Assassin's Creed: Davet

3 Kasım 1976, Reis PaşaKonağı, 20:30, Ankara

Not: Bu yazı tarihin tozlu sayfalarından günümüze ışınlanmıştır.

 

Gaziosmanpaşa’nın karanlık caddeleri bu gece görkemli bir partiye ev sahipliği yapacaktı.

Reis Paşa Konağı’nın önünde toplanan kalabalık yavaş yavaş içeri girmeye başlamıştı. Geç kalan birkaç misafir konağın önünde arabalarından inip araçlarını aşağıya park etmeleri için şoförlerine bırakıyordu. Bunlar Ankara’nın en aydın insanları olarak biliniyordu. Birçoğunun karşılarında yükselen ihtişamlı yapıyı aratmayacak evleri vardı.

"Hepsi şerefsiz!", diye düşünüyordu yolun karşısındaki biri.

Cebinden sarı bir madalyon çıkardı. İçindeki resme baktı. Ağarmış sakalları, dağınık saçı, bilgece ama hayattan bezmiş bakışları, İtalyan tarzı giyimiyle yaşlıca bir adamın portresiydi bu. Altında ise neredeyse görülmeyecek kadar küçük bir imza vardı: “S. Sartor.” Onun altında da daha da küçük bir yazı yazıyordu: “Firenze, 1514.” Tabii ki yapıldıktan hatırı sayılır bir süre sonra bir kopyası alındığı için bu yazıları okumakta zorlanıyordu insan.

Takım elbisesinin öteki cebinden Mustafa Aybaş adına yazılmış parti davetiyesini çıkardı. Hiçbir şeyde sorun olmadığından emin olduktan sonra ikisini tekrar ayrı ceplere koydu. Resimdeki adamı ismi dışında tanımıyordu. Tek bildiği şu anda parçalanmakta olan tarikata altın çağını yaşattığı ve zamanında Türkiye topraklarından (tahminen İstanbul ve çevresi) geçtiğiydi. O dönemden sonra Türk suikastçıları (Yavuz Sultan Selim haricinde) oldukça rahat bir hayat sürmüşlerdi. Adamın dünya çapında bir etkisinin olması tabii ki de sadece Osmanlılara katkısıyla gerçekleşemezdi, ama diğer faaliyetlerinin kayıtları tek tük tutulduğu için, en azından Türkiye’de net bir bilgiye ulaşmak zordu.

Ama efsaneydi, önemli olan da buydu.

Yavuz’un asıl ilgisi madalyonun gerçek sahibineydi: Babası.

Gözünden yine bir damla yaş geldi ve kaldırıma düşerek kayboldu. Yumruğunu sıktı, orta parmağını elbisesinin kolundan sarkan halkaya geçirdi. Sonra hemen bıraktı. Şimdi değil, diye düşündü. “Yirmi üç yıldır sabrediyorsun, birkaç saat daha sabredebilirsin pekala.”

Gökyüzüne baktı. Son yılların en ıslak günlerini geçiriyordu Ankara, şehirliler hatırı sayılır zamandır güneş yüzü görmemişlerdi. Buna rağmen, ılık demeye yakın çok rahat bir hava vardı.

İçeri girme vakti gelmişti.

Çenesinde bulunan kömür siyahı (annesi saçlarını hep böyle tanımlardı) sakalının düzgün kesilmiş olduğundan emin oldu. Her yere girerken yaptığı saçma bir alışkanlıktı bu, orada bunu düzeltecek hali yoktu ya. Sadece çenede bulunan sakal, toplumda biraz “değişik” karşılanan bir tarzdı ancak Yavuz’unki gibi bir yüze son derece yakıştığı tartışılmazdı.

Ardından başlığını kontrol etti, kıyafetinin arkasında hafiften bir şişkinlik yapsa da dışarıdan kesinlikle fark edilmiyordu. Son olarak da gizli bıçaklarında bir sorun olmadığından emin oldu.

Caddeden karşıya geçerken acele etmedi. 

Geri zekâlının tekinin arabasının önünden son anda kurtulup, adamın uzaktan gelen küfürlü sözlerini duyduktan sonra kendine geldi. Sakin ama seri adımlarla konağın önündeki kalabalığa yaklaştı. Birbirlerini tanıyanlar hemen sohbete başlamıştı. Her türlü insan vardı kalabalıkta: Sanatçılar, politikacılar, girişimciler, gazeteciler, mühendisler… Hepsinin o ya da bu şekilde Doğan Şafak ile bir çıkar ilişkisi vardı, yoksa burada olmazlardı.

Yavuz’un gözü arabasından yalnız inen genç sayılabilecek bir bayana ilişti. Kırmızı gece elbisesinin içinde tüm insanları rahatlıkla etkileyebilecek duruşu onu kalabalığın arasından sıyırıyordu. Kıvırcık uzun saçları her adımında ayrı zarafetle sallanıyordu. Kendisine yaklaşana kadar Yavuz gözlerini ondan ayırmadı. Aralarında sadece birkaç kişi kalmışken, kadın ansızın Yavuz’a bakmaya başladı. O da bunu fırsat bilerek, kadını beğendiğini gösteren bir şekilde gülümsedi. Aldığı cevap ise, küçümser ve alaycı bir kahkahaydı. Kadın Yavuz’dan uzaklaşarak kapıya doğru yöneldi.

