Yazımızın geçen haftaki kısmındaDeus Ex oyunlarının geçtiği dünya hakkında bilgi vermiş ve ilk oyunu bitirmiştik. Geriye iki tane oyuncuk kaldı: Invisible War ve Human Revolution.
Bunlarda da neler olup bittiğini öğrendikten sonra Mankind Divided’a tam donanımlı olarak başlamamız için önünüzde hiçbir engel kalmamış olacak.
Haydi bakalım, ilk olarak Invisible War ile başlıyoruz.
Deus Ex: Invisible War (2072)
Şimdi öncelikle Invisible War başlayana kadar yaşanan olayları bilmemiz lazım, çünkü arada geçen koskoca 20 sene var. Hatırlarsanız Deus Ex’in sonunda karşımıza üç ayrı seçenek çıkıyor ve hangi sonuç bize daha mantıklı geliyorsa oyunu o şekilde bitirebiliyorduk. Invisible War çıkış noktası olarak Deus Ex’in sonlarının bir birleşiminin meydana gelmiş olduğunu varsayıyor. Buna göre JC Denton “Görünmez El” sonundaki gibi Bob Page’i öldürmüş, “Hayırsever Diktatör” sonundaki gibi Helios ile birleşmiş ve “Yeni Karanlık Çağ” sonundaki gibi Area 51’i yok etmiştir. Bunların ilk ikisinin öyle pek dramatik etkileri olmadı elbette ama sonuncusu isminden de anlaşılacağı üzere insanlık adına kötü bir sondu: Area 51’in yok oluşu Büyük Çöküş (yani Great Collapse) denilen bir dönemin başlamasına neden oldu.
Nedir peki bu Büyük Çöküş? JC Denton tüm iletişimin ve Aquinas ağının merkezi olan Area 51’i yok ettiğinde İnternet de ortadan kalkmış, savaşlar şiddetlenmiş ve dünya ekonomik bir buhranın içine çekilmişti. Çöküş’ün ardından ticari hava ulaşımı neredeyse durma noktasına geldiğinden bölgeler arası ulaşım inanılmaz yavaşlamıştı ve uzaklara seyahat etmenin tek yolu özel pilot tutmaktı. Illuminati, ülkeler ve insanlar üzerindeki hakimiyetini tamamen kaybetmişti, JC ve Paul Denton ise artık hükümetleri korumayacak kadar güçsüzdü. Yeni dünya düzeninin peşinde olan organizasyonlar aradan geçen yirmi yıl boyunca güçlerini toparlamaya çalışmışlardı ve vakti geldiğinde dünyaya hakim olmak için gerekli olan adımları atacaklardı.
Order Kilisesi
Invisible War’un başlarında Illuminati’nin iki farklı kukla organizasyon yoluyla politik sahnede gücünü göstermeye başladığını görüyoruz. Bunlardan biri toplumu ve mali yapıyı onarmak adına ön plana çıkan, sosyo-ekonomik bir güce sahip Dünya Ticaret Organizasyonu (WTO), diğeri ise Çöküş sırasında ailelerini ve sevdiklerini kaybetmiş olanlara destek ve yardımda bulunmak adına kurulmuş olan din odaklı Order Kilisesi. Bunlar her ne kadar birbirine son derece zıt görünen iki organizasyon olsalar da aslında her ikisi de Illuminati’nin hayatta kalan üyelerinin kontrolü altındaydı: WTO başkanı Chad Dumier (ki kendisi Silüet’in eski liderlerindendir) ve onun sevgilisi, Kilise’nin bir numaralı ismi Nicolette DuClare (bu isim geçen haftaki yazıdan tanıdık gelmiştir). Dışarıdan birbirleriyle çatışma içinde görünen bu organizasyonlar aslında çok sağlam bir mantığa dayanıyordu: Çöküş’ün ardından toplum tek bir kontrol mercisinin altında olmaya ters tepki verebilirdi. Gözünü paraya, kara ve teknolojiye dikenler WTO’ya, huzur ve manevi tatmin isteyenler ise Order’a kayacak ve bir kez daha Illuminati’nin kontrolü altına gireceklerdi. Chad ve Nicolette’in nihai amacı JC ve Paul Denton’un nanoteknoloji araştırmalarını çalmak, böylece Illuminati’nin perde arkasındaki kontrolünü merkezleştirerek tüm dünyaya yaymaktı.
