Kendimi anlatmaktan nefret ederim.
Bu yazıyı hazırlarken bunu bir kez daha anladım. Herhangi bir oyun, kitap, film ya da başka bir şey hakkında rahatlıkla sayfalarca yazı yazabilen, maksimum karakter sınırını her seferinde hunharca ihlal eden ben, laf dönüp dolaşıp kendimden bahsetmeye gelince süt dökmüş kedi gibi oluyorum. Sevmiyorum, hoşlanmıyorum. Bu tarz yazılar bana bir nevi ‘kendini övmek’ gibi geliyor ki bundan daha fazla nefret ettiğim şeylerin sayısı azdır. Bir o, bir de parlayan vampirler… Ama yapacak bir şey yok, arada sevgili Sinan’ın ricası var. O yüzden bir yerlerden başlamak, anlatmak gerek…
Filmi biraz başa saralım. Sene 1980… Yok, bu biraz fazla oldu. Azıcık ileri alalım efenim… Hah, tamam; işte burası. Sene 1997, liseye gittiğim yıllar (Evet, o kadar yaşlıyım. Böhü!). Evimiz Anadolu, okulumsa Avrupa yakasında olduğu için İstanbul'un sözde altın olan dağını taşını eskittiğim zamanlar. Eve dönüş yolculuğumu her zaman Eminönü-Kadıköy vapur hattıyla yapar, sevdalısı olduğum denizi dinleyerek günün yorgunluğunu bir nebze de olsa atmaya çalışırdım. Vapur yanaşır yanaşmaz soluğu Kadıköy İskelesi'nin yanına sıralanan gazete-dergi tezgâhlarının yanında alırdım. Küçüklüğümden beri okumaya çok meraklı biri olmuşumdur çünkü; kitap, dergi, çizgi-roman... Elime ne geçerse okurum. O zamanlar favorim Örümcek Adam'dı, hiçbir sayısını kaçırmazdım. Son yıllarda ölmeyi âdet hâline getirince görüşmeyi kestik kendisiyle. "Oğlum Spidey, ne o öyle zırt pırt ölüyorsun? Erkek adama yakışıyor mu?" dedim, gitti Ultimate evreninde gay oldu. Neyse, konuyu dağıttım.
Günlerden bir gün, yine o tezgâhlardan birinin altını üstüne getirir ve satıcı amcanın kalın kaşlı bakışlarından itinayla kaçınırken yepyeni bir çizgi-romanla karşılaşıverdim: Alfa Yayınları’ndan çıkan Punisher ya da bizdeki ismiyle İnfazcı. Büyük bir mutlulukla, harçlığımdan arttırdığım 2000 lirayla (şimdi kulağa ne kadar komik geliyor, değil mi?) dergi boyutlarındaki çizgi-romanı satın aldım ve evime giden yolun geri kalanını onu okuyarak geçirdim. Belki çok klişe olacak ama o çizgi-roman benim hayatımı değiştirdi. Fakat ne içindeki çizimler ne aykırı kahramanı ne de konusuydu beni etkileyen şey. Tam aksine, çizgi-romandan tamamen alakasız olan, son sayfalara sıkıştırılmış okur mektupları köşesiydi. Daha doğrusu bu köşenin yazarı, yani Aşkın Güngör... Aslında yaptığı şey basitti, yayın evine gelen mektupları cevaplıyordu; fakat bunu o kadar zekice, o kadar sıra dışı bir biçimde yapıyordu ki koskoca çizgi-romanın 24 sayfada yapamadığını 2 sayfada başarmış ve beni derinden etkilemişti. Esprinin ve yazının gücünü kullanıyordu Aşkın Güngör. Çırağı Conan'ı her sayı azarlar, arada bir asabını bozan biri olursa zindanlarındaki Freddy Krueger'ı üzerine salar, her soruyu dozunda bir mizahla yanıtlar ve normalde sıkıcı olması gereken okur mektuplarını derginin kendisinden bile eğlenceli hâle getirirdi. Hatta hiç unutmam, bir keresinde bütün soruları hikâye anlatır gibi cevaplamış, efsanevi bir bölüm çıkartmıştı ortaya. Kısacası çok eğlenceliydi. Farklıydı ve de etkileyici. Yazının o şekilde kullanıldığına daha önce hiç şahit olmamıştım. Aşkın Güngör ile olan bu maceram sadece 10 sayı sürdü ne yazık ki, sonra da kendisinden uzun bir süre haber alamadım.
