Cult of the Lamb - İnceleme

İşte kuzu kuzu geldim, dilediğince kapandım dizlerine…

Hades… Binding of Isaac… Don’t Starve… Oxygen Not Included… Bu oyunlardan en az iki tanesi hoşunuza gittiyse doğru adrestesiniz. Çünkü Cult of the Lamb bu oyunların belli başlı dinamiklerini alıp birleştirmiş, kendisi de çeşit çeşit yeni dinamikler eklemiş ve bam! Yepyeni bir indie efsanesi doğuvermiş.

Yanlış anlaşılma olmasın, efsane tabirini oyuna bayıldığım için kullanmadım. İlerleyen satırlarda da göreceğiniz üzere oyunu çok beğendim fakat oyunun bariz eksiklikleri olduğunu da belirttim. Oyunun ilerde adını sıkça duymamıza sebep olacak şey oyun sektörünün rüzgârını arkasına almasından kaynaklı. Daha çıkalı birkaç gün olmuşken 1 milyon barajını aşıverdi -ki bu indie oyunlar açısından aşılması pek de kolay olmayan bir baraj. Twitch’te ve benzer bilimum platformlarda da oldukça popüler. Tamam işte, yukarıda saydığım isimlerin yakaladığı rüzgârı yakaladı bile.

Ben olsam kurbanda kuzu kesmezdim…

Cult of the Lamb en basit tabirle tuhaf bir oyun. Örneğin senaryoyla başlayalım. Ana karakterimiz peygamber olduğunu iddia eden varlıklar tarafından kurban ediliyor ama gizemli bir tanrı tarafından yeniden hayata döndürülüyor. Fakat tabii ki bu tanrı da hayır olsun diye bize iyilik yapmamış; bizi kurban etmek isteyen peygamberlerden intikam almak istiyor. Dünyaya geri döndükten sonra intikam almayı kafaya koyuyoruz ve kendi tarikatımızı kuruyoruz. Tarikatımızı büyüttükçe de “Kuzuların Sessizliği” yavaş yavaş başlıyor (kuzu esprilerinden asla sıkılmayacağım, göreceksiniz).

Tarikat demişken, gerçek bir tarikattan bahsediyoruz. Yani bir takım ya da ekip değiliz. Biz tatlı, sempatik ve ölümden döndürülmüş zombi bir kuzuyuz ve bize tapan bir sürü tarikat üyemiz var. Yeri geliyor onları kurban ediyoruz, yeri geliyor onlardan bir harem kuruyoruz. Canımız isterse mantarlarla kafalarını uyuşturuyoruz ya da geniş şölenler düzenliyoruz. Tarikatımızı nasıl yöneteceğimiz bize kalmış. Onların piyon, bizim vezir olduğumuzu çok net anlatıyor oyun bize. Gücü parmaklarınızda hissettiriyor, biri size ters çıktığında “Nankörlük yapma, akşama seni kurban eder etini müritlerime yediririm!” diye bile düşündürebiliyor.  

Şimdi bir yukarıda anlattıklarıma bakıyorum, bir de oyun içi görsellere… Minnak yaratıklardan oluşmuş şekerlek tarikatla ve tatlı liderimiz kuzucukla o kadar alakasız duruyor ki. İşte oyunun en ilginç başarılarından biri burada yatıyor. Bu grotesk birleşimin ilginç bir sempatisi var. Bosslar bile öldükleri zaman minik tatlı yaratıklara dönüşüyor ve tarikatımıza katılıyor yahu. Bir tarafta kan gövdeyi götürüyor, kanlı ve Kurban Bayramı edasında ayinler gerçekleşiyor; diğer tarafta küçük tatlı tavşan mürit altına yaptığı için utanıp kaçıyor, karakterlerimiz kendi aralarında minnoş danslar ediyor… Bu gerçekten garip bir birleşim ve oldukça da harika. Bu konuda Massive Monster’ı tebrik etmek gerektiğini düşünüyorum.  Sanat tasarımını bu fikirlere çok iyi yedirmişler.