Bu sırada JC ve Paul’ün insanlık için düşünceleri çok farklıydı; insanların Illuminati’nin vaat ettiği sözde özgürlük yerine gerçek özgürlüğe sahip olmasını istiyorlardı. Biyoteknolojik geliştirmeler sayesinde insanların mükemmel sağlığa, üretkenliğe ve zeka keskinliğine sahip olabileceklerini biliyorlardı. Birbirine denk mükemmellikteki insanlardan oluşan bir toplum ütopik bir medeniyetin ortaya çıkmasını sağlayacaktı. Aslında ne kadar da hoş bir düşünce, değil mi? Bu amaçla dünyanın dört bir yanındaki gizli tesislerde teknoloji geliştiren bir yeraltı grubu kurdular ve ismine ApostleCorp koydular. Invisible War başladığında JC ve Paul’ün denklemden çıkmış olduğunu görüyorduk. Helios ile tam olarak birleşmeyi başaramayan JC bitkisel hayata girmiş ve Antarktika’daki gizli bir tesiste tutuluyordu; Paul ise Kahire’deki bir ApostleCorp laboratuarında donmuş halde saklanıyordu.
Invisible War’un güç denklemindeki üçüncü isim Order’ın radikal ve bağımsız bir kolu olan Tapınakçılar (Templars). Bunlar Çöküş’ün teknolojinin hatalı kullanımı nedeniyle meydana geldiğini düşündüklerinden nanoteknolojik gelişimleri yok etmek istiyorlar. Luminon Saman önderliğindeki bu grup, modifikasyon geçirmiş insanların ve bu garabeti kabullenen toplulukların peşine düşüp dehşet saçıyor. Nihai amacı da JC ve Paul Denton’un yanı sıra yaratmış oldukları her şeyi de yok etmek.
Omar Tüccarı
Bilmemiz gereken son isim ise Omar. Tüccarların kurduğu bu gizli grup karaborsa biyomodları gibi yasadışı mal satışıyla acayip karlar elde etme peşinde. Politikayla pek bir ilgileri yok ama yine de oyun boyunca vereceğiniz kararlarda dikkate almanız gereken bir grup.
Ve gelelim ana kahramanımıza: Alex D. Alex, JC’nin (ve dolayısıyla Paul Denton’ın) Area 51’deki klonlama bölmesinde hayata gelmiş olan deneysel klonu. Hatırlarsanız Deus Ex’te Area 51’i dolaşırken bu bölmeyi görüyorduk ama içi boştu. Meğer Alex D. daha Deus Ex’teki olaylardan bile önce, 5 yaşındayken Area 51’den çıkarılmış. Bunu kimin yaptığına dair bir bilgi olmasa da Alex’in Şikago’daki Tarsus Akademisi’nde ApostleCorp tarafından büyütüldüğünü ve biyoteknolojik geliştirmelere açık olduğunu biliyoruz.
Invisible War’u Deus Ex’ten ayıran en önemli özellik işte bu gruplar olacak. Başlangıçta iki grup olsa da oyunda ilerledikçe diğerlerinin de dikkatini çekeceksiniz. Neredeyse her görevde bu grupların birbirine yakın hedefleri var ve siz de yapacağınız seçimlerle bu gruplara olan sadakatinizi kanıtlıyorsunuz. Yani kimse direkt olarak sizi kullanamıyor, ilk oyunun aksine bu sefer hangi grup için mücadele ettiğinizi tamamen siz seçiyorsunuz.
Ayrıca Invisible War lineer olmayan bir oynanışa sahip olduğundan burada okuduğunuz bazı şeyleri oyun sırasında görmemiş bile olabilirsiniz, çünkü hikayenin şekillenişi bizim verdiğimiz kararlar ve seçtiğimiz ittifaklar sonucunda şekillenmişti. O yüzden daha çok ana hikayeyi anlatmakla yetinmek daha doğru olacak.