Yavuz pek oralı olmamıştı. İstifinibozmadan kadının güvenlik kontrolünde işini bitirmesini bekleyip, içeride gözden kaybolunca kapıya doğru ilerledi. Onu takip ederek bu partide herhangi bir tatsızlığa sebep olmak istemezdi, değil mi?

Kapıdaki güvenlik görevlileri herkesi donuna kadar arıyordu. Bellerindeki anında ulaşabilecekleri tabancaları ve herhangi bir acil durumda kullanabilecekleri bıçakları ile böyle bir kalabalıkta bile onlara karşı koyacak olanların pek fazla şansı yoktu. Hele bir de kalabalığa da karışmış oldukları ihtimali düşünülürse…

Burada biraz diplomasi konuşacaktı.

Kapının önüne doğru yürüdü, sıranın en arkasına geçti. Heyecanlı olduğunu belli etmemek için gömlek cebinden çıkardığı sigarasını yaktı. Sigarayı yakarken gözünün önüne İsmail’in ağzında sigarasıyla görüntüsü geldi.

Önceki gece herkes çok gergindi.

Son bir haftanın koşuşturmacasından olacak, Yavuz eve geldiğinde herkesi tükenmiş halde bulmuştu. Havada çok ağır bir koku vardı, Merve ve İsmail’in yüzlerinden ne kadar stresli oldukları anlaşılıyordu. İsmail aksayabilecek şeyleri son defa kontrol ediyor, Merve de planın üstünden birkaç kez daha geçiyordu.

Yavuz bir şeyler atıştırmak için mutfağa girmişti, hiç de aç olmamasına rağmen. Masaya oturduğunda hemen Merve karşısına gelmişti. İkisi çok uzun zamandır yakın arkadaştı, neredeyse tüm hayatlarını beraber geçirmişlerdi. Arkasından üzülecek bir ailesi kalmamıştı, son tanıdığı akrabası olan amcasını on beş yaşında kaybetmişti. Kendi imkânlarıyla okumaya devam etmiş, üstün zekasıyla eğitimcilerin dikkatini çekmişti. Çalışması sonucunda üniversitede okumak için İstanbul’a gitmişti. Bu süre zarfında hep Yavuz’la mektuplaşmaktaydılar.

Birinci sınıfın sonunda Yavuz’dan acilen Ankara’ya dönmesi gerektiğini söyleyen bir mektup aldı, beraberinde tüm eşyalarını da getirmesini istemişti. O akşam aceleyle eşyalarını toplayıp, sabah yola koyulmuştu. Döndüğünde ise onu bekleyen Yavuz tamamen değişmişti. Geceleri arkandan endişelenecek birinin olmamasının verdiği rahatlıkla beraber eğlendiği, türlü çılgınlıklar yaptığı ve tehlikelere atıldığı Yavuz gitmiş, yerine karamsar, ağırbaşlı, temkinli ve sinirleri gergin bir Yavuz gelmişti. Tüm bunlara birkaç hafta önce aldığı bir mektup sebep olmuştu. Babasının eski arkadaşı ve evlerinin tesisatçısı olarak görev yapmış olan İsmail Usta, uzun uğraşlar sonucunda Yavuz’un adresini bulmuş ve yıllardır açmadığı dolabından çıkan bir anlaşmayı mektupla göndermişti. AnlaşmaYavuz’un babasıyla T.K. kısaltmasını kullanan birinin yaptığı (bir sonraki cümlede belirtilen kısım) bir anlaşmaydı. Sonucunda babası ona bazı “özel mallarını” vermişti ve karşılığında yüklümiktarda para almıştı. Yıllar sonra, anlaşmanın geçerliliği yittikten çok sonra muhtemelen bir tesisat işinde bu kâğıdı temizlik için müsvedde olarak kullanmıştı. Bir nedenle onu çantasına koyan İsmail, sonra bir daha çıkarmamıştı; ta ki bugüne kadar. Bu oldukça sıra dışı ve, ilk başta kabul etmek istemiyordu ama, yasadışı bir anlaşmaydı. Ve ilk defa Yavuz’un eline bir fırsat geçmişti. İlk defa, elinde aradığı insanları bulmasına vesile olabilecek bir ipucu vardı.Merve, bu teklifi hiç düşünmeden kabul etti ve eğitim hayatını belki de asla dönmemek üzere bıraktı. İstanbul’a bir daha asla dönmedi. Birkaç hafta sonra bir-iki gazetede tek tük haberlere çıktı: “Kayıp Öğrenci: İstanbul Katili Yeniden Mi Saldırdı?” Ancak o haberlerden birkaç gün sonra lafı edilmez oldu.

O günden beri yaptıkları çalışmalar Yavuz’u buraya getirmişti. Tam buraya, masada, Merve’nin karşısına. Merve ile sanki tek vücut halinde ilerliyorlardı, kardeş gibiydiler. Birbirlerini artık düşüncelerini okuyabilecek kadar iyi tanıyorlardı. Merve yıllar boyunca Yavuz’un kişiliğinin olgunlaşmasını ve yeteneklerini geliştirmesini gözlemlemişti, o da Merve’nin giderek o Ankara’ya döndüğünde hatırladığı neşeli, hayat dolu kızdan soğuk ve ciddi bir kadına dönüşmesini.


