Geçtiğimiz ay dergide, Berkan'ın cebine attığı yeşil pasaportla dağ bayır dolaştığının rehberini okumuşsunuzdur (olmadı Milliyet'teki haberine denk gelmişsinizdir herhalde). Bende de yeşil pasaport olsa yarın Amsterdam'dayım ama öyle olmuyor efendim. Öyle olmuyor Berkan bey! Hayatın, bordo pasaportun gerçekleri öyle değil!
Hmm...
Cebimin delik olduğu öğrencilik hayatım boyunca, oraya buraya giden insanların "LONDRAAAAA!!!!!", "BONJOUR PARIIS!!!!!!!" ya da "BEN GELDİM HOLLANDA PART 1" gibi albümler yapmasına, ee, en basit ve hafif tabirle "kıl" oluyordum. Hatta o zamandan kalan bir yeminim vardır "Eğer bir gün yurtdışına çıkarsam, Facebook'ta hiç resim paylaşmayacağım." diye. Her neyse efendim, benim hırsım arttı da arttı, arttı da arttı... İlk iş kendime bir pasaport çıkardım, yaklaşık 1 yıl sonra da bir tur satın aldım. Turdan bir ay öncesine kadar da vize başvurularına başladım...
Gideceğim ülkenin Schengen vizesine başvurmak için yapmam gereken ilk şey, Harbiye'deki VFS'ye gitmekti. Bunun öncesinde de siteden randevu almam gerekti. Her şeyi hallettikten sonra, randevu saatinden bir yarım saat önce tüm belgeler ve fotokopileriyle birlikte her şeyimi hazırlayarak Harbiye'nin yolunu tuttum.
Ya Sonra?
Saçı başı toparlamalar, traş olmalar, tertemiz elbiseler giymeler falan... Hayatında ilk defa yurdışına çıkacak olmanın heyecanı var tabi. Çok saçma ve sizi gerçekten mülteci gibi gösterebilecek bir heyecan aslında bu. "Yapmayın." demeyeceğim, zira pek elinizde olan bir şey değil (hele ki serde ufaktan bir panik atak da varsa).
Her neyse, gayet güler yüzlü bir VFS çalışanına denk gelmenin ve her şeyi halletmiş olmanın mutluluğuyla VFS'den çıktım. Arada damızlık koyunların damgalanması gibi biyometrik fotoğrafın çekilmesi ve parmak izi verme durumları biraz onur kırıcı gelebilir, doğrudur. Ancak sineye çekmekten, ya da "Ben gitmiyorum arkadaş." demekten başka çareniz yok.
Benden 1 hafta kadar önce, abime bir diğer ülkeden 2 günde vizesi geldiğinden kafam rahat benim, sabırsızlık çoktan başlamış. O yüzden "Konsolosluk sizinle görüşmek istiyor!" cevabı geldiğinde "Bir işim de düzgün gitsin arkadaş be!" kafasına girmeye başladım diyebilirim. Abim ne VFS'ye gidip parmak izi verdi ne konsolosluğa çağrıldı çünkü, tak diye aldı vizeyi. Etraftakilerden gelen "Ya olm benim bilmemkim arkadaşım var doktor, onu bile çağırdılar. Seni mi çağırmayacaklar?" gibi yatıştırma yöntemleri işe yaradı burada ama. Özellikle Volkan'ın "Tuğbek bile kaç kere gitti görüşmeye be, sana ne oluyor?" demesi yetti de arttı bile. Konsolosluk görüşme günü ve saatinde -yine bayram çocuğu gibi giyinmişim- ÖSS'ye girer gibi hissettim kendimi. Ve girdim.
İlk Yurtdışına Çıkış
Konsolosluklar, o ülkenin toprağı biliyorsunuz. O nedenle o anda ilk yurtdışı deneyimimi yaşadım diyebilirim (resimlerini çekip Facebook'a koyacaktım hatta "YURTDIŞIII!" diye, fotoğraf çekmek yasaktı (bi de yeminim malum)). Önceki günde daha önce giden arkadaşlardan vesaire bilgi alıyorum falan. Cevaplar kafada, ama yine de veznedekilerin cevaplarını da not ediyorum bir köşeye. Rahat olmaya çalışıyorum ama kalp gümbür gümbür falan. Her neyse, sıra bana geldi ve gittim görüşmeye.