Oyunun hemen başında Akademi’ye bir terörist saldırı düzenlenmiş ve bu saldırıda kullanılan nanit patlayıcı Şikago’yu tamamen yok etmişti. Alex D., diğer bir Tarsus öğrencisi olan Billie Adams ve bazı Tarsus liderleri kaçmayı başarmış ve Seattle’daki karargaha ulaşmışlardı. Burası da kısa süre içinde saldırıya uğramıştı ve bu sefer saldırıyı düzenleyen OrderKilisesi’ydi. Bu sırada Billie de Alex ile irtibata geçmiş ve kendisinin aslında bir Order üyesi olduğunu itiraf etmişti. Billie bir gizli ajandı, Tarsus’un öğrenciler üzerinde gizli biyomodifikasyon deneyleri yaptığını iddia ediyordu ve Alex’in Order’a katılmasını istemişti.
Şikago'nun Yok Edilişi
Seattle’daki Order üssüne gittiğimizde örgütün iki numaralı ismi olan Lin-May Chen ile tanışmıştık. Bize verdiği görev Tarsus tesislerinden birine bir kurtarma görevi düzenleyen Order askerlerinin başına ne geldiğini bulmamızdı. Keşfediyorduk ki bu grup sorunları askeri yolla çözmeyi tercih eden Tapınakçıların etkisi altına girmişti.
WTO’nun iki numaralı ismi Donna Morgan bizden kulaklarına gelen bazı rivayetler için araştırma yapmamızı istemişti ve bu rivayetlerin kaynağında da yine Tapınakçılar vardı. Şikago’nun yok olmasının sebebi Tarsus Akademisi’ni hedef alan Tapınakçılardı. Oyunun bir noktasında Saman ile tanışıyorduk ve o esnada artık Billie de onlara katılmıştı. Saman bizi de biyomodları yok etmekte kendilerine katılmamız için ikna etmeye çalışmıştı.
Aslında söylentiler doğruydu. Paul Denton tarafından kurulan ApostleCorp gerçekten de öğrencileri üzerinde biyomodifikasyon deneyleri yapıyordu. ApostleCorp’un tek amacı tüm insanların biyolojik olarak modifiye edilmesi ve böylece huzurlu bir uygarlığa ulaşılmasıydı. Alex Almanya’da Trier bölgesindeki ApostleCorp tesisinin lideri olan Tracer Tong ile tanışmış ve ondan bu örgütün hedefleri hakkında detaylı bilgi almıştı. Yine burada JC ve Paul’ün başına ne geldiğini öğrenmiştik; test edilen biyomodlardan biri henüz mükemmelleştirilmemiş olduğundan Paul’un vücudu buna şiddetli biçimde tepki vermiş ve dondurulmak zorunda kalınmıştı. Yine Trier’de Chad Dumier ve Nicolette DuClare’den Illuminati hakkında önemli bilgiler edinmiştik.
Hikaye nihayetinde bizi Antarktika’ya sürüklemişti, amacımız JC’yi düzeltmek ve eski haline döndürmekti. Burada Billie bir kez daha karşımıza çıkacaktı ve önümüzde üç seçenek olacaktı: onu ya öldürecektik, ya bayıltacaktık ya da yüzleşmeden kaçacaktık. Eğer öldürmezsek daha sonra bir kez daha karşımıza çıkacaktı ve Tapınakçılarla ilgili daha önce yapmış olduğumuz eylemlerin içeriğine bağlı olarak dost veya düşman olacaktı.
Billie’yi aşan ana karakterimiz JC’yi hayata döndürmeyi başarmıştı. JC Tong ve Nassif’in ApostleCorp’un hedefleriyle ilgili verdiği bilgileri teyit etmişti ve bizden kaçırılmış olan Paul’u kurtarmamızı istemişti.
Paul’ü kurtarmak için Kahire’ye gittiğimizde oyunun sonunu etkileyecek çok önemli seçimlerden biriyle daha karşı karşıya kalmıştık. Kanımızı Tapınakçılara vererek biyomodifikasyon denen şeyi tamamen ortadan kaldırabilecek, Illuminati’nin isteği üzerine yaşam desteğini keserek Paul’ü öldürebilecek veya JC’nin istediği gibi Paul’u kurtarabilecektik.
