve The Doll’s House) epey sadık bir uyarlaması olan ilk The Sandman sezonu, Death’in ilk gözüktüğü “The Sound of Her Wings” hikâyesinin de yorumunu barındırıyor. Kirby Howell-Baptiste’in Death performansını sadece bu bölüm süresince izliyoruz ve açıkçası performansının da tadına doyulmuyor. Howell-Baptiste, Death’in ölümsüz sevecenliğini ve şefkatini televizyon ekranlarına eksiksiz bir şekilde taşımayı başarmış. The Sound of Her Wings’i izlerken gözlerim öyle az buz dolmadı.

Doctor Who fanlarının Clara olarak da bildiği al yanaklı Jenna Coleman’ımızın Johanna Constantine rolüyse özellikle Neil Gaiman’ın konu hakkındaki açıklamalarını gördükten sonra garipsediğim bir tercih oldu. Okuduysanız hatırlayacağınız üzere çizgi romanlarda ilk ciltte Hellblazer çizgi romanlarının zıpçıktı başrolü John Constantine görünüyor, ardından geçmişin anlatıldığı birkaç yerde de atası Johanna Constantine karşımıza çıkıyordu. Coleman hem ata Constantine’ı hem de modern Constantine’ın kadın versiyonunu (yine Johanna ismiyle) oynuyor. Neil Gaiman’ın Twitter’da Johanna’nın John’un kadın versiyonu olmadığını, farklı bir karakter olduğu söylediği gözüme çarptı. Ancak Coleman’ın modern Constantine’ı da çizgi romanda John’un takip ettiği hikâyeyi aynen takip ediyor, halleri tavırları da bayağı bayağı aynı. Coleman’ın ne performansıyla ne de kadın olmasıyla zerre problemim olmasa da kreatif tercihin kendisi ve “Yok ya, John Constantine’ın kadın versiyonu değil” şeklinde lanse edilmesi bana biraz kafa kaşıttı.

Game of Thrones’un biricik Brienne of Tarth’ı, Gwendoline Christie de Lucifer rolüyle karşımızda. İtiraf edeyim, karakterin esasen David Bowie’nin “The Thin White Duke” personasından esinlenerek çizildiğini düşününce “Tilda Swinton mı olsaydı?” mızmızlanmalarıma devam ediyorum. En sevdiğim çizgi roman karakterlerinden birini, The Sandman dizisi olsun, kendi berbat uyarlaması olsun bir türlü kafamdaki gibi bir portrede ekranlarda göremedim. Lakin bu basit bir art yanıklığından da öte değil, çünkü Christie boyu posuyla gerçekten de meleklerin en kuvvetlisinin heybetini, oyunculuğuyla da kibar tehditkâr hallerini yansıtmayı fazlasıyla iyi başarmış. The Sandman beni en çok şüpheye düşüren oyuncu tercihiyle bile fire vermemiş. Oyuncular cümleten iyi. The Doll’s House’un yardımcı karakterlerine kadar herkes güzel çizilmiş.

Teknik açıdansa The Sandman’i çok üst düzey bulamadım maalesef. Yalanı yok, “dizi bütçesi” korkularım yersizmiş; daha ilk sezondan epey iyi para harcanmış. Çok yerinde sinema filmi kalitesinde görsel efektler var, çizgi romandaki pek çok naçizane anın da birebir görselleştirildiğini görerek mutlu olacaksınız. Netflix hiçbir masraftan kaçınmamış gibi. Özellikle cehennem tasvirleri, yapan konsept tasarımcıları mest etmiştir eminim. Ancak işin sinematografi kısmını kendi adıma fazla sade buldum. Evet, çizgi romanda ne gördüysem aslına çok yakın bir şekilde izleme fırsatına kavuşmaktan mutluluk duymam lazım ama bir yandan da eserin uyarlandığı medyuma özgü daha fazla şey kazanmış olması gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca önceden farkında olmadığım üzere böyle seveni de varmış ama (nahja da bizim Eren) bol CGI sahnelerde “bloom” efektini fazla kullanmışlar bence. Artık efektlerin falsolu olduğu yerleri kapatmak için mi yapılmıştır, yoksa kasıtlı bir tercih midir bilemiyorum ama bu durum beni yer yer diziden kopardı.

“Senaryo çizgi romana ne kadar sadık?” derseniz de epey sadık olduğunu söyleyebilirim. Çok yerde dizinin senaryosu çizgi romanın ilk iki cildini birebir takip ediyor. Roderick Burgess’in ve John/Johanna Constantine’ın hikâyeleri genişletilmiş, The Corinthian kelimenin tam anlamıyla kâbuslardan fırlama bir kötü adam olmanın yanında cazibeli bir rol kazanmış, Morpheus’un cehennem ziyaretinde Lucifer daha direkt bir rol kazanarak tansiyonu yükseltmiş vesaire vesaire… Neil Gaiman hikâyenin geçtiği zamanı doksanlardan günümüze çekmenin yanında uygun bulduğu yerlerde gençliğinde kaçırdığı kimi fırsatları tekrar değerlendirip hikâyeye ufak tefek rötuşlar çekmiş gibi duruyor. Yapılan rötuş ve eklemelerin bazıları da hikâyeye o kadar uymuş ki, diziyi seyrettikten sonra açıp çizgi romanı tekrar okumasam uyanmazdım.

The Sandman doksanlarda çizgi roman dünyasına yarattığı etkinin bir benzerini de ana akım eğlence sektöründe yaratır mı, sanmıyorum. Game of Thrones gibi bir televizyon olayı olacağını da düşünmüyorum. Ancak bana bir günde sezon bitirtebilmek de her dizinin harcı değil, aslıyla çok alakasız sürüyle uyarlama gördüğümüz şu günlerde de kaynağına bu derece sadık bir başka yapım bulmak zor. Çizgi romanı seviyorsanız, kesin izleyeceksiniz ve muhtemelen de beğeneceksiniz. The Sandman ile ilk tanışmanız olacaksa da yapım kalitesi ve seyir zevki, üzerimize kürekle atılan pek çok diziden yüksek.

Editörün Notu: Neil Gaiman’ın çabaları çizgi roman vatanına ve milletine hayırlı sonuçlar vermiş.

4/5

Yaratıcılar: Neil Gaiman, David S. Goyer, Allan Heinberg
Oyuncular: Tom Sturridge, Boyd Holbrook, Jenna Coleman, Gwendoline Christie, Kirby Howell-Baptiste

 

YORUMLAR
Parolamı Unuttum