Bir yıl kadar sonra bu kez bir bilgisayar oyunu dergisi vardı ellerimin arasında, 'malum dergi…' Bir kez daha hayatımı değiştireceğini bilmeden karıştırdım sayfalarını. Tam istediğim gibiydi; kaliteli içerik, samimi yazar kadrosu, bilgilendirici olduğu kadar eğlenceli yazılar... Mad Dog, Firavunun Resimli Patikleri, Eser Güven’in hayat kurtaran tam çözümleri… Ve bir de Blaxis lakaplı, eğlenceli, deli dolu, komik bir yazar. Uzun zamandır özlemini çektiğim, okuyanın yüzüne kocaman bir tebessüm yerleştirebilen harika bir üslubu vardı kendisinin (hâlâ da var). Bu da dergiye daha çabuk ısınmamı sağlamıştı. O günden sonra hem malum dergiyi hem de içten içe sevgili Sinan Akkol olduğunu bildiğim Blaxis’i sürekli olarak takip etmeye başladım. Sadece derginin içeriğini değil, Sinan'ın üslubunu, tavsiye ettiği kitapları (Otostopçunun Galaksi Rehberi’yle onun sayesinde tanıştım mesela), kelimelerle nasıl oynadığını, kendisine ait köşesinde ele aldığı konuları da dikkatle izledim yıllarca. Bir noktadan sonra sadece okumak yetmemeye başladı; ben de yazmak, kelime oyunları yapmak, okuyanları gülümsetebilmek istiyordum. Önce küçük şeylerle başladım; günlük tutup mektuplar yazdım. İlk başlarda yaptığım tek şey Sinan Akkol ile Aşkın Güngör’ün eğlenceli stillerini taklit etmekti, biraz ondan biraz bundan... Üzerine de azıcık Douglas Adams sosu kattık mı tamamdır. Okuyan eş dost yazdıklarıma katıla katıla gülüyordu ve bu da bana fazlasıyla yetiyordu. Derken bir şeyler değişmeye başladı; önce kendi üslubum oturdu, sonra daha farklı şeyler yazma isteği doğdu içimde. Çok geçmeden kendime bir blog sayfası oluşturdum, adını da üniversite arkadaşlarımdan birinin bana taktığı lakaptan esinlendim: Yorgun Savaşçı’nın Günlüğü. Kendimi de şaşırtarak, hiç hesapta yokken kısa kısa hikâyeler kaleme almaya başladım. Temelde yine gülmeceye dayalı şeylerdi ama sonuçta gerçek birer hikâyeydi her biri. Aldığım yorum ve geri dönüşler beklediğimden de iyiydi, bu da bana cesaret verdi ve yazmaya devam ettim.
Sonra Kayıp Rıhtım’la tanıştım ve o andan sonra da hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Belki duymuşsunuzdur. Kayıp Rıhtım fantastik, bilim-kurgu, korku ve polisiye edebiyatı seven kişiler tarafından kurulmuş bir edebiyat sitesi. Aynı zamanda her ay düzenli olarak yayınlanan bir öykü seçkisinin de ev sahibi. Beni çeken şey de bu seçki olmuştu zaten. O ay belirlenen temaya göre yukarıda saydığım alanlardan herhangi birinde bir öykü yazmanız isteniyor seçkide. Fantastik bir öykü yazmak… Bu fikir beni inanılmaz derecede cezp etti ve üçüncü sayısından itibaren düzenli olarak seçkiye katılmaya başladım. Yazdım, okudum, yorum aldım, eleştirdim ve eleştirildim. Hikâyelerimin sayısı artmaya devam ederken Rıhtım’ın derinliklerinde kayboldum. Sadece hikâyelerle sınırlı kalmadım; çeşitli makaleler, çeviriler, haberler, projeler, incelemeler derken pek çok farklı alanda yazılar kaleme almaya başladım. Bu esnada da blog yazarlarından tutun da edebiyat severlere kadar pek çok değerli insanla tanıştım. Bunlardan biri de, sürpriz bir şekilde, on yıldan uzun bir süredir kendisinden haber alamadığım Aşkın Güngör’dü. Aradan geçen yıllar ona yaramıştı doğrusu; o artık hem bir yazar hem bir editör hem de bir şair olmuştu. Çizgi-romandan tutun da hikâyeciliğe kadar pek çok ortak noktamız olduğundan ve bunların üzerine adına ‘mazi’ denen acı-tatlı bir sos eklediğimizden dolayı kaynaşmamız pek de uzun sürmedi.
Derken, bir gün mucizevi bir şey gerçekleşti. Kayıp Rıhtım – Aşkın Güngör – Blog Dostları üçgeni bir araya gelip ortaya inanılmaz bir iş çıkarttı: Yemin ve Öç, yani ilk kitabım. Rıhtım’ın kuruluş yıldönümü şenlikleri için, üyelere hediye babında yazdığım e-kitap başındaki “e” takısını atıp basılı bir kitap oluvermişti. Sıradan bir okur olan bense, birbirinden değerli insanların hayatta ödeyemeyeceğim destekleri sayesinde, hiç beklemediğim bir anda yazar statüsüne yükselmiştim. Bu gerçekten de inanılmaz bir duyguydu, hâlâ da öyle… Öyle ki şimdi bile “kitabım” derken kendimi çok ama çok garip hissediyorum. İlk şoku atlattıktan sonra yaptığım ilk şey destekleri ve yorumlarıyla o günlere gelmeme yardımcı olan insanlara bir nevi teşekkür olarak kitabımı yollamak oldu. Bunlardan biri de Sinan Akkol’du elbette. Biraz utangaç biraz da ürkek bir şekilde bir kitap da ona gönderdim. Sağ olsun, o da beni kırmayıp okudu, üzerine bir de dayalı döşeli bir inceleme yazıp dergide yayınladı. Sonra ikinci kitabım çıktı ortaya, ardından da üçüncüsü…
Bugün bendeniz bir yandan dördüncü kitabının çıkışını bekleyen, diğer yandan da beşincisinin hazırlıklarını yapan bir kalemşörüm. Her sene kitap fuarlarına katılıyor, yeni insanlarla tanışıyorum. Pek çok yazar ve çizer dostum oldu. Şanslı mıyım? Kesinlikle! Ama beni bunlardan çok daha fazla mutlu eden bir şey var, o da birbirinden kıymetli iki editöre sahip olmam. Kim mi onlar? Biri kitaplarımın basıldığı yayın evinden Aşkın Güngör. Ötekisi ise geçen ay dâhil olduğum Oyungezer ailesinden Sinan Akkol. Hem yazar hem de karakter olarak çok sevdiğim, bana yazma aşkını aşılayan iki ağabeyimle birlikte çalışma fırsatını yakaladım ve beni bundan daha fazla mutlu edebilecek bir şey düşünemiyorum. Huzurlarınızda ikisine de buradan kocaman bir teşekkür göndermek istiyorum.
Teşekkürler! Kaleminiz hiç susmasın!