Son görev için Liberty Island’a gittiğimizde ilk oyunda dünyadaki ağları kontrol etmek üzere Majestic 12 tarafından kullanılan Aquinas Protokolü hakkında her şeyi öğrenmiştik. Buraya kadar karşılaştığımız tüm gruplar protokolü kendileri için istiyorlardı, çünkü bu protokole sahip olmak tüm iletişimi kontrol altına almak anlamına geliyordu. Protokolü kime gönderdiğimiz oyunun sonunu doğrudan etkileyen ve biri gizli olmak üzere beş sondan hangisini göreceğimizi belirleyen bir karardı ve bu sonlar şu şekildeydi.
Helios’un insan üstü uygarlığı: Paul Denton’u kurtarmış, Aquinas Protokolünü Paul ve JC Denton’a göndermiş ve infüzyon bölmesine girmiştik. Bu sonda izlediğimiz videoda Alex Denton’un mükemmelleştirdiği nanitler dünyadaki tüm insanlara dağıtılmıştı ve Helios Özgürlük Adası’nda toplanmış kalabalığa insanlığın geleceğinin ne kadar parlak olduğunu anlatıyordu. Bu yeni dünya herşeyi gören ve bilen bu yapay zeka tarafından idare ediliyordu. Bunun aslında iyi bir son olduğunu söyleyebiliriz. Helios’un da dediği gibi: “Zihninizi herkesle paylaşın. Kendinizi açın. Sizin ihtiyaçlarınız herkesin ihtiyacı. Var olan tek sınır kendinizsiniz.”
Illuminati kontrolünde bir dünya: Kanımızı Dr. Todd’a vermemiş, Paul’ü öldürmüş ve Aquinas protokolünü Illuminati’ye göndermiştik. Bu sonda izlediğimiz videoda Illuminati’nin Aquinas kontrol sistemini görüyorduk ve görüntüye iki Illuminati askeri eşliğinde Chad Dumier giriyordu. Tüm insanlar Ophelia ismindeki yörünge platformu tarafından izlenmekteydi. Illuminati tüm iletişimi elinde tutuyordu, gizlice dünya ekonomisini ve toplumu yönlendiriyor ve insanlara sahte bir düzen hissiyatı içinde yaşama imkanı sunuyordu. Çünkü cehalet mutluluktu.
Tapınakçıların haçlı seferi: Paul’ün buzlarını çözmemiştik, kanımızı Dr. Todd’a vermiş ve Aquinas protokolünü de Tapınakçılara göndermiştik. Bu sonda Saman zafer çığlıkları atıyor, tüm dünyayı temizlediklerini haykırıyordu. Bu videoda aralarında bir Gri’nin de bulunduğu, iple asılarak öldürülmüş cesetler görüyorduk ve Saman’ın ve onun Tapınakçı müritlerinin coşkulu tezahüratlarını dinliyorduk. Bu bence seçebileceğimiz en kötü sonlardan biriydi, yazık değil mi modifiyeli insancıklara?
Omar'dan İndirim
Omar’la dünyanın sonu: Özgürlük Adası’nda tüm grup liderlerini öldürmüştük. Bu son bence en kötü sondu, çünkü bir öncekinden daha da büyük bir Çöküş yaşanmıştı. Savaşlar ikiyüz yıl boyunca devam etmiş, nükleer bombalar yüzünden dünyada yaşam neredeyse sona ermişti. Geriye kalan şey evrimin bir mucizesiydi, hayatta kalan bu varlıklar sadece bu yeni Dünya’da yaşamaya devam etmekle kalmayacak, uzayın en ıssız köşelerinde de medeniyet kurabileceklerdi. Bu videoda gördüğümüz şey Omar’dı ve uzayda kolonileşme devrini başlatacaktı. İnsanlık öldükten sonra koloniyi ne yapacaksak…
Mutlu son: Aslında bu son oyunun gerçek sonu olarak bilinen bir paskalya yumurtası. Bu sona ulaşmak için Aquinas protokolünü kimseye göndermemiştik. UNATCO binasına girmiş ve yıkılmış duvarın yan tarafında bulunan bayrağı almıştık. Elimizde bayrağı taşıyarak orta kattaki tuvalete girmiş ve yine bayrak elimizdeyken tuvaletin sifonunu çekmiştik. Bunu yaptığımızda ‘And Now For The REAL Endgame’ mesajı eşliğinde Club Vox’a ışınlanmış ve bu gece kulübünde bir çok tanıdık karakterin dans ediyor olduğunu görmüştük. Savaşlar, komplolar, teoriler, hepsi geride kalmıştı. Hayat bize güzeldi.
