Film tadında oyun keyfi yapmaya az kaldı sanki?
Devamını okuBu incelemeye nasıl başlayacağımı gerçekten bilmiyorum. Oyungezer’de düzenli bir şekilde yazmaya başlayalı 7 yıl oldu ve sanırım şu ana kadar incelediğim en büyük oyun bu olsa gerek. Daha önce incelediğim, nispeten büyük oyunlar yine belirli bir niş içindeydi. Hitap ettiği kitle belliydi. Bekleyenlerin ne beklediği belliydi. Ne yazmam gerektiği de bu sebeplerden dolayı daha ortadaydı.
Ama şu an söz konusu oyun, Bethesda’nın 8 yıldan sonra çıkardığı ilk oyun. 29 yıldan sonra çıkardığı ilk yeni marka. Bekleyen insan sayısı bir hayli fazla. Kimin ne istediğini anlamak zor. Üstümde bir Bethesda kadar olmasa da bir sorumluluk, bir yük hissiyatı var anlayacağınız üzere.
İşin komik yanı ne biliyor musunuz? Ben Bethesda oyunlarını oynayan, hepsini yalayıp yutan, binlerce olmasa bile yüzlerce saat gömen biri değilim. Vaktinde Skyrim oynamaya çalıştım, sarmadı. Fallout 4 ve Fallout 76’yı oynadım, sonra unuttum. Oblivion yok, Fallout 3 yok… 2007’de eve ilk defa bilgisayar aldığımızda Morrowind’i denemiş, ne yaptığımı çözemeyip silmiştim. Bethesda’nın markalarından herhalde en çok vakit gömdüğüm de The Elder Scrolls Online, o da MMO sevdiğimden ve Tamriel’de gezinmek eğlenceli olduğundan. Ama hep de kıskanmışımdır Skyrim’e, Fallout 4’e ve bilumum batı RYO’suna yüzlerce saat gömen insanları… Öyle ballandıra ballandıra anlatıyorlar ki oyunları, insanın canı çekiyor her seferinde. Ne zaman da “Ya dur tekrar bir şans vereyim…” desem sıkılıp kapatıyorum. Atmosfer cezbetmiyor, oynanış cezbetmiyor, bir şeyler araya giriyor dönmeyi unutuyorum.
Starfield işte tam bu noktada beni cezbetmişti. Bilim kurgu olması direkt çekti beni. Şu vakte kadar oynadığım, bitirdiğim ve sevdiğim neredeyse tüm batı RYO’ları hep bilim kurgu hatta özünde uzay temelliydi. Mass Effect, Knights of the Old Republic, The Outer Worlds… Uzun süredir de AAA bir uzay bilim kurgu oyunu yoktu piyasada. Starfield’ın çıkışı yaklaştıkça heyecanlanıp, “Acaba benim Skyrim’im bu mu olacak?” diye soruyordum kendi kendime. Görelim bakalım olmuş mu?
“HEY, SEN. SONUNDA UYANDIN.”
Starfield maceramız bir maden ocağında başlıyor. Daha ilk işimizde ne olduğunu bilmediğimiz metalik bir eser buluyoruz ve dokunduğumuz gibi bize bir görsel şölen gösterip bayıltıyor. Uyandığımızda da klasik bir “Adın bu muydu? Buradaki veriler tanıdık geliyor mu?” klişesiyle karakter yaratma kısmına geçiyoruz.
