Hazal Çamur - Zindan Ve Kertenkele #2

Alo? Alo, Orası Önyargı İşleri Müdürlüğü Mü?

Önyargılar, önyargılar. 

Zihinlerin duvarı, bireylerin çıkmaz sokağı. Ama hiç önyargıların aynı zamanda insanların muazzam saçmalama alanları da olduğunu düşünmüş müydünüz? 

Eğer sazı eline önyargılar alırsa akla gelmeyecek konularda, akla gelmeyecek söylemler ortaya çıkar. Söz gelimi sanatın en önemli dallarından edebiyatta (özellikle fantastik ve bilimkurguda) görürüz bunu. Hele ki konu oyunlarsa, emin olun bu ilgi alanından uzak kimselerin size kısa devre yaptıracak önyargılara sahiptir. Hala bana inanmıyor musunuz? O zaman müsaade edin, önceliği oyunlara vererek bu yazımda bizzat yaşadığım iki olayı anlatayım. Sonrasındaysa edebiyat camiasındaki dışlama ve önyargılara göz atar, kararı hep birlikte veririz.

“Ama onlar gerçek değil!”

Olay mahalli: Eski iş yerim.

Muhattap yaşı: 25

Durumu: Evli

Cinsiyeti: Bayan

E-sporlara olan ilgi katlanarak artarken turnuva organizasyonları da giderek daha afilli bir hal alıyor. Gerek taraftarlar (böyle demekte bir sakınca görmüyorum), gerekse organize edilmiş atmosfer öyle bir konuma geldi ki yaratılan heyecan Olimpiyatlar ya da Dünya Kupası’na yaklaşıyor. 

Hatırlarsanız e-sporların Olimpiyatlar’a dahil edilmesi fikri bir ara gündemdeydi. Spor camiasının bazı kesimlerinden sert tepkiler almıştı bu öneri. Bunda şaşılacak bir şey yok. Özellikle bu gibi camiaların önde gelenlerinin yaş ortalaması düşünülürse bu tarz bir yeniliğe (hatta evrime) açık olmamalarına şaşmamak gerek.

Peki bu noktada sorarım size sevgili okurlar, ya gençler?

Eski iş yerimdeki çalışma arkadaşlarımdan biri bir gün eşinden şikayet ediyordu. Kendisi yeni evliydi ve eşi de bizimle beraber çalışıyordu. Şikayet ettiği şey eşinin tüm haftasonunu bir bilgisayar oyununun turnuvasını izleyerek geçirmesiydi. Aklı almıyordu bunu. Fazlasıyla mantıksız buluyordu.

Ben de çenemi tutamadım tabii, konuya dahil oluverdim. Kendisi bunu bir saçmalık olarak görüp hor görmeye devam ederken ben de can evinden vurayım dedim. Karşımdaki kişi futbola ilgi duyan ve tuttuğu takımın maçlarını takip eden biriydi. İşte, bağlantı kurabileceği bir ilgi alanına sahipti.

“Yahu,” dedim, “Futbol maçlarını düşünsene. Sonuçta ona da düz mantıkla bakarsan 22 adamın bir topun peşinde koştuğu bir spor. Hem de adamlar kamyonla para kazanıyor. Ama sonuçta ‘spor’. Tüm dünyada da severek izleniyor. Eşine neden kızıyorsun ki? O da belli oyuncular tarafından yürütülen bir karşılaşmayı izleyen bir seyirci olmuş. Bütün haftasonunu futbol ya da basketbol maçı izleyerek geçirseydi de aynı şeydi. O zaman kızacak mıydın?”

Ve aldığım cevap... Paha biçilmez...

“Ay canım, ama onlar gerçek değil ki!”

Tam bu anda beynimin gerilerinde Cartman’ın Gordon Ramsey’i taklit ettiği sahne canlandı. Sustum. Çünkü böyle bir cevaptan sonra karşımdaki kişiye ne desem anlamayacaktı.

Bana en çok koyan da “genç” birinin bu kadar dar bir bakış açısına saçma olabilmesiydi.

“Buna mı duygulandın?”

Olay mahalli: Bir sonraki iş yerim.

Muhattap yaşı: 24

Durumu: Bekar

Cinsiyeti: Bay

Çevremde duygusal biri olarak bilinmem. Ama sağlam kurgusu olan her şey beni etkiler. Günler ve hatta aylar geçse bile aklımdan kolay kolay çıkmazlar. Film olsun, kitap olsun, oyun olsun...

Transistor’ı yeni bitirmiş ve etkisinde bir hayli kalmıştım. Sonu kafamda dönüp duruyor, aklıma geldikçe canımı sıkıyordu. Sadece bitmesi bile ayrı üzmüştü ya, neyse.

Birkaç belli başlı oyun dışında oyunlarla vakit geçirmemiş bir arkadaşla sohbet ederken, kendisi de bir şekilde oyun oynuyor diye, bunu onunla paylaşmak gibi bir hatada bulundum. Arkadaşımdı da hem, neden anlatamayacaktım ki? Gayet de güzel anlaşıyorduk kendisiyle. İşte ben bu düşüncelerle Transistor’u anlattım. Anlatırken yine aklıma oyunun atmosferi gelmişti. O atmosferi yaşamıştım. Ama başarı da bu demek değil midir zaten?
Ne kadar başarılı olduğunu öve öve bitiremedim. Fakat ben öyle bir kaptırmış anlatıyordum ki sonrasında Brothers’a geçtim. O da beni nasıl etkisinde bırakmıştı öyle? Ne tatlı oyundu. 