Deus Ex: The Human Revolution (2027)
Invisible War’un keskin sonlarından sonra hikayeyi o doğrultuda nasıl ilerletmişler diye düşünmenize gerek yok; çünkü dördüncü oyun olan Human Revolution bizi geleceğe değil, geçmişe götürmüştü.
Human Revolution bize ilk oyun olan Deus Ex’ten 25 yıl öncesini anlatıyordu (dolayısıyla kronolojik olarak serinin ilk oyunu olmuş oluyor aslında). Bu dönemde henüz ileri seviyede nanoteknolojik güçlendirmeler mümkün değildi, bunun yerine insanlara mekanik güçlendirmeler yapılıyordu. Bu sefer Adam Jensen rolündeydik; Sarif Industries adına çalışıyorduk ve bir güvenlik danışmanıydık.
Adam Jensen
Oyunun başında Adam’ın eski kız arkadaşı Megan Reed’in Ulusal Bilim Toplantısında devrim yaratacak bir buluşu açıklayacağını öğrenmiştik. Buna göre artık insanlar reddetmeyi engelleyici ilaçlar kullanmadan kendilerini mekanik geliştirmeler ile güçlendirebileceklerdi. İnsanların bu ilaçları kullanmak zorunda kalmasının sebeplerine pek girmek istemiyorum, son derece teknik konular çünkü. Ama özetleyecek olursak insanlara mekanik ekler yerleştirmek kolay iş değildi, vücut hareketleri sonucunda mekanik parçalar etraflarındaki dokulara zarar verebiliyor ve cihazın çalışması da bundan etkileniyordu. Bunun önüne geçmek için organik malzemelerden yapılan bir biyoçip kullanılmaya başladı. Bu biyoçipteki sorun ise gliyal doku oluşmasıydı ve bu vücuttaki cytotoxic-M ve DDS-y enzim seviyelerinin yükselmesine ve vücudun bu ekleri reddetmesine neden oluyordu. Darrow Eksikliği Sendromu olarak bilinen bu sağlık sorununun önüne geçmenin tek yolu gliyal dokuyu parçalayan Neuropozyne ismindeki ilacı kullanmaktı. Bu durumun tümden önüne geçebilmenin bilimsel anlamda ne büyük bir çığır açacağını anlamış olmalısınız.
Neyse bu kadar ön bilgiden sonra hikayemize dönelim. Sarıf Industries CEO’su David Sarif ile Adam aralarında toplantı yaparken firma saldırıya uğradı. Saldırıyı yoğun biçimde mekanik geliştirme ile güçlendirilmiş üç paralı asker ve onların yönettiği ağır silahlı askerler düzenlemişti. Adam’ın ilk düşüncesi Megan’ı kurtarmaktı ama bu sırada paralı askerlerinin lideri Jaron Namir tarafından yakalandı, feci şekilde dövüldü ve başından vuruldu.
Bu paralı askerlerin kurduğu örgütün isminin Tyrants olduğunu daha sonra öğrenecektik. Tabi ki Adam ana karakterimiz olduğu için ölmedi, Sarif sağolsun, vücuduna eklenen ciddi mekanik geliştirmeler sayesinde hayata tutunmayı başardı. Artık eskisinden de iyi durumdaydık. Bu saldırının arkasındaki isim aslında diğer oyunlardan tanıdığımız bir isimdi: Bob Page ve Illuminati.