Eğer Starfield’ı takip ettiyseniz karakter yaratma ekranını da bolca görmüşsünüzdür. Nispeten detaylı olan karakter yaratma kısmına özellikle değinmek istememin sebebiyse burada yaptığınız “Arkaplan” (Background) ve “Karakter Özellikleri” (Trait) seçenekleri. Arkaplanda karakterinize seçtiğiniz geçmiş, oyuna başlayacağınız yetenekleri belirliyor ve oyunun bazı kısımlarında diyaloglarda bu geçmişinizi kullanarak cevaplar verebiliyorsunuz. Karakter özellikleri kısmındaki seçimlerse tamamen oyuna biraz daha RYO tadı eklemek isteyenler için. Karakterinizi içine kapanık biri yapabiliyorsunuz, empati kurabilen biri yapabiliyorsunuz, bir dine mensup bile edebiliyorsunuz. Bunların pozitif ve negatif etkileri olmasının yanı sıra, yine NPC’lerle girdiğiniz diyaloglarda karşınıza çıkabiliyor. Eğer bir özellikten sıkılırsanız da bunu yine bir RYO oyununa uygun bir şekilde, alakalı bir yerde kaldırabiliyorsunuz. Ben mesela empati özelliğini seçmiştim, şehirdeki bir doktora gidip “Doktor bey, empati kurmak beni çok yoruyor yok mu çaresi?” deyip belirli bir “ameliyat ücreti” karşılığında kaldırabiliyorsunuz.
Havalı bir karakter yaptıktan sonra da karşınıza Constellation adlı, galaksiyi keşfeden bir ekibin üyesi Barrett çıkıyor ve “Bu metalik eserleri topluyoruz biz, bunu bizim dükkâna götürsene be” diyor ve eser toplama maceramız başlıyor. Starfield’ın senaryosunun hedefi gördüğünüz üzere gayet basit, bu birbirleriyle bir bağlantısı olan eserleri toplayıp, amaçlarının ne olduğunu çözmek. Ancak ana senaryoda ilerledikçe işler bu basitlikten çıkıp, bazı noktalarda bana “Ya nasıl oldu ki?”ler, “Haaaa, oha çok iyi”ler ve daha bir sürü şaşırma efekti kullandıran doruklara ulaşıyor. Bunları tamamen herkesin kendi keşfetmesini istediğimden fazla derinlere dalmayacağım, ama işler göründüğünden daha karmaşık hale sürükleniyor bir anda. Olaylar bir nebze klişe gelebilir ama tüm taşlar yerine oturduktan sonra, en azından kendi adıma konuşmam gerekirse tatmin olduğumu söyleyebilirim. Bethesda’nın Starfield için yaptığı neredeyse tüm tercihler de senaryoya dayalı zaten. Gerek oyunun retro-fütüristik tasarımı olsun, gerek oyunun New Game+ modu olsun, gerekse de bazı şeylerin eksikliği olsun… Hepsi oyunun sonlarına doğru “Haaaa, anladıııııım…” dedirterek birleşiyor. Starfield’ın ayrıca bir New Game+ modu var ve KESİNLİKLE oyunu bir kere bitirip, ardından ana görevi ciddiye almadan yan görev sömürme (yani herhangi bir Bethesda oyununu oynama) moduna girmenizi tavsiye edeceğim. İnanın oyunu oynadıktan sonra anlayacaksınız. Sürpriz bozan bir düdük makarna olmak istemiyorum.
HER İŞİ YAPARIM ABİ
Şimdi bu dediklerimden sonra da insanın aklında “Yan görevler nasıl ki o zaman?” sorusunun belirmesi gayet normal. Sanki sizi yan görevlerden uzaklaştırmaya çalışıyormuşum gibi bir hava oluşturdum değil mi? Ama hayır, tam aksine yan görevler de bir hayli güzel. Hatta bu inceleme sürecinde koca bir günüm sadece yan görev yapmakla geçti, ana görevlerin varlığını unuttum. Amacım sadece ana hikâyenin de oyunda büyük bir yeri olduğunu belirtmekti.
Yan görevleri güzel yapan şey, Starfield’ın evreninin çeşitliliği. Bin bir çeşit insan ve bin bir çeşit dertleri var bu insanların. Yeni ekipmanlar almak için sisteme sızmamı isteyen madencilik firması sahibi mi dersiniz, 200 yıl önce yola çıkıp da teknoloji sıçraması yüzünden gittikleri gezegene çoktan biri konmuş olan koloni mi dersiniz, taşıdığı kargodan haberi olmayan bir “uzay kamyoncusu”nun o kargo yüzünden galaksideki her topluluğun başına ödül koyması mı dersiniz… Daha yaptığım ve anlatabileceğim o kadar fazla yan görev var ki, hepsi de birbirinden iyi.