Bu defa karşı karşıya oturuyorlardı. Bir kez daha birbirlerinin akıllarını okuyorlardı. İkisinin de düşündüğü aynı şeydi: Bu, ilk günkü kadar olmasa da hala çılgınlıktı. Bu masa, birbirlerini son görüşleri olabilirdi. Yirmi dört saat sonra ikisi de ölmüş olabilirdi.

“Teşekkür ederim.” İlk söz Yavuz’undu.

Merve garipseyerek baktı ama suratı konuşurken hala ifadesizdi: “Ne için?”

“Her şey için.”

Merve gülümsedi hafiften, ama tamamen zorakiydi bu gülümseme. Stresten ağlıyordu. Yıllardır ilk defa bu kızı ağlarken görmüştü, onun sebebi de duygular değil yorgunluktu. Bitirince gözlerini kaldırıp Yavuz’a baktı. Yavuz tek kelime etmedi, sadece bakmaya devam etti. Gözlerinin altı mosmor olmuştu, birkaç saç teli burnunun üstüne gelmişti. Cildinde siyah noktalar ortayaçıkmıştı ve rengi solmuştu. Bu kadar genç bir insan için çok fazlaydı bunlar.

O sırada kapıdan İsmail girdi. Şapkasını çıkararak kır saçını ortaya çıkardı.

“Yapma bunu.” dedi sakin bir şekilde.

Bir an için sessizlik oldu. Yavuz kavrayamadı, her şeyi başlatan kağıdı ona veren İsmail değil miydi?

“Anlayamadım?” dedi Merve.

İsmail, tekrar Yavuz’a konuştu. “Yapma. Kendimizi kandırmayalım, bundan sağ çıkma olasılığın yok denecek kadar az. Baban onun için kahramanlık yapmanı istemezdi.”

Tekrar “Anlamadım?” dedi Merve, ancak bu defa bir soru değildi. “Yıllardır yaptığımız her şeyi boş vermemizi mi istiyorsun?”

“Sadece Yavuz’un boş yere kendini öldürtmesini istemiyorum.”

“Kesinlikle hayır, ben—”

“Aslında bir bakımdan haklı olabilir” diye konuşmaya karıştı Yavuz. “Tek başıma başarabilme şansımın yüksek olduğunu sanmıyorum. Belki İstanbul’a gidebiliriz, ya da ne bileyim, İzmir’e falan. Geçmişte suikastçıların faaliyet gösterdikleri yerlere. Diğerlerini bulabiliriz. Yardım isteriz, sonra da Ankara’ya döneriz.”

“Hayır hayır, tüm yaptıklarımızın nihai amacını bir on yıl daha erteleyecek miyiz? Siz çıldırmışsınız. Ya başkası yoksa? Ya seni anlamayıp bunun gereksiz olduğunu söylerlerse? Hayır, her şey hazır, yarın Reis Paşa Konağı’na gidiyoruz Yavuz.”

İsmail sinirlenmişti. “Allah aşkına Merve, biraz mantıklı düşün! Yapamazsa ne olacak peki? Yaptıklarımız o zaman bir halta yarayacak mı acaba?”

“Kabul edemem bunu, bunca yıldır yarın akşam için çalışıyoruz. Bir gün bile ertelemeyeceğiz. Birçok insan sadece “İmkansız” diyerek bizim geldiğimiz noktanın yarısına bile gelemezdi. Biz de, yine “İmkansız” dersek gelme potansiyelimizin olduğu yerin sadece yarısında bırakacağız. Bu mu istediğin?”

İsmail bir şey söyleyecek gibi oldu, sonra vazgeçti ve arkasını dönüp çıktı. Merve yüzünü Yavuz’a çevirerek, sinir ve rica ile karışık bir sesle konuştu: “Yapamazsın.”

Yavuz ayağa kalktı: “Biliyorum”. Sonra da tek kelime etmeden mutfaktan çıktı ve balkona, İsmail’in yanına gitti.

İsmail cebinden bir paket çıkarmış, stres sigarasını yakıyordu. Ankara’nın metropolitanlaşmaya başlayan siması bu tepeden net bir şekilde görülüyordu. Kısa bir süre Yavuz manzarayı seyrederken İsmail sigarasıyla cebelleşti. Sonunda yakmayı becerince Yavuz konuştu:

“Biliyorsun, yapamam.”

“Baban bunu istemezdi.”

“Biliyorum… Ama ben babam değilim. Babam olsam annemi de alıp Akdeniz’deki güzel köylerden birine yerleşirdim. Bu kadar çalıştık, bırakamayız.”

İsmail konuşmadı, mutsuz olacağı bir cevap almış olmasına rağmen başka türlüsünün olamayacağını biliyordu. Sigarasından bir nefes daha çekti, sonrasında kirlenmiş gömlek cebinden paketi çıkardı.

“Al bunu, ihtiyacın olabilir. Sadece seni öldürmemesine dikkat et.”

Yavuz hafiften gülümsedi ve tekrar Ankara manzarasına daldı. İsmail de sigarasını söndürüp içeri girdi.