Cult of the Lamb, teknik olarak da gayet başarılı bir oyun. Optimizasyon başarılı, grafikler güzel, oynanış ve dövüş mekanikleri oldukça akıcı. Her şey tıkırında. Yalnızca kontrol konusunda ufak bir sıkıntı var. Klavye kontrolleri ne kadar sığ ve yavansa gamepad de bir o kadar akıcı ve keyifli. Oyunun gamepad ile oynanmasını şiddetle öneriyorum, yoksa bir puan daha düşmeniz gerekir.

Kuzu etli türlü nasıl yapılır?

Peki Cult of the Lamb nasıl bir oyun? Türler kısmında neden şehir kurma ve roguelike yazıyor? Bu garip bir mantık hatası değil mi? Aslında bakarsanız değil. Yani değilmiş. Bence de çok inanılmaz bir durum bu ama Massive Monster vaadinin altından hakkıyla kalkmış. Ya da en azından uzaktan bakınca öyle gözüküyor.

Oyunun işleyişi şu şekilde: Tarikatımızla beraber yaşadığımız bir yerleşkemiz var ve o yerleşkenin yöneticisi biziz.  Yerleşkenin yemeklerinden, tuvaletinden, binalarından, ekip biçme işlerinden ve diğer her türlü zımbırtısından biz sorumluyuz. Yani yalnızca Oxygen Not Included’taki gibi bir karar alma ve emir verme yok. Binaların yapılmasını emrettiğimiz gibi gidip biz de yapabiliyoruz, yemek pişiyoruz, mahsul topluyoruz… İşte buralarda da Don’t Starve tadı almak oldukça mümkün.

Fakat unutulmasın, bu bir intikam oyunu. Yerleşkeyi geliştirmekteki amacımız aslında büyümek. Tarikatımıza yeni üyeler katılıp sayımız arttıkça, yeni yerlere gidebiliyoruz ve daha da güçleniyoruz. Zaten dediğim gibi, amacımız bizi kurban etmek isteyen çakma peygamberlerden intikam almak. Bize ibadet edildikçe daha da güçleniyor, yeni silahlar ve yeni büyüler açabiliyoruz.

Bu arada yerleşkemiz dışında da gidip etkileşime geçebileceğimiz, balık tutabileceğimiz, ticaret yapabileceğimiz hatta oyun oynayabileceğimiz başka yerleşkeler de mevcut. Ama bu kısım biraz yüzeysel kalmış, “Hadi bu da olsun” denmiş birazcık.

Yerleşkelerin dışına çıktığımız zaman oyunun Roguelike kısımları başlıyor. Günümüz Roguelike’larından alıştığımız üzere her denemede yeniden oluşan rastgele bir zindan sistemi var. Her zindanın sonunda bir boss var ve o bosslara ulaşmak temel hedefimiz. Zindanların içinde bulunan çeşitli silah ve büyüler ile ilerliyoruz, aynı zamanda sağdan soldan topladığımız tarot kartlarıyla da pasif güçler ediniyoruz. Öldüğümüz zaman zindanlarda kazandığımız eşyaların bir kısmını kaybetsek de bu mücadele boşuna olmuyor, mutlaka daha güçlü olarak geri dönüyoruz.

Gelelim kuzunun kuyruğunun koptuğu yere…

Gelin şimdi oyunun nasıl Hades gibi bir başyapıt olma şansını kaçırdığına bakalım. Öncelikle maalesef ekipman kombinasyonlarımız çok yüzeysel kalıyor. Yani bir silahı seçip onu geliştirme şansımız ne yazık ki yok. Oyunda ilerledikçe genel olarak eşyaların seviyesi yükseliyor ama olay bundan ibaret. Şans da burada devrede tabii, zindanlarda önünüze gelenler arasında bir seçim yapmak zorundasınız. Her ne kadar oyunun oldukça doyurucu bir dövüş mekaniği olsa da bu durum oyuncunun oyundan kopmasına sebebiyet verebiliyor. Zaten silah ve büyü çeşitliliği çok fazla değil, hepsi birbirinin laciverti. Bana kalırsa, hiç değilse silah özelliklerini değiştirme, başka güçlerle silahı kombine etme vb. özellikleri de olsa hiç fena olmazdı. Bu durum oyunun sınıfta kalmasına sebep olmasa da bir adım daha yukarı çıkmasına engel oluyor.