Rastgele karşılaştığınız yan görevlerin yanı sıra, tıpkı çoğu RYO’da olduğu gibi partinize katılabilen karakterlerin de bu karakterleri derinleştiren ve bir nevi insanlaştıran özel yan görevleri bulunuyor. Karakterlerin seslendirmeleri özellikle bu daha kişisel ve nispeten duygusal anlarda bir tık daha ön plana çıkıyor. Haliyle de karakterlere ısınmak bir hayli kolaylaşıyor. Ve evet, cinsiyet fark etmeksiniz tüm karakterlerle romantik ilişkiye de girebiliyorsunuz.
Bu yan görevlerin (ve neredeyse çoğu ana görevin) en güzel yanlarından biriyse görevleri nasıl yapacağınıza dair pek bir sınırlama olmaması. Eğer uygun yetenekleri açtıysanız konuşarak da, tehdit ederek de, rüşvet vererek de çoğu derdinizi çözebiliyorsunuz. Eğer partinizde biri varsa bazen o bile yardımcı olabiliyor, eğer uygun yeteneklere sahipse. Çoğu görev farklı bir şekilde, farklı bir sonuca ulaşarak sonlanabiliyor. Biliyorum, bu anlattıklarımın çoğu “RYO 101”, zaten olması gereken detaylar ama oyunda o kadar hoşuma giden ve birbirini etkileyen şeyle karşılaştım ki… Mesela ana görevlerin bir tanesinde, bir gezegene gidip bir binadan bir şeyler almam gerekiyordu. Bu terk edilmiş gezegendeki binaların çoğunda da genellikle korsanlar bulunuyor. Bunun bilinciyle gittim gezegene, silahımı çekmiş bir şekilde binaya doğru koşturmaya başladım. Tam nişan aldım, sıkacaktım ki kimse bana tepki vermiyor. Tam “Aha oyunda glitch yakaladım!” diyordum ki, birkaç saat önce bir yan görev için korsanlara katıldığımı hatırladım… Kendime ve olayın getirdiği o anki şoka gülerek elimi kolumu sallaya sallaya binaya girip alacağımı alıp çıktım. Dediğim gibi, böyle şeyler zaten “Olması gereken şeyler” ama boşluğunuza gelince çok güzel anlar oluyor.
UZAYDA KAYBOLASICALAR
Benim için bir RYO’yu en eğlenceli yapan şeylerse dünyasının ne kadar keşfe açık olduğu ve oynanışın ne kadar özelleştirebildiği olsa gerek. Starfield’ın bu ikisini de gayet güzel yaptığını söylesem şaşırmazsınız herhalde.
Oyun çıkmadan önce “keşif” kısmı bir hayli bulanıklaştı. Oyundan videolar, “Buradan ilerisine gidemezsin” uyarıları sızarken oyunu oynayan biri olarak bir hayli şaşırdığımı ve güldüğümü söyleyebilirim bunlara, çünkü “Geri dön” uyarısıyla bir kere bile karşılaşmadım oyuna gömdüğüm 60 saat boyunca. İndiğim çoğu gezegende işimi görüp çıkmış olmamla da kaynaklı olabilir belki ama sürekli analiz dürbününü açıp “Aha şurada da bir şey varmış” diye diye dolandığım ve her şeyini gördüğüm gezegen sayısı da az değil. Yarım saat boyunca oradan oraya hoplayıp yeni bir doğal oluşum, gezegene özgü yaşam belirtisi, mağaralar ya da terk edilmiş binalar buldum. Ha, oyunu %100’leme gibi bir derdiniz ya da aradığınız spesifik bir kaynak yoksa bu terk edilmiş ya da yaşam belirtisi olmayan gezegenlerde dolanmanın aşırı bir manası yok tabii, tıpkı dümdüz bir şekilde tek bir yöne 10-20 dakika boyunca koşmanın olmadığı gibi.