“Sıradaki!”

Bu sözü duymasıyla Yavuz’un sigarasını söndürmesi bir olmuştu. Hızla dikkatini topladı ve güvenlik görevlilerine doğru ilerledi.

Kapıda iki yapılı adam duruyordu. Sadece kemerlerine takılı tabancaları görünmesine rağmen, Yavuz gömleklerinin altında onları birkaç mermiden koruyacak kadar sağlam bir zırh olduğuna emindi.

“Beyefendi, kollarınızı kaldırır mısınız acaba?”

Yavuz gülümseyerek, soğukkanlılıkla cebinden davetiyesini çıkardı.

“VIP. Aramanıza gerek yok, geçebilirim.”

Görevli davetiyeyi aldı. Büyük zorluklarla alınan yıpranmış kağıdı o kadar uzun süre inceledi ki Yavuz bir an için adamın olayı çaktığından şüphelendi. Öyle olsaydı bu tarihin en kısa suikastı olacaktı. Sonunda görevli davetiyeden gözünü kaldırarak konuştu:


“Sayın Aybaş’ı tanırım. Daha önce de buraya gelmişlerdi.” Yavuz’un yüreği ağzına geldi. Böyle bir ihtimali hiç aklına getirmemişti. Hızla bir şeyler düşünmesi gerekiyordu.

“Mehmet Aybaş ağabeyim olur.” dedi, yalan söylediği anlaşılmasın diye görevlinin gözlerinin içine bakarak. “Kendisi birazdan bize katılacak.”

Çok büyük bir risk almıştı, ancak görevlinin Aybaş’ın ilk adını bilmediği belliydi. Davetiyeye biraz daha baktıktan sonra, yırtılması gereken kısmı yırtarak kalanını Yavuz’a verdi. Tehditkar bir bakış attı:

“Gözüm üstünde.”

Yavuz’un şüphesi yoktu. Bir süre gözlerini adamdan ayırmadı, sonra içeri girdi. Bunu mümkün olan en kolay şekilde yapmayı umuyordu, ancak herhangi bir aksaklığa da kendini hazırlamıştı.

Kalabalığın arasından kendine yol açarak yemek büfesinin önüne geldi. Birçok insanın kapıdan girer girmez saldırdığı yer olduğu için biraz beklemek zorunda kaldı. Nihayetinde eline Avrupa tarzı tatlılardan birini alarak açığa çıktı. İlk gördüğü duvara yaslanıp etrafa göz attı.

Konak büyük ölçüde onlara söylendiğigibiydi. Tavandaki büyük avize konağın ilk katını aydınlatmaya fazlasıyla yetiyordu. Bunun yanında süs amaçlı konmuş onlarca duvar lambası ve ünlü ressamların elinden çıkmış resimler vardı. Konak yer yer sadelik, yer yer şıklık ile müthiş bir tezat içeriyordu. Zemin haricinde iki kat daha vardı, bu katlardaki balkonların herhangi bir yerinden aşağı bakan birisi salonun çoğunu görebilirdi. Aynı şekilde, odanın sağındaki sarmal, geniş ve uzun merdiven de tüm zemin katı görebilirdi. Burada şüphesiz ki, hep bir adamını tutacaktı Şafak. Tek bir anda boşluk olacaktı, o da Şafak’ın misafirleri karşılamak için orada olacağı zamandı.

Sonra odanın soluna baktı. Bu aydınlık odada fazlasıyla sırıtan simsiyah duvarın oraya konulma mantığını tam olarak anlamamıştı ama çok da rahatsız edici bir görüntü değildi. Oraya bunu isteyen tasarımcının elbette bir derdiolduğu kanısına vararak gözlerini duvarın üstündeki balkona çevirdi. Bu balkona çıkmış biri salonun ve üst katın büyük bir kısmını görebilirdi, nitekim bu görevi üstlenen bir adam da vardı.

Müzisyenler şimdi biraz daha hareketli bir parça çalmaya başlamışlardı. Birkaç çift kalabalığın açtığı boşlukta dans etme cesaretini göstermişti. Yavuz, Şafak’ın uşaklarından aldığı içkisini yudumlarken ortada en az on eş vardı. Bu uzun parçanın sonunda ise sadece üç eş enerjilerini kullanmaya devam edebiliyordu. Müzisyenler yavaş yavaş çalmayı bitirirken alkışlar başladı. Bir hayli uzun süren tebriğin eşliğinde çiftler bir kez daha kalabalığa karıştı.

Az sonra tek bir insan dışında herkes alkışlamayı kesmişti.

Bu, üst kattan aşağı bakan Doğan Şafak’ın ta kendisiydi. O da bitirdikten sonra merdivenlerin ortasına geldi.Yanındaki görevli işareti hemen anlamıştı, sessizce Şafak’ın odasına girerek kapıyı kapattı. Oradan gelebilecek tehlikeleri de önlemek lazımdı.

Şafak, elindeki içkisinden bir yudum daha aldıktan sonra, konuşmaya başladı:

“Bayanlar ve baylar, öncelikle hepiniz hoş geldiniz! Bugün, bu partiye geldiğiniz için çok teşekkür ediyorum.”

Alkışlar...