Görevliler, genel olarak heyecanınızı yatıştırmak için hiçbir olumlu harekette bulunmuyorlar malesef. Hani sanki kıytırık 5 günlük bir yurtdışı seyahatine gitmek için görüşmüyorsunuz da; daha dün adam öldürmüşsünüz, polis sorgusundasınız. Haa, söylemeyi unuttum; VFS'ye götürdüğünüz belgelerin büyük bir kısmını teyit için yeniden istiyorlar. Görüşmede de, iki kere teslim ettiğiniz belgede yazan şeyleri soruyorlar. Tam bir psikolojik baskı yani. "Neyse..." deyip görüşmeyi yaptım, açık ve net cevaplar vererek ayrıldım konsolosluktan. İş bittikten sonra da "Aaa, iyiymiş yahu, hehe. Basitmiş. Güzelmiş güzel." Diyerek ertesi gün vizemi nasıl alacağımı düşündüm. Sonra gerçekle yüzleştim tabi: RET!
Heves - Kursak Eğrisi
Hevesin kursakta kalması, dünyanın en pis şeyi kanımca. O kadar para dök, belgeleri toplamak için saatlerini harca, aylardı hayal kur... Sonucu? Koca bir ret. Nedeni? Hesaptaki yığınla paraya rağmen bütçenin yetersiz bulunması ve Türkiye'ye geri döneceğime söz konusu ülkeyi inandıramamam...
Ondan sonra bir 10-15 günüm saçma sapan geçti. Sonra dedim ki kendi kendime, "Seviyorsan git konuş bence." Eski bir konsolosluk çalışanı olan, şans eseri bulduğum yeni bir vize danışmanı ile ikinci başvuru hazırlıklarına giriştik. Hesaptaki para miktarını artırdık, iyi niyet mektubu yazdık... Tüm bunları yapıyorum ama bir yandan da boşa kürek çekiyormuşum gibi geliyor, hayattan zevk alamayacak duruma gelmişim.
"Nasıl olsa çıkmayacak abi, ekstra kasmaya gerek yok." diyerek kapriyle, uzunca bir süredir kesilmemiş kirli sakalla, çorapsız spor ayakkabıyla falan gittim bu sefer VFS'ye. Bu başvuruda denk geldiğim çalışan, bir öncekine göre epey ketumdu, umurumda olmadı. Aynı şeyler bir kez daha tekrarlandı: Parmak izleri alındı, biyometrik resim çekildi, cepten bir 85 Avro daha çıktı ve yeniden sonuç beklenmeye başlandı.
Fiyasko No.2
Daha sonrasında, sendromlu bir Pazartesi günü, bilmediğim bir numaradan gelen telefonu açtım. Karşımdaki genç erkek sesi şöyle diyordu: "VFS'de parmak izinizi alamamışız. Bir daha gelip başvurmanız gerekiyor." Bir yandan gittikçe sinirleniyorum, diğer yandan da satın aldığım turu iptal ettirmek için son günün ne zamana denk geldiğini hesaplamaya çalışıyorum. Yine de "Madem işe başladık, sonuunu getirelim." diyerek apar topar çıktım ofisten. Aynı işlemleri üçüncü kez tekrarladıktan sonra alnımdaki damar atmaya başlamıştı artık.
Ertesi gün gelmesi gereken cevap, birkaç gün gecikince başvuruyu yaptığım vize danışmanı hanımı aradım ve şu cevabı aldım: "Sistemlerde bir sıkıntı olmuş, ondanmış gecikme. Ben sizi arayacağım Mert bey."
Aradan yine bir iki gün geçti ve telefon geldi. İster istemez bir heyecanla açtım telefonu. Fakat karşıdan gelen ses pek iyi değildi: "Neden böyle yapıyorlar anlamıyorum." diyordu. "Her şeyiniz tam, tüm belgeler teslim edilmiş. Daha önce aynı durumda onlarca kişiye vize aldık, hiçbir sorun yoktu. Keşke İtalya'dan başvursaydık... Ben sizin yerinize konsolosluk randevunuzu aldım, bilmemne günü bilmemne saatinde konsolosluğun önünde buluşalım."
...
Görüşme bittikten sonra elimdeki telefonu yanımdaki pencereden aşağı atıp, Bihter'ine kavuşamamış Behlül gibi bağırasım geldi ortalıkta. Ama ne olursa olsun "Burası bir işyeri." diyerek tuttum kendimi. İlk başvurudan bugüne 20-25 gün geçmişti ve hâlâ "elde var 0"dı. Harcanan emek, vakit, belge parası, yol parası, taksi parası falan umurumda bile değil artık, o kadar tepemin tası atmış...