Yaşam olan ya da zaten insanların şehir kurduğu gezegenler bir hayli güzel ama. Starfield’ın siberpunk şehri Neon, iki farklı koloni topluluğunun merkez şehirleri olan New Atlantis ve Akila City, bizim şu anki güneş sistemimizde hayatın olduğu tek gezegen olan Mars’taki Cydonia ve daha nicesi kendine has tarihleri olan, detaylıca tasarlanmış yerler.
Beni keşif konusunda asıl tatmin eden şeyse uzayda karşılaştığımız şeyler. Bazen bir büyükanneyle karşılaşıyorsunuz, “Gel yemek hazırladım beraber yiyelim” diyor. Bir dinin hacısının yolculuğunda karşılaşıp muhabbet edebiliyorsunuz. Ya da daha önce yan görev yaptığınız bir karakterle karşılaşıp şu ana kadar neler yaptıklarını sorabiliyorsunuz. Böyle ufak ama oyunun evrenini canlı tutan ve her yeri görmeye teşvik eden oyunları gerçekten seviyorum.
Oynanışı özelleştirmeyi de bir hayli yeterli buldum. Oyunun size sunduğu yetenekler gerek deli gibi agresif, gerek pasifist, gerekse de gizlilik odaklı oynamanıza bir hayli olanak sağlıyor. Silah ve uzay kıyafeti modifikasyonları çeşitli, alakalı yeteneklerinizi yükselttikçe daha fazla modifikasyon açılıyor. Karakol (Outpost) oluşturmanın herhangi bir sınırı yok, gezegene konabiliyorsanız ve karadaysanız her yere karakolunuzu kurup, buraya istediğiniz karakteri atayıp kullanabiliyorsunuz. Partinizdeki karakterlerin yeteneklerini belirleyemiyorsunuz ama hepsine istediğiniz ekipmanları kullandırabiliyorsunuz.
Fakat bana “Sabri, en çok sevdiğin özelleştirme seçeneği hangisiydi?” diye soracak olursanız cevabım kesinlikle uzay gemisi özelleştirme olurdu. Oyun size Lego parçalarıymış gibi gemi parçalarını veriyor, siz de oyunun “İniş setinin altında parça olamaz”, “Gemi fazla ağır” gibi nispeten kabul edilebilir kuralları çerçevesinde bu parçalarla paranız ve açtığınız yetenekler yettikçe istediğiniz gibi bir uzay gemisi tasarlayabiliyorsunuz. Uzay geminize ekleyebileceğiniz o kadar fazla şey var ki, dürüst olayım oyunu oynadığım saatler boyunca herhangi bir karakol kurma ihtiyacı hissetmedim pek. Geminize modifikasyon istasyonlarından tutun yığınla depolama alanına kadar anında ihtiyacınız olabilecek bir sürü şey yerleştirebiliyorsunuz. Karakol kurmak biraz daha keyif ve belki de ham madde toplamak amaçlı günün sonunda.