“Şafak Şirketler Grubu olarak, sürekli biraz daha büyüyoruz. Yatırımlarımızın, doğru yerlere yapıldığı her geçen gün biraz daha belli oluyor.”

Şafak konuşmaya devam etti, etti ve etti. Oradaki insanların da çok ilgisini çekmiyor olabilirdi ama en azından söylenenleri anladıkları için dinlemeye devam ediyorlardı.

Yavuz, siyah duvarın önündeki tatlı büfesine yöneldi. Güzel bir dilim Alman pastası alarak, ellerini pudralamaktan çekinmeden yemeye koyuldu. Birçok misafir uygunsuz davrandığını belirten gözlerinin hedefi olmuştu.‘Bırak baksınlar.’

Şafak, dakikalar sonunda dalga geçer gibi “Çok konuşmayı sevmem.” dedi. “Ama burada, teşekkür etmemiz gereken birisi var. Erdal Şirketler Grubu adına, Sayın Zeynep Erdal’ı yanıma çağırıyorum.”

Alkışlar eşliğinde, kırmızı gece elbisesindeki kadın merdivenlerden çıkmaya başladı. Kıvırcık saçlarından yüzü görünmüyordu, ancak Yavuz bu kadının girişte bakıştığı kadın olduğunu anlamıştı.

Önce Şafak ile el sıkıştı, ardından arkadan gelen bir uşağın elinden onun için hazırlanmış olan kadehi aldı. Misafirlere dönerek, kadehi onlara kaldırdı.

Yine alkışlar. Yüzünü Şafak’a dönerek, şirketleri için onun tarafından bizzat yazılmış özel teşekkür yazısı bulunan plaketi aldı. Bir kez daha kalabalığa dönerek gülümsedi. Alkışlar.

Basın mensupları tarafından fotoğrafları çekildikten sonra, kalabalığın çoktan sohbetlerine geri döndüğünü gördüler. Şafak sırtını merdivenin korkuluklarına dayamış, Zeynep Erdal ile bir şeyler konuşuyordu.

Yavuz balkondaki adama baktı. Hala yerinde, pür dikkat salonu gözlüyordu. Belli etmeden bıçağını açtı, sorunsuzdu. Yeniden eski yerine soktu.

Şafak konuşmasını bitirmiş, yanına gelen başka bir güvenlik görevlisiyle konuşuyordu. Korkuluklara yaslanma rahatlığından vazgeçmemişti. Erdal, kalabalığa dönerek bir şeyler söyledi, ancak uğultuda ağzının kıpırdanmasından başka bir şey anlaşılmamıştı. Bir kez daha aynı şeyi tekrarladı, ancak bir kişi bile yüzünü çevirip ona bakmadı.

Bu kez, bu genç bayandan beklenmeyecek bir sesle, avazı çıktığı kadar bağırdı:

“Hey!”

Bu öyle bir bağırıştı ki, tatlı büfesindeki narin servis tabakları sallandı. Kalabalıktaki herkes, siyah duvarın tam karşısındaki merdivende duran, bu konumuna yakışmayacak ayıbı yapan kadına döndü. Korumalar, aniden gelen bu gürültüye karşın, refleks olarak, ellerini tabancalarının kabzalarına götürmüşler, olan biteni anlamak için Erdal’a bakıyorlardı. Şafak bile kulağının dibindeki bu sesten rahatsız olmuş, hafifçe eğilerek kulaklarını kapamıştı.

Yavuz’un beklediği fırsat işte buydu: Bir anlık dikkat dağınıklığı. İnsanlar o kadar dikkatli bir şekilde Zeynep Erdal'a odaklanmıştı ki kimse onun en arkada, siyah duvara doğru koşmaya başladığını görmedi. Güvenlik görevlileri de o bağırışla bir an için ellerini silahlarına uzatmışlardı (her şey onlar için potansiyel tehditti) ve bu nedenle hiç kimse önündeki büfeye ayağını basarak siyah duvardaki ilk çıkıntıya elini attığını görmedi. Doğan Şafak'ın sadece sol gözünün küçücük bir kısmı onu görebilecek açıdaydı, o da siyah duvarla bire bir aynı renkteki kıyafeti ve ayakkabıları sayesinde bir hareketlilik olduğunu fark etmiyordu.


Her şey birkaç saniyede oldu. Sağ eliyle çıkıntıyı tutan Yavuz, sol ayağını duvara dayadı, sonra o ayaktan destek alarak elleriyle kendini yukarıya, balkonun ucuna çekti. Tam tepesindeki güvenlik görevlisi, muhtemelen dikkatini Zeynep Hanımdan ayırmasına sebep olan potansiyel tehdidi duymuştu, bu yüzden çabuk davranmalıydı. Üçüncü ve son bir hamleyle, korkuluğun tepesindeki altın kaplamalı demirlerden destek alarak kendini görevlinin üstüne attı. Elini adamın boynuna dayayarak orta parmağını geriye doğru çekti. Bıçak eti ve deriyi yararak öbür taraftan çıktı. Kanın fazla akmaması için adamın ceketinin eteklerini tutarak boynunun iki tarafında açılmış yarıklara tıktı. Pis bir işti ama etrafa fazla kan sıçramadan işi bitirmişti.

