Çok değil, bundan birkaç sene evvel CD Projekt RED’le ilgili bir haber yaptığımızda firmanın adının yanında “The Witcher’ın yapımcısı” ibaresini mutlaka koymamız gerekirdi. Bugünlerdeyse, The Witcher 3’ün dünya çapındaki muazzam başarısı sağ olsun, CDPR harflerini ya da o meşhur kırmızı logoyu gören herkes kimden bahsettiğimizi şıp diye anlıyor.
Peki CD Projekt RED adının nereden geldiğini merak ettiniz mi hiç? CD neyin kısaltması acaba diye düşündüğünüz oldu mu ya da? Bu sorunun cevabı çok basit ama bir o kadar da ilginçmiş meğer. CD satıcılığından…
Stüdyonun iki kurucusundan biri olan Marcin Iwiński, geçtiğimiz günlerde Glixel’e verdiği uzun ve keyifli bir röportaj sırasında CDPR ve The Witcher oyunları hakkında pek çok ilginç detayı gün ışığına çıkardı. Bunlardan biri de, az önce değindiğim gibi, firmanın adının nereden geldiği.
90’lı yıllarda ortaokul sıralarında tanışan ve video oyunlarına duydukları ilgi sayesinde çabucak sıkı dost olan Marcin Iwiński ile Michał Kiciński, bu işe oyun CD’leri satarak başlamış aslında. O zamanlar tıpkı Türkiye’de de olduğu gibi korsan nedir ne değildir pek bilinmiyormuş. Bu iki kafadar da yurtdışında görüp beğendikleri oyunların CD’lerini çoğaltıp Polonya’da satıyormuş. Daha sonra, telif yasası geldiğinde şirket kurmaya karar vermişler ve böylece CD Projekt RED doğmuş.
Marcin Iwiński ve Michał Kiciński
Yurtdışındaki yapımcılarla irtibat kuran Marcin Iwiński o günleri telefonda üç-beş oyun siparişi verdiği zamanlar olarak anımsıyor. “Bana beş tane Indiana Jones, iki tane Day of the Tentacle yollayın.” Günün birinde bir oyun dergisinde Warcraft 2 reklamı görmüşler ve arkadaşı Michał Kiciński strateji oyunlarını çok sevdiğinden 300 tane sipariş etmişler. Böylelikle Blizzard’ın Polonya dağıtıcısı olarak bulmuşlar kendilerini.
Firmanın dönüm noktasıysa oyun çevirisi yapmaya başlamaları olmuş. “İlk başta oyun kutularını ve kitapçıklarını çeviriyorduk. Daha sonra oyunları çevirmeye başladık. Yani oyun yapımcılığını tersinden öğrendik aslında. Kendi oyunumuzu yapmayı hayal ediyor ama oyun geliştiriciliği hakkında hiçbir şey bilmiyorduk.”
Derken günün birinde ECTS oyun fuarında BioWare ve Interplay’le tanışmışlar, Baldur’s Gate’in tanıtımını yapıyorlarmış. O zaman yeni çıkıyormuş oyun, düşünün artık. Marcin Iwiński ile Michał Kiciński, oyunu Lehçeye çevirmek istiyormuş çünkü Polonyalı oyuncuların böyle bir RYO’nun kıymetini bileceğini düşünüyorlarmış. Interplay’in cevabıysa çok net olmuş. “İmkânı yok, unutun gitsin. Pazarınız çok küçük.” Marcin Iwiński’nin bu konuyla ilgili sözleri sevgili Tuğbek Ölek’i gülümsetecek cinsten:
“Bu oldukça bedbaht bir döngüydü. Pazar çok küçüktü, bu yüzden yerelleştirme yapmak mantıksızdı, yerelleştirme olmayınca da pazar büyümüyordu.”
Böylece ikili 3.000 kopya satış garantisi vermiş, üstüne bir de para ödemişler. Aslında bu onlar için çok büyük bir riskmiş çünkü o güne dek en fazla 500-1000 kopya satabiliyorlarmış. Yani başarısızlığa uğradıkları takdirde kepenkleri indirmeleri işten bile değilmiş. Peki ne olmuş dersiniz? 18.000 adet ön sipariş almışlar! İlk yılın sonundaysa 50.000 satış rakamına ulaşmışlar.
Ertesi yıl E3’e gidip Interplay’e elde ettikleri başarıyı anlattıklarında oradaki yetkili kadın buna inanmamış. “Bu imkânsız. Polonya’da 50.000 oyun satamazsınız.” Neredeyse bizi öyle bir şey yapmadığımıza ikna edecekti, demiş Iwiński, şakacı bir tavırla. BioWare banka hesaplarını kontrol edip de oradaki miktarı görünce işler değişmiş tabii. Böylece Icewind Dale’in de Lehçeye çevrilmesi için anlaşmışlar. Sonra Planescape: Torment. Sonra Fallout.