Ben böyle konuşurken bir an yüzündeki bana anlam veremeyen ifadeyi gördüm. Durdum. 

“Senden hiç beklemezdim,” dedi. 

“Neyi?” dedim. 

“Bir oyun için mi duygulandın gerçekten?”

Bu defa şaşırma sırası bana geçmişti. Birkaç saniye cevap veremedim. Bir oyunun bu kadar etkileyici bir senaryoya sahip olabileceğini kabul etmedi. İtiraz ettim. Bu konuda fazla üzerime gelmeyip ilk tepkisini açıklamaya girişti. Bugüne kadar beni duygusal biri olarak tanımayan arkadaşım “sadece bir oyun için” bu kadar üzülmeme çok şaşırmıştı. Hayatta olan şeylere karşı daha serttim ona göre. Ama ben “bir oyunu” bu kadar kendimi kaptırarak anlatıyordum tam şu an.

“İyi bir filmde de duygulanmaz mı insan? Ya da gerçekten başarılı bir kitapta?”

Biraz düşündü. Suratındaki garipseyen ifade gitmemişti.

“Aynı şey değil.” dedi.

Edebiyatın Bile Üvey Evlatları Var

Geldi mi sıra edebiyata?

Diyorsunuz ki, “yahu oyun sitesinde edebiyat ne alaka?” Demeyin öyle, çünkü pek çoklarınızın severek okuduğu fantastik ve bilimkurgu türleriyle ilgili anlatacaklarım var.

Hepimizin de iyi bildiği gibi “fantastik” ve “bilimkurgu” dendi mi yüzler ekşir. Biri “çocuk” damgası yer, diğeri “nerd”. Ama bu ikisinden de önce, şu anda ciddi bir tür olarak anılmaya başlanmış polisiye edebiyatı da yerden yere vuruluyordu. Polisiye romanlarının yaygınlaştığı dönemde bazı yazarlar (maalesef aralarında George Orwell da var. bkz. “Kitaplar ve Sigaralar” adlı eseri) açıkça bu romanları “edebiyat dışı” ve “ucuz” olarak değerlendirmişti. Ah, büyük usta Orwell, neden yaptın bunu? Seni eleştirmeye gönlüm razı değil, ama hemfikir olmam da mümkün değil!

Sonra ne oldu peki? 

Bilimkurgunun sadece çarpışan uzay gemileri ya da haftalık çıkan bir pulp fiction dergisi olmadığını göstermek isteyen bir bilimkurgu yazarıysa şöyle diyerek türü savunacaktı:

“Bilimkurgu edebiyattır. İyi bilimkurgu iyi edebiyattır.”

Eh, bilimkurgu denilen şey bir zamanlar güzel ve seksi uzaylı kadınları kurtaran yakışıklı Dünyalılardı. Her hafta bir başka uzaylı kıçına tekmeyi yiyordu. Ne var yahu, eğlensin insanlar! Ama ille de ciddiyet isteniyorsa Asimov, Clarke gibi ustaların meydana çıkışını da görmek gerek. Onların ardından Ballard, Le Guin, Lem ve nicesi geldi. Şimdi bu insanlar edebiyat yapmıyor kim diyebilir? (Taşlarlar adamı)

Ya fantastik? Onunsa Tolkien, Moorcock, Rothfuss, Sanderson, Jordan ve Martin’i yok mu? Bu adamlar sırf başka dünyaları anlatıyor diye “gözümüzün önündeki gerçeği” farklı bir sosla sunuyor olamaz mı? Ayrıca, nedir bu tüm dünyanın hayal gücüne açtığı savaş?

Bilimkurgu edebiyattır. Tıpkı fantastik gibi. Oysa ikisi de halen daha hem edebiyat camiasından hem de toplumdan dışlanmaktır. “Kaçış edebiyatı” denerek aşağılanmaya çalışılmaktadır. Tolkien’in bu suçlama cevabı gecikmemiştir:

“Kendini hapiste bulan bir insan kalkıp evine gitmek istedi diye onu nasıl küçümseyebiliriz? Ya da, kaçamıyorsa bile duvarlar ve gardiyanlar dışında bir şeylerden söz etmesi suç mu? Mahkûm onu göremese de, dışarıdaki dünya hâlâ gerçektir.”

Falan filan. Bu iki türle ilgili söylemler aslında ayrı ayrı yazılarda incelenmelidir. Ve ben daha fazla uzatmamalıyım, yoksa çok daha fazlasını anlatmaya başlayacağım.

Kısaca, insanlar bazen önyargılarının öyle bir esiri oluyor ki kendilerinden beklenmeyecek türde laflar edebiliyorlar. Üzerinde durup düşünmüyorlar. Kendi dar bakış açılarını savunmak için seçtikleri sözlerle yeniliklere açık olma olasılıklarının önüne geçiyorlar. Birden tutucu bir kişiye dönüşüveriyorlar. Hem de özlerinde hiç öyle olmadıkları halde.

Bitirirken, oyunlara olan bu önyargıya ne demeliyim peki? Vereceğim cevapla sadece kendi çenemi yormuş olurum.

Meali: Kimse çuvaldızı kendine batırmadan haksız önyargıdan bahsedemez.

YORUMLAR
Parolamı Unuttum