Uzun süredir beklediğim bir oyunun güzel çıkması beni çok mutlu ediyor. Hele ki bu oyun başarılı olacağına gönülden inandığım bir oyunsa haklı çıkmayı acayip seviyorum. Aynı The Excavation of Hob’s Barrow örneğinde olduğu gibi.
Aslında bu oyunun ismini ilk olarak Incantamentum olarak duymuştuk. Duyurulduğu günden beri takibimdeydi, her fırsatta demosunu önerdim, yazdığım “yılın yolu gözlenecek adventure oyunları” listelerinde ilk sıralardan yer verdim kendisine. Bir süre önce ismi değişti, oyunun hikayesini daha iyi yansıtacak biçimde The Excavation of Hob’s Barrow, yani Hob Höyüğü Kazısı oldu. Ve o kazıdan bizim de payımıza karanlık, tekinsiz, hikayeyi sonuna kadar merak ettiren bir macera oyunu düştü.
The Excavation of Hob’s Barrow Viktorya dönemi İngiltere’sinde geçiyor ve İngiliz halk hikayelerinden (öcülü, korkulu olanlar) besleniyor. Başrolde Thomasina Bateman var ve o bir höyük kazıcısı. Mezar kazıcılarıyla karıştırmayın sakın, kendisi hiç sevmez öyle şeyleri. Bu aslında babasının mesleği, ama birlikte ilk kazılarından beri kendisinde höyük kazısı olayı bir sevda olmuş, hatta yaptığı kazıları anlatan bir kitap yazma peşinde.
Bir gün Leonard Shoulder isimli bir adamdan bir mektup alıyor. Kuzey İngiltere kırsalında Belway isminde bir köyden gönderilmiş mektup, orada Hob Höyüğü isminde bir höyük varmış. Leonard, Thomasina’nın bu höyüğü mutlaka görmesini istiyor çünkü tam da kitabına layık bir malzeme. Daha önce adını bile duymadığı bu adamın mektubu ilgisini çekiyor ve yine hiç tanımadığı Bewlay’e doğru yola çıkıyor kızımız.
Kadın başına ne işin var oralarda?
Bewlay halkı pek bir acayip. Aralarında kadınlara küçümser gözle bakanlar da var (kadın kısmı hiç arkeolog olur mu, hiç kazı yapar mı), yabancılardan hiç hoşlanmayanlar da (ah şu tren istasyonu, şimdi yabancılar gelip güzelim Belway’i mahvedecekler!), sarhoş haliyle Thomasina’ya yazanlar da var, anlamsız biçimde iyi davrananlar da. Kimin hangi niyetle bize yaklaştığını anlamak güç. Dahası, Leonard’la buluşacağımız The Plough and Furrow Inn’e gittiğimizde adamın ortada olmadığını görüyoruz.
Köy halkı gerek Leonard, gerek höyükle ilgili sorularımıza kimi zaman çekimser, kimi zaman bariz yalan cevaplar veriyor. Bizi höyükten uzak mı tutmak istiyorlar, yoksa ilgimizi cezbedip kandırmak mı, anlamak mümkün değil. Biz tabii ki buraya kadar gelmişken pes edecek değiliz. Leonard’ı bulma ve höyüğe ulaşma yolundaki maceramız işte bu noktada başlıyor. Hikayeye dair de başka bir şey söylemeyeceğim çünkü bu tamamen spoiler’sız, tüm sürprizlerini, iniş çıkışlarını, o karanlık havasını kendinizin yaşaması gereken bir macera.
The Witch’i izlediniz mi bilmiyorum, ya da Midsommar’ı. Oyunun hikayesi bana her iki korku filmini de çağrıştırdı açıkçası. Kırsal bir alan, batıl inançlar, karanlık güçler, yabancılara farklı gözlerle bakan yerli halk, puslu havalar, tekinsiz bir atmosfer, halüsinasyonlar, rüyalar. Filmi yapılsa izlerim, o derece.
Böyle piksel grafiklere can kurban
The Excavation of Hob’s Barrow, Wadjet Eye adventure oyunlarında görmeye alıştığımız 90’lardan fırlamış gibi duran piksel çizim grafiklere sahip. Gerek arkaplan çizimleri, gerek karakter tasarım ve animasyonları bir hayli başarılı. O kırsal köyün ıssız atmosferi oldukça iyi yansıtılmış (akşam saatlerinde insanın etrafta dolaşası gelmiyor, bir an önce hana gideyim de yatıp uyuyayım diyorsunuz) ve sis efekti gibi çok başarılı bazı numaralar da kullanmış oyunun geliştiricisi Cloak and Dagger Games. Wadjet Eye'ın da desteğini arkasına alınca önceki oyunlardan çok daha kaliteli, daha iyi prodüksiyonlu bir oyun var karşımızda. Bazı sahnelerdeki yakın çekim anlar da harika; mesela kediler diyeyim, oyuncak bebek diyeyim, görünce ne demek istediğimi anlarsınız.