Oyunun bir diğer temel eksiği de kendini şehir yönetimi safhasında gösteriyor. Şehir yönetimi oyunları bana kalırsa kaostan beslenmeli. Yani sürekli, ardı arkası kesilmeksizin farklı ve ciddi problemler önümüze çıkmalı ki şehrimizi geliştirip sistemimizi oturtmaya çalışalım. Cult of the Lamb, bunu oyunun başlarında gayet iyi bir şekilde kotarıyor. Herkes her yere tuvaletini yapıyor, hastalanıyor, sinirleniyor, acıkıyor, isyan ediyor, mutsuz oluyor… Ama oyunda ilerledikçe her birine farklı çözümler getiriyorsunuz. Bu çözümler de bir bir işe yarıyor ve bu durum oyuncuyu da mutlu ediyor. Ee, tamam işte süper, aradığımız şey bu değil mi? Maalesef değil. Çünkü oyunun ikinci yarısında yerleşkede sistem oturuyor ve her şey tıkırında ilerlemeye başlıyor. Oyun size yeni problemler sunamıyor; sistem oturduktan sonra sizin yapabileceğiniz tek şey içeriği dekore etmek ve kaynak üretimini arttırmak. Yani bir yerden sonra oyunun şehir yönetimi bölümü oldukça arka plana atılıyor. Özellikle oyunun sonlarına doğru sistem şuna dönüyor: “Sefere çık, müritlere yemek yedir, yalandan bir ayin yap, sonra tekrar sefere çık.” Bu kadar iyi düşünülmüş bir fikrin oyunun sonuna kadar devam etmesini istiyor insan… Belki gelecek ek paketlerde ve yamalarda bu duruma el atılabilir.

Oyun süre açısından da pek parlak değil. Geniş geniş oynarsanız, Cult of the Lamb yaklaşık 20 saatlik bir oyun tecrübesi sunuyor. Aslında bakarsanız, dolu dolu gözüken mekanikler oyun ilerledikçe patladığı için oyun süresinin çok uzun olmaması bir avantaj da olabilir. Ama emsalleri göz önüne alındığında mekaniklerin genişletilmesi ve oyun süresinin uzaması oyun için her türlü daha faydalı olur diye düşünüyorum. Yapımcının bununla yetineceğini zannetmiyorum zaten, oyunun başarısını devam ettirmek için ara sıra çeşitli güncelleme ve ek paketlerin geleceğini düşünüyorum. O zaman oyunun daha da toparlayacağı aşikâr.

Tatlı ve buruk bir tebessüm

Tüm bu iyi ve kötü yanları bir araya koyduğumda, acı bir tablo ortaya çıkıyor: Başyapıt olma şansını kıl payı ıskalamış bir oyun. Cult of the Lamb gerçekten çok iyi bir oyun arkadaşlar. Keyifle kendini oynatıyor, eğlendiriyor, şaşırtıyor, mutlu ediyor. Ama işte bazı konularda öyle affedilmeyecek hatalar yapmış ki, yalnızca çok iyi bir oyun olarak kalıyor akıllarda.

SON KARAR

Birbiriyle oldukça alakasız görünen iki farklı türü çok iyi fikirlerle harmanlayan, keyifli ve eğlenceli bir deneyim. Başlardaki etkileyiciliği oynadıkça kayboluyor ama yine de bu tarz oyunları seven herkesin bir şans vermesi gerek.

Cult of the Lamb
Çok İyi
8.0
Artılar
  • Tuhaflık konusunda eşi benzeri olmayan bir atmosfer
  • Neşeli ve keyifli sanat tasarımı
  • Aranan tatta indie grafikleri
  • Alakasız birçok elementi başarıyla aynı potada eritmesi
  • Özgün yapısı
  • Gamepad kontrollerinin akıcılığı
  • Akıcı dövüş ve şehir yönetimi mekanikleri
  • Tatlı seslendirmeler (Meee!)


Eksiler
  • Tatmin edici olmayan müzikler
  • Yaratıcılıktan uzak bosslar
  • Sistemi bir kere oturttuktan sonra şehir yönetiminin önemini kaybetmesi
  • Dövüş sisteminin oynadıkça yüzeyselleşmesi
  • Görece kısa oyun süresi
  • Klavye kontrolleri
YORUMLAR
plaza101skin
19 Nisan 2023 07:57

This is great thanks for sharing your thought. If you need advanced skin care solutions feel free to contact us.

Parolamı Unuttum