YILDIZ TARLASI SAVAŞLARI
Oyunun en karmaşık duygular beslediğim kısmı genel olarak çatışmalar olsa gerek. Çünkü oyunda silah çeşitliliği bol, eski ve yeni bir sürü silah var. Balistiğinden tutun lazerinden enerjisine kadar. Kullanması gayet iyi hissettiriyor, düşmanların tepkileri gayet yerinde. Kafalarına sıktığınızda “AH GÖZÜM!” diye bağırıp etrafta bir süre aptal aptal dolanıyorlar, sırtlarındaki jetpacki patlattığınızda jetpackle beraber uçuşa geçiyorlar… Her şey gayet güzel. Ama oyunun yapay zekasının dengesizliği tüm bu güzel şeyleri bir anda “Ya yapma be…” boyutuna getiriyor. Bazen düşmanlar gayet mantıklı hareket edebiliyor, çok fazla düşmanla çatışıyorsanız bazıları dolanıp arkadan vurabiliyor ya da canları azalınca anlamlı bir şekilde geri kaçabiliyorlar, gizlilik yeteneğini açtıysanız ve gizlilik odaklı oynuyorsanız yaptığınız hareketlere göre tepki verip bulabiliyorlar. Ama bazen de dibinde olmanıza rağmen sizi sallamayabiliyorlar, bomba attığınızda etrafa şapşal şapşal bakabiliyorlar, üstünüze doğru koşup hızlarını alamayıp, sizi geçip çatışmanın apayrı bir noktasına, hatta bazen çatışmayla hiç alakası olmayan bir yere gidip siz ona gidene kadar ellerinde silahlarıyla öyle durabiliyorlar… Düşmanların seviyesiyle alakalı olabilir diye düşündüm ama bunu seviye 5 düşman da seviye 30 düşman da yapınca pek alakası olmadığını anladım.
Bir diğer ufak problemim de düşman çeşitliliğinin azlığı. Genellikle çatışmalar ya insanlarla ya robotlarla ya da uzaylı hayvanlar/yaratıklarla oluyor. Bunların da pek bir varyasyonu yok. İnsanlar ve robotların silahlı ve yakın mesafe silahlı varyasyonları, uzaylı yaratıkların da tüküreni ya da dibinize gelip vuran varyasyonları var. Oyunun nispeten daha ayakları yere basan bir uzay bilim kurgu oyunu olduğu bilgisini hatırlayınca kabul edilebilir oluyor ama en azından exo kıyafetli insanlar ya da daha farklı uzaylı yaratıklarla biraz daha çeşitlendirilebilirmiş sanki. Bir sürü farklı silah modifiye edip hala aynı düşmanlara sıkmak biraz… Sıkıyor.
Kesinlikle çok şaşıracağınız bir şey söyleyeyim mi peki? Hazır mısınız? En sevdiğim kısım uzay gemisi çatışmaları oldu, tabii ki de sorum ironikti. Yine “düşman çeşitliliği” sıkıntısı burada da biraz var, ama yapay zekâ sıkıntısı (en azından benim yaptığım çatışmaların büyük bir kısmında) neredeyse yok. Gemi savaşlarında riskler yerdeki çatışmalara nazaran daha yüksek. Geminiz yeterince iyi olsa bile çatışmanın ortasında düşmanın gemi kalkanlarının bataryasını patlatma ihtimali var, üç-dört gemiyle kapışırken nerede olduklarını fark etmezseniz beş saniyede sizi haşlama ihtimalleri var… Ama bu risklere rağmen, çatışmanın sonlarında düşman geminin motorunu patlatıp, gemilerine yanaşıp bu kadar acıyı çektikten sonra yüz yüze kapışmak da benim bilim kurgu fantezilerimi bir hayli tatmin ediyor.
BETHESDA BÖCEK İLAÇLAMA HİZMETLERİ
Starfield’ın çoğu insanı şaşırtacağını düşündüğüm en büyük artısı, oyunun bir hayli cilalanmış bir şekilde çıkmış olması. 1 yıllık erteleme sürecinin kesinlikle oyunun bugları ve glitchlerinin çözümüne ayrıldığı bir hayli belli oluyor, çünkü 50-60 saatlik oynama süremde oyunu gerçekten bozan ve kapatıp tekrar açmamı gerektiren sadece bir tane hatayla karşılaştım. Bunun dışındaysa karşılaştığım buglar genellikle dar alanda öldürdüğüm düşmanın kafasının tavana yapışması, bir iki NPC’yle konuşurken kameranın oyunun istediği açıya gelene kadar birazcık saçmalaması gibi oyunu bozmayan, “Ya işte böyle şeyler de oldu haberiniz olsun” niteliğindeki şeylerdi. İlerlememi engelleyen ya da çökerten problemlerle de karşılaşmadım oynadığım sürede.