Sarif Industries’in Neuropozyne’e alternatif bir çözüm açıklayacağını duyan Page mekanik olarak geliştirilmiş bir Black Ops ekibi olan Tyrants’a SI laboratuarlarına saldırı emri vermişti. Cesetler yakılacak, böylece kimsenin tanınmaması sağlanacaktı. Güya Megan Reed ve diğer önemli araştırmacılar ortadan kaldırılmış olacaktı.
Adam'ın Acısı
Bir süre sonra Adam tekrar görevinin başındaydı ve Sarif’in Milwaukee Junction üretim fabrikasındaki bir rehine krizine müdahale etmesi gerekiyordu. Purity First ismindeki mekanik geliştirme karşıtı bu terörist grubun henüz deneysel aşamadaki Typhoon Explosive System’in peşinde olduğu düşünülüyordu. Şüpheler doğru çıkmıştı: Adam Purify First üniforması giyen, mekanik geliştirmeli birini Typhoon’u çalmaya çalışırken yakaladı. Ne yazık ki bu kişiyi sorgulayamayacaktı, çünkü eleman bir yandan yardım için yalvarırken kendini kafasından vurarak intihar etti. Daha sonra Purify First lideri Zeke Sanders ile karşılaştığımızda bu kişiden haberi olmadığını söyleyecekti, yani işin içinde üçüncü bir grup vardı. Resmi polis raporları mekanik geliştirmelerden bahsetmiyordu ve birileri olayın üstünü örtmeye çalışıyordu.
Cesedi incelemek için Detroit Polis Merkezine gittiğimizde gerek bizim firmaya yapılan saldırının, gerekse fabrikada meydana gelen bu olayın bir hükümet yetkilisi olan Joseph Manderley tarafından gizlenmeye çalıştığını öğrendik. Firmamızın siber-güvenlik şefi Francis Pritchard cesetten aldığımız sinir merkezini inceledi ve ölen adamın dışarıdan kontrol edildiğini gözler önüne serdi. Kontrol sinyallerinin kaynağı terk edilmiş bir fabrika kompleksiydi. Buraya gittiğimizde Sarif Industries’e saldıran paralı askerleri gördük. Tesiste ilerledik ve burasının aslında FEMA tarafından işletilen gizli bir yeraltı kampı olduğunu öğrendik. FEMA, yani Federal Acil Durum Yönetimi Teşkilatı bir hükümet kuruluşuydu. Burada mekanik paralı askerlerden biri olan Lawrence Barrett tarafından fark edildik ve onu bir güzel benzettikten sonra haliyle FEMA’nın neden Sarif’in peşinde olduğunu sorduk. Aldığımız cevap korkutucuydu; FEMA’dan daha beter düşmanlarınız var demişti Barrett. El bombalarını patlatarak kendini ve bizi öldürmeye çalışmadan önce Çin’deki Hengsha Adası’nda yer alan bir adres verdi, biz patlamadan kurtulmayı başardık ama zavallı adamcağız o kadar şanslı değildi.
Tong
Hengsha’ya gittiğimizde hedefimizdeki binanın özel bir paralı asker firması olan Belltower Associates tarafından korunduğunu gördük. Yine de binaya sızmayı başardık ve Milwaukee’deki elemanı kontrol eden Arie van Bruggen’in (diğer adıyla Windmill) burada oturduğunu öğrendik. Windmill, Triad suç örgütünün patronu Tong Si Hong’un yardımıyla kaçmıştı. Tong’un sahibi olduğu gece kulübü The Hive’da yaptığımız inceleme sonucunda bu bilgisayar korsanının yerini bulduk. Windmill’i sorguya çektiğimizde ise onu görevlendirenin Sarif’in baş rakibi olan Tai Yong Medical firmasının CEO’su Zhao Yun Ru olduğunu öğrendik. Olay dışarıdan iki rakip firmanın birbirinin işini baltalamaya çalışması gibi görünüyordu.
Zhao ucunun kendisine dokunacağını bildiğinden Belltower’a Windmill’i öldürme emri vermişti.