Vakit kaybetmeden, eğilerek balkonu daha yüksek olan öteki tarafa bağlayan rampada koşmaya başladı. Oradaki adamın az önce Yavuz'un balkondan yaptığı sıçrayışı gördüğünü bilmek için bakmasına gerek yoktu. O ilki kadar hazırlıksız yakalanmamıştı,ziraaz önceki bağırışın etkisi muhtemelen artık geçmişti. Köşeyi döndüğünde adam silahını çekmişti. Çabuk olmalıydı, vurulmasa bile tabancadan çıkacak kurşunun sesi tüm salonu uyarmaya ve partinin dağılmasına sebep olabilirdi. Bu nedenle, buna fırsat vermeyecek bir hızla o görevlinin de üstüne atladı, öncekine uyguladığı bütün aşamaları ona da uyguladı: Boyun, bıçak, ceket.

İsmail'in tavsiyesiyle önceden birkaç kişiyi daha öldürmüştü, zorla bilgi almak istedikleri veya yollarında bulunanlar gibi. Ona göre, eğer ki ilk öldürüşünü suikast sırasında yaparsa dikkati dağılır, konsantrasyonu bozulurdu. Belki de onun şokuyla görevini bitirmeden bırakmak isterdi. Gerçekten de, ilk öldürdüğü insan (küçük bir şirketin yaşlı bir patronuydu) günlerce rüyalarından çıkmamıştı. Sabahları terler içinde uyanıyordu, ellerine baktığında kan görüyordu, üstelik aşırı soğukkanlı bir insan olmasına rağmen yaşıyordu bunları. Az önce öldürdüğü görevli ilk olmuş olsaydı, muhtemelen şimdi şok geçiriyor olurdu. Birkaç dakika sonra, kendisini şoktan çıkamamış vaziyette Şafak’ın “özel odalarından” birinde bulurdu. İçinden İsmail’e teşekkür etti.

İşi bitince buzlu cam korkuluktaki küçük bir kırıktan çaktırmadan salona göz attı. Erdal’ın bağırışından kaynaklanan ani dikkat dağınıklığı kaybolmuş, uğultu yavaş yavaş yeniden salondaki yerini almıştı. Kadın, pek kimse tarafından dinlenmese de konuşmasını yapıyordu. Kimse saniyeler içinde gerçekleşmiş bu ölümleri fark etmiş gibi görünmüyordu. Diğer görevlilerin de dikkati başka yerlerdeydi, hiçbiri Şafak'ın durduğu merdivene bakmadığına göre onda da bir hareketlenme olmamıştı. Süper.

Bulunduğu yer, konağın kuzey cephesinin en üst katıydı. Bu pozisyonu görebilecek hiçbir nokta yoktu. Alt taraftaki cesedi yokuştan ötekinin yanına çıkardı. Halı kırmızı olduğundan anlaşılmıyor da olabilirdi, ama gördüğü kadarıyla neredeyse hiç kan dökülmemişti. Cesetleri arkadaki depoya tıkarak kapıyı iyice sıkıştırdı. Çok klasik bir numaraydı ancak bu heriflerin yokluğu fark edildiğinde Doğan Şafak çoktan ölmüş olacaktı.

Yanındaki kapıyı açarak bir yatak odasına girdi. Bir hizmetçiye ait olmasına rağmen oldukça lüks döşeli, genişçe bir odaydı. Yavuz karşı duvardaki tahta pencereyi açarak ayağını pervaza koydu. Birkaç saniye sonra vücudunun tamamı pencerenin kenarlarına tutunmuş halde dışarıdaydı.

Yağmur iyice bastırmıştı. Yavuz dikkatlice sol eli ile giysisinin siyah kapüşonunu sırtından çıkararak başına örttü. Hem artık partide yasadışı olarak bulunduğu kısma geldiği için tanınmaması gerekiyordu, bu yüzden bu antik suikastçı aksesuarını kullanma vakti gelmişti.

Pencerelere, tuğlalara, direklere tutunarak aynı hizada ilerlerken etrafına baktı. Konağın avlusuydu burası, duvarların dışında tahminen en az on adam bekliyordu. Bu da Yavuz'un dışarıdan gelişini imkânsızlaştırıyordu. Konağın çatısında da adamlar vardı, çevre binalardan gelmenin de iyi bir fikir olmadığı anlamına geliyordu bu. Tek çare, şeytanın inine dalmaktı, İsmail de durumu tahmin ederek aynen bunu önermişti. Gerçekten zeki bir adamdı.

Şimdi köşeye gelmişti. Önce sol ayağını, sonra sol kolunu ve en son da tüm vücudunu üzerinde yürümekte olduğu eşiğin köşenin öbür tarafındaki kısmına geçirdi. Artık avluyu görmüyordu, arkasında Gaziosmanpaşa’nın meşhur karanlık binalarından biri vardı. Neredeyse kıçını uzatsa yangın merdiveninin ucuna sürtecek uzaklıktaydı, binaların neden bu kadar dip dibe yapıldığını merak etti.

Az ilerisindeki pencere Şafak'ın giyinme odasına açılıyordu, hedefi burasıydı. Şafak konuşması bittikten sonra buraya gelecekti, çünkü konuşurken takımının dikiminin yanlış olduğunu anlayacaktı. Bazen Yavuz, hazır bu kadar şeyi önceden ayarlamışken herifin odasına saatli bir bomba da bırakamaz mıydık, diye düşünüyordu.