BioWare’le ilişkilerini geliştirmeleri Neverwinter Nights’ın motorundan faydalanmalarına ve kendi oyunlarını yapmaya başlamalarına önayak olmuş tabii ki. Yani The Witcher’ı… Oyun yapımcılığını tersten öğrendik, demesinin nedeni de işte bu.
The Witcher 1’in daha çok hardcore bir RYO olduğunu belirten Iwiński, oyunun zor bir arayüzü ve bir sürü zorlu mekaniği olduğunu söylemiş. Hikâye anlamında derin bir anlatımı olsa da şu anda oturup oynamaya kalkan birinin zorlanacağını da sözlerine eklemiş (Ki ilk oyunu zamanında oynamamış pek çok kişiden ve yeni nesil oyunculardan aldığımız bir şikayet bu aynı zamanda). The Witcher 2’de ise ilk başta zorluk ayarını biraz fazla kaçırdıklarını itiraf etmiş. Özellikle de Amerikalı bir oyun yazarının henüz giriş bölümünde 50 kez öldüğünü okuduktan sonra :)
O nedenle The Witcher 3’te sunuma çok büyük önem vermişler. “Çünkü bugünlerde bir oyundan beklenen şey bu.” Polonyalıların ve Doğu Avrupalıların zorluklara, hantal arayüzlere vs daima tolerans gösterdiğini, ama Amerikalıların öyle olmadığını ve “O zaman oynamıyorum, görüşürüz,” diyebildiğini belirtmiş. Bunu anlayabilmeleri bayağı vakitlerini almış, zor yoldan öğrendikleri bir ders olmuş onlar için. “Çünkü 20 saatlik bir eğlence için 10 saatimi oyunun dünyasını anlamaya ayıramam. Zamanım kısıtlı. İşleri basitleştirmekten söz etmiyorum. Zekice bir sunumdan ve kusursuz bir alıştırmadan bahsediyorum.”
Dünden bugüne Marcin Iwiński
Glixel muhabiri The Witcher oyunlarıyla Ukrayna yapımı S.T.A.L.K.E.R. ve Metro 2033arasında temasal benzerlikler olduğunu düşündüğünü söylediğinde Iwiński bunun sebebinin her iki ülkenin de yıllarca Sovyetlerin komünizm politikası altında yaşadığını ve bu durumun kendilerini batılılardan farklı kıldığını belirtmiş.
Glixel muhabiri, The Witcher evreninin karanlık atmosferinden, batılı RYO’larla arasındaki farklardan ve Geralt’ın bir kahraman değil de ucube muamelesi görmesinden övgüyle söz ettiğindeyse Iwiński şu sözleri sarf etmiş:
“Tüm bunlar Sapkowki’nin yazdıklarından ileri geliyor. İyiyle kötü arasında kesin çizgiler yok ve seçimleriniz hakkında sürekli düşünmek zorunda kalmanıza rağmen ne gibi sonuçlarla karşılaşacağınızı bilemiyorsunuz. Gerçek hayat gibi. Sevdiğimiz yanı da bu zaten.
“Gerçek hayatta yaptığımız seçimlerden her zaman mutluluk duymayız. Çok basit bir mesele berbat bir şekilde karışabilir. Bazı seçimler yaparsınız, iyi olduklarını düşünürsünüz, sonra da bir bakmışsınız, ‘Ah, çok fena sıçtım adamım. Hayatım ne hâle geldi böyle?’ diyorsunuz. İşte size bir parça Witcher.
“Hem kitaplarda hem de oyunlarda en kötü canavarlar aslında insanların ta kendisi. ‘Yetişkin’ ibaresini kullanmayı hiç istemiyorum, çünkü doğru tada ve renge sahip değil, ama biz yetişkinler için hikâyeler yazıp oyunlar geliştiriyoruz. Onları eğlendirmek istiyoruz. Şaşırtmak. Dünya görüşleriyle oynamak.”
Cyberpunk 2077’de de bunları yapmak istediklerini söyleyen Polonyalı yapımcı bu konu hakkında daha fazla şey söylemekten kaçınmış, çünkü henüz yapmadıkları şeyler hakkında atıp tutmayı sevmediklerini söylemiş. Son olarak Marcin Iwiński’ye en çok sevdiği oyunlar sorulduğunda verdiği cevap hem kendisine hem de CDPR’a duyduğum saygıyı katmerleyen cinsten:
“Fallout 1 ve Fallout 2. Belki karanlık atmosferleri yüzündendir. Müzikleri, atmosferleri… içimdeki bir şeyleri titreştiriyor. İkisini de çok seviyorum.”
Iwiński o günlerden beri hâlâ firmanın yönetimi ve dış bağlantılarını kurma işiyle uğraşıyor ve kârlarının %97’sinin yurtdışından geldiğini belirtiyor. Oyunun geliştirilmesiyle çok fazla haşır neşir olmasa da önemli kararlarda yer aldığını ve hikâyede belirleyici rol üstlendiğini de sözlerine ekliyor.