Böyle birşeyin olabileceğini bilen Windmill ise kendince bir sigorta önlemi almış ve Zhao ile diyaloglarının bir kopyasını saklamıştı. Bu kaydı almak için Tai Yong Medical’in üssüne girdik ve izlediğimizde büyük bir şaşkınlık yaşadık: Sarif Industries’te öldürüldüğünü düşündüğümüz bilimadamları ve Megan Reed aslında hayattaydı, yalnızca implantları etkisiz hale getirilmiş ve takip edilememeleri sağlanmıştı. İşin içinde dünyanın en büyük medya holdingi olan Picus TV’nin baş haber sunucusu Eliza Cassan da bulunuyordu.
Eliza ile yüzleşmeye Montreal’e gittik ama Eliza diye konuştuğumuz şeyin bir hologram ve bunun bir tuzak olduğunu fark etmemiz kolay olmadı. Binayı basan askerlerden kaçarak hologramın sinyaline ulaştık ve Eliza’nın aslında bir yapay zeka olduğunu keşfettik. Eliza’nın görevi medya yoluyla insanların beyinlerini yıkamak, algı yönetimi yaparak halkın olaylara bakış açısını değiştirmekti. Burada bir diğer mekanik paralı asker Yelena Fedorova ile savaştık ve Eliza’dan Reed ve diğerlerinin implantlarını çıkarak doktorun ismini öğrendik.
Aradığımız kişi mekanik-karşıtı barışçıl Humanity Front örgütünün lideri William Taggart’ın yaveri doktor Isaias Sandoval’dı. Adam Taggart’ın konuşma yapacağı Detroit’e giderken Sarif tüm bu olayların ardında Illuminati’nin olduğu düşüncesini Adam’la paylaştı. Taggart’ın Sandoval’ın yaptıklarından haberi yoktu ve kendini kandırılmış hissediyordu. Sandoval’ın evine gittiğimizde Purity First üyeleriyle dolu gizli bir sığınak bulmuştuk. Sandoval, Humanity Front örgütünün içine sızmış bir Purity First ajanıydı. Hapse düşmekten korkan Sandoval bülbül gibi öttü, implantları çıkarmadıklarını, yalnızca frekanslarını değiştirdiklerini itiraf etti. Pritchard bu implantlardan Vasili Sevchenko’ya ait olanı takip etmeyi başardı ve bizi Hensha’ya yönlendirdi.
Humanty Front Kongresi
Belltower tüm gücüyle bizim peşimizdeydi, adaya varmadan hemen önce VTOL uçağımız düşürüldü. Yine de sinyali takip etmeye devam ettik ve kendimizi Tong Si Hung’un karşısında bulduk. Sevchenko’nun kolunu kullanıyordu; Tong cesedi Belltower’dan satın aldığını itiraf etti. Zaten Belltower ile arası iyi değildi, bu yüzden Belltower’ın gemilerinden birinin yerini söyledi ve yanımıza bir de bomba verdi sağolsun. Bombayı patlattık ve yüksek teknoloji ürünü bir uyutma kabininde saklandık.
Uyandığımızda Singapur’daki biyoteknoloji araştırma merkezi Omega Ranch’teydik. Burada Sarif bilimadamlarından bazılarını bulduk ve onlardan Illuminati’nin dünyadaki tüm mekanik geliştirilmiş insanlara uygulanacak bir ‘Acil Durum Şalteri’ yarattığını öğrendik. Böylece mekanik geliştirilmiş insanlar Illuminati’nin sözünden dışarı çıkamayacaklardı, aksi halde Illuminati şalteri indirip bu insanları anında öldürebilecekti. Burada yüzleştiğimiz Zhao bu durumu itiraf etti ve elindeki uzaktan kumandayı kullanarak geliştirmelerimizi etkisiz hale getirmeye çalıştı. Eğer oyunda kendimize yeni biyoçiplerden alırsak bunda başarılı oluyordu, yapılan onca “çiplerinizi ücretsiz yeniliyoruz” reklamının ardında böylesine sinsi bir plan vardı yani.
Zhao’nun bizi öldürmesi için üzerimize yolladığı Namir’i öldürdükten sonra Megan Reed’i bulduk ve bu tesisin mekanik geliştirme teknolojisinin yaratıcısı, Nobel ödüllü milyarder Hugh Darrow’a ait olduğunu öğrendik. Darrow küresel ısınmayı durdurmayı amaç edinmiş geo-mühendislik tesisi Panchaea’daydı. Ayrıca Megan büyük buluşunun arkasındaki sırrı da burada bize söyleyip bir nevi günah çıkarmış oldu.