Yine de dedim ya, "Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik. Bitirelim bu işi." düşüncesindeyim hâlâ. O yüzden sabah her zamankinden erken de çıktım ve düştüm yollara. O arada da abim ve babamla hangi yoldan gitmem gerektiğini tartışıyorum (ilk gittiğimde arabayla gitmiştim). En temizi metrobüs ya da vapur gibi gelse de, "Bildiğim yoldan şaşmayayım, 500T'yle gideyim." diyerek Kozyatağı'nda indim metrodan ve 500T'ye bindim. Ve hayatımın en saçma 500T yolculuğuna merhaba demiş oldum.
Şoförün Manyağı Hiç Çeklimiyor
Oyungezer'e gelmek için her gün kullandığım otobüs 500T. Ve vize için konsolosluğa gideceğim o güne kadar böyle bir yolculuk daha yaşamadım. Yol boyu 2 tane kaza trafiği tıkamış, bir de trafik kontrolü araçları iyice felç etmişti. Ancak asıl olay bizim şoförün, yol vermediği için bir Megane'ın üzerine kırarak aracın sağ yanındaki ayna ve kapı kolların indirmesi oldu (otobüs emniyet şeridine girmeye çalışıyordu bir de). Sağa çektik ve diğer 500T'yi bekledik. Benden de boncuk boncuk terler boşanıyor tabi "Valla geç kalıcam. ):" diye. O sırada otobüste çıkan kavga da ayrı bir sinir bozucuydu. Bişr abla, şoförün "Gerizekâlı." olduğunu savunuyor, diğeriyse "Hiç de bile. Ben de olsam aynısını yapardım. O da yol verseydi!" diye Freddy Mercury'ye benzetyen 500T şoförünü savunuyordu.
Normalde yarım saat civarında biten yol, bir saatin üzerinde sürdü. Neyse ki kendime görüşme öncesi için bir 45 dakika ayırmıştım da, 15 dakika kala konsolosluğun önündeydim. VFS başvurundan daha beter bir parmak sakalla, yine kapri ve spor ayakkabıyla gittim (üzerimde de Sony'nin "Kol Bozuk" PlayStation t-shirt'ü vardı, salaşlığa gel). Danışmanla buluştuk, konuştuk. Sonrasında yine içeri girdim. Tekrar sıra numaram geldi ve aynı görevliye düştüğüm için içimden "Tamam, bitti bu iş." desem de, benden önce araya ağlayan bir kadın girdi. Sigortasıyla ilgili bir sorunu vardı ve derdini anlatamıyordu... Görevli, iş uzayınca bana arka taraftaki vezneyi gösterdi. İçim bir nebze olsun rahatladı o vezneye giderken. Daha önce üç kere verdiğim belgeleri yeniden verdim, yeniden sorulan soruları kısa ve net cevaplarla yanıtlandırdım. Çıktığımda, her şeyin aynı olması neticesinde hiç umudum yoktu.
500T'de Gelen Müjde
Hayatıma deli gibi nüfuz eden 500T, vizeyi alabildiğimin yanıtınını da aldığım yer oldu... Saçma sapan geçen yaklaşık bir aylık bir sürecin ardından yine de vizeyi alabildiğim için mutluydum. Pasaport cüzdanım da çöp olmadı neyse ki. Daha da güzeli, vizenin çıktığını öğrenmemin 2-3 saat sonrasında gelen "Vize alamadıysanız turunuzu iptal edelim." telefonuydu...
"İlkinde neden vize alamadım? neden konsolosluğa görüşmeye çağrıldım? Onu geçtim, ikincisinde neden çağrıldım? İlk görüşmemle ikincisi arasındaki fark, kılığımdan başka bir şey değildi. Pis, paspal mı gitmek gerekiyor görüşmelere? Aynı memura düşsem yine mi alamayacaktım vizeyi? VFS'nin parmak izi alamaması nedir? Neden bana denk gelir?" gibi yığınla soru bıraktı aklımda bu süreç.
Şimdi anladınız mı Berkan bey? Bu işler o kadar da kolay değilmiş di mi?
Not: Tavsiyeyi de siz çıkarırsınız arada. (;