Azıcık teknik kısımlara girmişken, oyunun görselliğinden de bahsetmek lazım tabii. İncelemede daha önce de söylediğim gibi, Starfield’ın retro-fütüristik (ya da Bethesda’nın deyişiyle “NASA Punk”) tasarımı gerçekten beni benden alıyor. Destiny’yi aşırı seven ve özellikle lore’unda o evrenin Altın Çağı’nı merak eden biri olarak Starfield bana sanki o dönemleri oynuyormuşum gibi hissettirdi. Karakter modelleri bazen çok iyi görünürken, bazen de yeni nesilliği sorgulattı bana. Gezegenler ve çevre modelleri de öyle dibimi düşüren seviyede değil ama Photo Mode’u bolca açtıracak seviyede.
Müziklerse… Muazzam. Başka bir şey dememe gerçekten gerek yok. Crysis’in, Fallout 3, 4 ve New Vegas’ın, Dragon’s Dogma’nın ve daha nice oyunun müziklerinin prodüktörlüğü sırtlamış Inon Zur’un ellerinden çıkan besteler gerçekten oyunun atmosferini ve size yaşatmak istediği o macera hissiyatını, oyunun tema müziğini ne zaman duysanız, bir çatışmaya girseniz, duygusal bir an yaşasanız size hissettiriyor. Destiny’nin orijinal tema şarkısı ve ardından yıllar sonra Anthem’ın tema şarkısından sonra beni böyle duygularla dolduran üçüncü şarkı oldu bu. O notaları bir araya getiren ellerine sağlık Inon abim.
YOLCULUK DAHA YENİ BAŞLIYOR
Ben bu satırları yazarken daha oyun çıkmadı. Hatta eminim ben bu cümleyi yazarken, sosyal medyada birileri oyun hakkında daha çıkmadan kavga ediyor. Bu yüzden de Starfield’ın nasıl bir etki bırakacağından pek emin değilim. Ama içimdeki bir his, bu oyunun birçok oyuncu için yeni bir Skyrim ya da yeni bir The Witcher 3 olacağını söylüyor. Batı RYO’larını geçtim, Bethesda RYO’larıyla pek arası olmayan ben bile şu incelemeyi yazarken “Daha neler yapabilirim acaba? Ya şu yan görevi çok merak ediyordum ona bir bakarım. Şu sisteme de bir gitmek istiyorum aslında…” diye düşünüyorum. Hatta oyun modlamayı sevmeyen ben, sırf rahat rahat modlayabilmek için Steam versiyonunu almayı; doğru düzgün bir performansla oynayabilmek için ekran kartımı yenilemeyi düşünüyorum. Bilim kurgu sevmemin büyük bir etkisi var tabii ama… Dürüst olayım, bu kadarını beklemiyordum. Şimdi izninizle, keşfedilmeyi bekleyen bir sürü gezegen ve yardım edilmesi gereken bir sürü insan beni bekliyor.
Başlıklar
Bu oyun benim Skyrim’im oldu. Oyunu bitirmiş ve birçok şeyi görmüş olmama rağmen hala yapmak istediğim bolca görev, keşfetmek istediğim bolca gezegen, tanışmak istediğim bolca insan var. Eğer bilim kurgu seviyorsanız, benimle aynı fikirde olacağınıza neredeyse eminim.
- Evrenini ve karakterlerini keşfetmek gerçekten tatmin edici
- Özelleştirme seçenekleri bir hayli dolu
- Çatışma mekanikleri genel olarak tatmin edici…
- …Ama uzay gemisi çatışmaları çok daha eğlenceli
- Ana görevin varlığını unutturma gücüne sahip yan görevler
- Tercihleriniz gerek ana gerek yan görevlerde önemli yeri olması
- Bazı noktalarda “LAN?!” dedirten senaryo
- Yapay zekâ yetersiz hissettiriyor
- Envanter yönetimi daha iyi olabilirmiş
- En azından kurulu şehirlerde ufak bir haritaya hayır demezdim