Pencere pervazına elini attı. Açık pencereden ses gelmiyordu, ne olur ne olmaz diye hafifçe kendini kaldırarak göz ucuyla odaya baktı.

Temiz.

Kendini içeri çekti ve pencereyi kapadı, böyle yağmurlu bir günde açık olması birilerine anormal gelebilirdi. Etrafına baktı, odada sadece bir ayna ve dört köşeye konulmuş dört büyük dolap vardı. Bunlardan birine saklanabilirdi. Tercihini odanın girişine yakın olanlardanyanakullandı, bu sayede kapıyı kontrol etmek daha kolay olacaktı.

Sol taraftaki kahverengi kapakları açtı ve o anda testislerine sert, metal bir cisimle vurulduğunu hissetti.

Ansızın duyduğu bu acıyla sersemleyen Yavuz, aynı noktaya gelen ikinci darbeyi tam olarak hissetmedi bile. Gözleri görememesine rağmen, darbenin gücünden ve büyük bir gürültüyle halıya devrilmesinden anladığı kadarıyla bu bir tekmeydi.

Karşısındaki öküz, girişte atlattığı korumaydı. Muhtemelen Yavuz’upartide aramış, göremeyince de Şafak'ı uyarmıştı. Ya da Şafak’ın kendisi bir şeylerin ters gittiğini anlamış olabilir miydi? Bu aşamadan sonra bunların pek bir önemi yoktu.

Kendine gelmesi uzun sürmedi, etrafına bakındı. Diğer üç dolaptan da korumalar çıkmıştı, belli ki buraya uğrayacağı tahmin edilmişti. Diğerleri yerde kalan bedeninin etrafında toplanırken, kendini yere seren adam da testislerine vurduğu sert metal cismin namlusunu ona çevirmişti. Silahını Yavuz'un yüzünden çekmeyerek odanın kapısına üç kere tıklattı.

Bu bir işaret olmalıydı. Açılan kapıdan iki tane daha koruma, arkasından da Doğan Şafak girdi. Yüzünde en ufak bir duygu yoktu, ne öfke ne korku ne de memnuniyet. Doğru olan da buydu zaten, belli edeceği her duyguyu suikastçı ona karşı kullanabilirdi.

Bir an için göz göze geldiler. Yavuz ilk defa bu piçin yüzüne bu kadar yakından bakma fırsatı bulmuştu. Saçlarında yer yer ağarmalar, yüzünde de kırışıklıklar vardı, ama onun yaşındaki bir adama göre oldukça iyi durumdaydı. Yavuz belli etmeden bıçağının saklı olup olmadığını kontrol etti. Kolunu kaldırıp saplayacak güçte değildi ama belli olmamasını tercih ederdi.

Şafak hızlı adımlarla ona doğru yürüyerek eğildi, Yavuz, yüzü yaklaşırken biraz daha tiksindi. Başının arkasından tutarak kafasını kaldırdı, muhtemelen başlığının olup olmadığına bakmıştı. Aradığı şeyin orada olduğunu görünce yüz ifadesi hemen değişti, artık ifadesizliği öfkeye dönmüştü. Hızlı bir ayak hareketiyle Yavuz'un sağ bileğini sıkıştırdı. Belli ki suikastçıların oyuncakları konusunda detaylı bilgisi vardı.

"Kimsin sen suikastçı?!" diye bağırdı yüzüne, gelen tükürüklerden dolayı Yavuz’un gözlerini kısması gerekti.

Bilgi vermesine gerek yoktu. Bırak bağırsın.

Elinde silah olan korumaya bir el hareketi yaptı, tetiği çekeceğini sanan Yavuz'un bir an için yüreği ağzına geldi. Ama adam onun yerine tabancanın kabzasıyla Yavuz'un burnuna vurdu. Çıkan sesten burnunun yer değiştirdiğini anlaşılıyordu.

Beş yıl önce de bir mafya burnunu yamultmuştu. Korumanın ters taraftan vurup yüzünün simetrisini geri getirdiğini ümit etti.

Yavuz gülmeye başladı, alaycı bir gülüştü bu. Ağzına hem boğazından hem de dudağının üstünden kan geliyordu.

"Seni öldüreceğimi biliyorsun değil mi, suikastçı?"

"Evet, suikastçılarla olan geçmişini çok iyi biliyorum." dedi Yavuz, bu imayı Şafak çok iyi anlamıştı. "İşin komiği ne biliyor musun? Ben burada, ayaklarının dibinde yatarken aşağıdaki partide seni öldürmek için bekleyen başka bir suikastçı serbestçe dolaşıyor. Ve muhtemelen kim olduğunu asla öğrenemeyeceksin."

Şafak'ın beti benzi attı. İsmail'in herifin suikastçı paranoyasını kendisine karşı kullanma planı işe yaramıştı. Yavaşça açık olan kapıyı işaret etti, adamlarından biri mesajı alarak dışarı çıktı, kapıyı da arkasından kapattı.

"Girişte başka bir anormallik oldu mu gözüne çarpan?" diye sordu silahı tutan korumaya.