Biz bu konuşmaları yaparken Darrow Panchaea’daki basın toplantısı sırasında gizli bir sinyali aktifleştirdi ve biyoçip güncellemesi yapan herkesin bir anda şiddet yanlısı manyaklara dönüşmesine neden oldu. Adam hemen Darrow’la yüzleşmek için Panchaea’ya gitti. Darrow’un bu delirtici sinyali kullanmasının amacı bu teknolojiyi sonsuza dek yasaklatmaktı. Çünkü başlarda iyi niyetli olarak geliştirdiği bu teknolojinin güçlülerin güçsüzleri kontrol etmek için kullandığına şahit olmuştu ki Illuminati’nin ölüm şalteri mantığı da bunun bir eseriydi. Darrow ile konuştuktan sonra sinyali kapatmak için tesisin merkezine ilerlerken toplantıya katılmak için gelmiş olan Sarif ve Taggart ile karşılaştık. Her ikisinin de ne yapmamız gerektiğine dair farklı düşünceleri vardı.
Panchaea Yayın Odası
Tesisin merkezine indiğimizde biyoelektronik kuantum bilgisayarı Hyron Projesi ile birleşmiş olan Zhao ile karşılaştık. İkisinin de işini bitirdikten sonra sinyalin yayınlandı merkeze gittik ve burada Eliza bize sahip olduğumuz seçenekleri açıkladı. Elimizde dört seçenek ve izleyeceğimiz dört son bulunuyordu. Oyunda yaptığımız eylemlerin iyi, kötü veya tarafsız oluşuna bağlı olarak ulaştığımız sondaki anlatımda ufak tefek farklılıklar olduğunu da düşünürsek Human Revolution’ın dört ana son etrafına toplanmış on iki sonu olduğunu söyleyebilirim.
İnanmak İstiyorum: Bu sonu izlemek için Hugh Darrow’un isteğini yerine getirerek yaptığı itirafları tüm dünyaya yayınlıyorduk. Dünya mekanik geliştirmelerle ve Illuminati ile ilgili gerçeği öğrenince işler karışıyordu elbette. Oyun bize tüm araştırmaların yasaklanıp yasaklanmadığını kesin bir dille söylemese de Jensen insanlığın artık bu geliştirmelerden korkacağını belirtiyordu.
Teröristlerin Suçuydu: Sarif’in planına uyarak suçu Humanity Front’a atıyorduk. İnsanlar ekstremist gruplara karşı öfke kusmaya başlamıştı; dikkat başka yöne çekildiğine göre araştırmalar ve teknolojiler ilerlemeye devam edebilirdi.
Sudaki Bir Şeydi: Taggart’ın önerisi de elbette kendi çıkarlarına uygun olacaktı. Gerçeği yine gizledik ve bu sefer de suçu Neuropozyne zehirlenmesine attık. Bunun sonucunda denetlemeler ve kurallar daha sıkı hale getirildi ve bu da Illuminati’nin elini güçlendirdi.
Gerçek Orada Bir Yerde: Niye başkasının telkin ettiği bir şeyi yapalım ki, bizim kendi aklımız yok mu? Bu sona ulaşmak için diğerlerinin istediği mesajları göndermek yerine Panchaea’nın imha mekanizmasını çalıştırıyorduk. İnsanlığın kaderine karar vermek ne Darrow’a, ne Taggart’a, ne Sarif’e, ne de bize kalmamıştı. İnsanoğlu eninde sonunda kendisi için neyin doğru, neyin yanlış olduğuna karar verecekti.
Oyunda emeği geçenlerin isimleri geçtikten sonra minik bir demo daha izliyorduk. Bob Page, Morgan Everett ile Morpheus Projesi hakkında konuşuyordu ve Megan Reed de Page için çalışıyordu. Nihayetinde Paul ve JC Denton kardeşlerin yaratılmasında Adam’ın DNA’i kullanılacaktı. Ve döngü ilk oyun olan Deus Ex’e bağlanacaktı.
- SON -