Oyunun gerçekten aşırı başarılı olduğu bir diğer nokta da seslendirmeler. Thomasina rolündeki Samantha Béart nefis iş çıkarmış (hogwash!), Arthur’dan Stanley Kemp’e, gizemli Lord Panswyck’e kadar herkesin aksanları, vurguları ve karakterleri çok iyi yansıtılmış. Tabii bunda son derece başarılı yazılmış diyalogların da payı büyük, oyun boyunca hızlıca geçtiğim diyalog sayısı çok az oldu diyebilirim.
Bir adventure oyununun bence en önemli kısmı olan bulmacalara gelirsek o noktada beklediğimden daha zayıf bir oyunla karşılaştığımı söylemeliyim. Tecrübeli adventure oyuncularının pek fazla takılacağı bir oyun değil bu, ha öyle çok kolay falan da değil ama oyun boyunca ne yapacağınızı biliyor oluyor ve bildiğiniz o şeyi yapmaya çalışıyorsunuz. “Acaba bu nasıl olacak, nasıl çözeceğim” dedirten, zaman gerektiren türde bir bulmacayla karşılaşmadım kendi adıma. Genel olarak klasik bir ilerleyiş var: herkesle konuş, alınabilecek her şeyi al, gidilebilecek her yere git. Takıldın mı, bir yerlerde yeni bir diyalog açılmıştır.
Keçisiz bir adventure oyunu düşünemiyorum
Zaten oyunda Yapılacaklar listesi var ve burada yapmanız gereken işleri takip edebiliyorsunuz. Yalnız oyunun ortasında bir kısımda burada çok fazla şey birikiyor ve bunların da hepsi birbiriyle bağlantılı. Üstelik sanki bu noktada hikaye biraz ayak sürüyormuş gibi hissettiriyor. Birine süt vermemiz lazım, sütü keçiden alacağımızı biliyoruz ama keçiyi sağması için sahibinin dizlerine iyi gelecek bir ilaç yapmamız gerek, o ilacı yapacak olan kişiye gerekli malzemeleri toplamalıyız, o malzemelerin biri de anahtar bularak girmemiz gereken bir binada falan filan. O noktada AÇIN LAN HÖYÜĞÜN YOLUNU diye bağırasım geldi valla.
Oyunun sonu da çok değişik ve etkileyici, alıştığımız tarz bir hikaye sonuna benzemiyor kesinlikle. Yine de Thomasina’nın etrafında dönen onca şeye karşın (ki bazılarının ipuçlarını da yakalamış olmasına rağmen) olan biteni fazla umursamıyormuş gibi hissettirmesini, kabullenmişliğini de pek beğenmedim. Oyunun sonu sanki biraz hızlı biçimde nihayete erdi ve bazı şeylerin de arkası tam olarak doldurulamadı – ya da şöyle diyeyim, o arkaplan metni hakkında daha çok bilgi sahibi olmak isterdim. Zaten oyunu bitirince “acaba başka bir sonu daha mı vardı?” diyerek son bölümü bir kez daha tekrarladım, hani belki yaptığım bir şey hikayeye farklı biçimde etki edebilir diye. Ama yokmuş. Dediğim gibi sonu bağlama şeklini beğendim ama o özellikle höyüğe girdikten sonra olanlara dair arada daha fazla detaya kesinlikle hayır demezdim. Yine de kalan başarımları tamamlamak için en kısa zamanda bir kez daha oynayacağım tabii.
Sonuç olarak The Excavation of Hob’s Barrow’un bu yılın en iyi adventure oyunlarından biri olduğunu düşünüyorum. Merak uyandıran hikayesi, yabancı korkusu, din ve dogmalar, farklı varlıklara tapan tarikatlar, seksizm gibi temaları yerinde kullanan diyalogları, halk hikayesi atmosferini büyük bir başarıyla yansıtan sesleri ve grafikleriyle mutlaka denenmesi gereken bir deneyim. Hele ki yazıda da bahsettiğim Midsommar gibi folk korku eserlerini seviyorsanız bu hikaye de çok hoşunuza gidecek. Değişmezse 25 lira gibi müthiş bir fiyattan da satılıyor ki bence satın almamak için bir bahaneniz olmamalı.
Başlıklar
Yılın diğer büyük adventure oyunlarıyla kıyas yapmaya hiç gerek duymadan söylüyorum, The Excavation of Hob’s Barrow bu yıl çıkan en iyi adventure oyunlarının başında geliyor. Folk korku sevenler zaten kendilerini evlerinde hissedecekler, ama bence bu oyun Dave Gilbert, Shaun Aitcheson ve Wadjet Eye adventure oyunlarıyla tanışmak için de harika bir fırsat.
- Kırsaldaki tekinsiz köy atmosferi çok iyi
- Seslendirmeler son derece başarılı
- Oyundaki tüm kediler birbirinden sevimli(!)
- “Biz yabancıları sevmeyiz” hissini güzelce veriyor
- Flashback sahneleri hikayeye iyi yedirilmiş
- Beklenmedik bir sona sahip
- Hikayenin ortalarında gel-git görevleri yüzünden tempo biraz düşüyor
- Bulmacaları, zoru seven oyuncuları pek tatmin etmeyebilir