"Hayır efendim."

"Herhangi bir şey, isim karışıklığı veya yanlış davetiye falan?"

"Her şey normaldi."

Şafak iç çekti. Zeki bir adamdı ve insanların söyleyiş tarzından yalan mı doğru mu konuştuklarını anlayabilirdi. Bu defa da Yavuz'un blöf yapmadığını anlamıştı.

"Çatıdaki ve balkondakilerle iletişime geç, bir sorun olup olmadığını öğren. Sokaktaki herkesi de tetikte olmaları konusunda uyar. Sana gelince..." Başka bir fedaiye baktı.

"Konuşturayım mı?" diye sordu Şafak’ın konuştuğu sarı saçlı adam.

"Hayır hayır, sonra yaparız. Herkese içeride ve dışarıda ihtiyacım olacak." Gözünü adamdan Yavuz'a çevirdi. "Onu aşağı götür. Penceresi olmayan odalardan birine kilitle. Direnirse silahını kullanmaktan çekinme, risk alma ama boş yere de kullanma, sonraları bize çok faydalı bilgiler vereceğine inanıyorum. Güvenliğinden emin olunca salonda diğerlerine katıl."

Şafak başını öne eğdi, ellerini gözlerine götürdü. Birkaç saniye sonra toparlandı. "Konuşmayı ben yaparım. Siz kimsenin girip çıkmadığından emin olun."

"Partiyi dağıtacak mısınız efendim?"

"Başka şansım var mı?" Cevabı biliniyordu. "Boşta olan herkes salona gelsin, birazdan onlara bilgilendirme yapacağım. Muhammed, hadi."

Sarışın onaylar biçimde başını sallayarak Yavuz’a yöneldi. Ensesinden tutup onu sürüklemeye başladığında, Şafak ve diğer dört adam koridora çıkmıştı bile.

Onlar da arkalarından çıktılar, ama ilk dönüşte ayrıldılar. Alttaki partiden hala belli belirsiz bir uğultu geliyordu. Müzisyenler yavaşlamıştı, şimdi herkesin iş konuştuğu zamanlardı. Balkondan bakmaya çalışsa da, aşağıdan görülmemesi için Sarışın onu korkuluklardan uzak tarafında tutuyordu.

Bir kapının önüne geldiler. Adam onu yere attı, ayağıyla da sağ bileğini ezdi. Yavuz acı içinde bağırdı ancak bu kadar içte, bu gürültüde kimse onu duyamazdı. Muhammed risk almak istemediği için bunu yapmıştı ama Yavuz'un zaten elini kaldıracak hali yoktu. Adam kemerinden bir anahtar çıkarıp kapıyı açtı.

Uzun zamandır kullanılmıyor olacaktı, zira içeriye sızan ışıkta odayı kaplayan yoğun toz tabakası belli oluyordu. Sarışın, tepedeki küçük ampulün anahtarına bastığında buranın aslında bir yedek merdivene açılan oda olduğunu gördü, muhtemelen direkt olarak "aşağıya" iniyordu. Yakasından çekilerek merdivende sürüklenirken, duvarları boyama zahmetine katlanılmadığını farketti. Odada gri olmayan tek şey, yılların birikimiyle oluşmuş, zamanla kahverengileşmiş kan izleriydi. Yavuz, burnundan düşen bir damlanın da bu dokuya katıldığını gördü.

Sarışın onu yakasından tutarak merdivenlerden sürüklemeye devam etti. Ayakları köşelere çarpa çarpa inerken, her basamaktaki sarsıntıyla birlikte dişlerini istemsizce birbirine gömüyordu. Uzunca bir süre (tahminen üç kat kadar) indiler. Sonunda vücudu bir zemine yığılınca Yavuz "aşağıya" geldiklerini fark etti. Sarışının tepedeki ampulü yakmasıyla etraf görünür oldu.

Bulunduğu yerde görülecek pek fazla şey olduğu da söylenemezdi. Yine merdiven gibi gri, boyasız, bu konağın unutulmuş odalarından biriydi. Kenara konulmuş plastik sandalye bile beyazdı. Odada renk paletini zenginleştiren tek öge, yılların etkisiyle rengi solmuş bir kapıydı.

Muhtemelen gideceği yer de orasıydı.

Doğru tahmin. Kapıyı açan Muhammed, Yavuz'u ensesinden tutarak kapının ardındaki odaya fırlattı. Kafasını duvara çarpıp çarpmadığını bilmiyordu, o kadar sersemlemişti ki yerden birkaç santim yüksekte hareket ettiğini fark etmeden fırlatıldığını bile anlamamıştı.

Kapı arkasından kapandı ve kilitlenme sesi duyuldu. Yavuz kenara bağdaş kurarak oturdu, gözlerini duvardaki loş ışığa dikti. İsmail ona yakalanma ihtimalinin yüksek olduğunu söylemiş ve bu ihtimale karşı ikinci bir plan yapmıştı. Yavuz, yine adamın ileri görüşlülüğüne hayranlık duyduğunu hissetti. Zaten her şeyi on dakikada bitirebileceğini düşünmek biraz iyimser olmuştu.

(Assassin's Creed: Davet 2. bölümüyle devam ediyor)

YORUMLAR
Parolamı Unuttum