Farklı dünyalar, farklı roller.
Devamını okuYaprak hışırtıları...
Rüzgar.
Uzaktan gelen bir dere sesi, belki ırmak...
Birden irkildim. Beni uyandıran bir ses miydi ya da başka bir şey miydi hatırlamıyorum. Gözlerimi açtığımda gördüğüm ilk şey sadece karanlıktı. İlk başta hiçbir şey hissetmedim. Hareket etmeye çalıştım, olmadı.
Çığlık sesi duyduğumu hatırlıyorum. Çok yakından gelmemişti, bir kadın korkuyla bağırıyordu. Bir iki dakika sonra sesi tamamen kesildi.
Güçlükle sırtüstü döndüm ve o zaman ağaçlıkların ortasında olduğumu fark ettim. Ne bir insan gözüküyordu, ne de bir hayvan. Neredeydim? Buraya nasıl gelmiştim? En son hatırladığım, Campos adında bir kasabaya geldiğimdi. Arkadaşlarımla araba kiralamış ve haftasonunu geçirmek için Jake'in babasının buradaki evine gelmiştik...
"Gelmemeliydik" diye düşündüm bir an içimden. Doğrulmak için hareket etmeye çalıştığımda çığlık atmama neden olacak kadar derin bir acı hissettim. Çığlığım çevremdeki yeşil boşlukta yankılandı, yankılandı ve yankılandı. Bir an acıma aldırmadan sustum ve etrafı dinledim. Ne bir ayak sesi vardı, ne de az önceki bağıran kadının sesi.
"Umarım Jennifer değildir." diye düşündükten sonra bir kez daha kalkmaya çalıştım. Aynı acıyı tekrar hissetsem de bu kez kendimi tuttum ve doğrulmayı başardım. Sol ayağım uyuşmuş olmalı ki, ilk adımımda tekrar yere yığıldım.
Yaprak hışırtıları...
Rüzgar.
Tekrar kendime geldim. Bu sefer hava kararmaya yüz tutmuştu ve hiçbir şey hissetmiyordum. Uzaklardan gelen bir baykuş sesiyle inliyordu orman. Kafamı kaldırıp çevreyi izledim bir süre, hava birazdan kararacak gibi duruyordu. Sürüne sürüne en yakındaki ağacın dibine gittim ve sırtımda olduğunu yeni fark ettiğim çantayı karıştırmayabaşladım.
Jennifer'ın şortu, Tom'a ait olan bir tişört, birkaç poşet kahve ve tabii ki alkol.
Koskoca çantanın içinde bunların dışında sadece su vardı. Şişeyi açıp dibinde azıcık kalan suyu kana kana içtikten sonra, birkaç yudum da votkadan aldım ve çantanın ağzını kapatıp yanıma bıraktım. Hava iyiden iyiye kararmıştı ve ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu.
Bizim çocukların nerede olduğunu merak ediyordum ve en büyük soru, bu lanet ormanın ortasında ne işim vardı.
Bütün bunları düşünürken sol ayağımı da kontrol ediyordum. Karanlıkta pek bir şey gözükmese de, ayağımın üzerindeki kanın büyük kısmı kurumuştu ve sanırım artık kanamıyordu. Jake'in evinin yanında olabileceğim düşüncesiyle, hava da tamamen kararmadan yürümeye karar verdim. Ağaca tutunarak doğruldum ve batıya doğru yürümeye başladım. Yürümekten çok acı çekmek gibiydi gerçi, bir adım atıyor ve çığlığımı bastırmaya çalışıyordum. Rüzgar iyiden iyiye kendini hissettirmeye başlamıştı ve üzerimdeki tişört yetersiz geliyordu. Çantadan Tom'un tişörtünü çıkardım ve giydim; pek bir işe yaramayacağı ortadaydı ama en azından bir şey yapmıştım üşümeye karşı.
Ne kadar yürüdüğümü tam olarak hatırlamıyorum ama, hava iyice karardıktan sonra birkaç evin ışığını gördüm. Sevinmiştim, en azından bizimkilerin yaptığı eşek şakası çok uzamadan sonra erecekti. Bu düşüncelerle acımı biraz daha bastırdım ve elimden geldiğince hızlı şekilde yürümeye devam ettim. Ormandaki ağaçların yavaş yavaş seyrekleşmeye başladığı yere geldiğimde, ormana en yakın evin duvarının yanında bir insan gördüm... Duvarın yanında yere eğilmiş bir şeylerle uğraşıyor gibiydi. Hava karanlık olduğu için tam kestiremiyordum ne yaptığını.
Yardım istemek için birkaç adım daha ilerledim ve tam bağırmak üzereyken başka birinin yaklaştığını gördüm. Ne olduğunu tam olarak görmem imkansızdı, ancak diğerinin elinde sopa gibi bir şeyler gözüküyordu. Eğilmiş olan adama yaklaştı ve... BAM! Kafasına şiddetle vurdu. Tam bu anda ağzımdan "hayır!" diye bir ses çıktı ve oradaki adam bana doğru döndü. Sonra tekrar yerdeki adama doğru vurmaya başladı. BAM! BAM! BAM! Elindeki sopayı acımasızca yerdeki adama doğru üç kere daha vurdu ve alnındaki teri sildi.
Ormana doğru bakıyordu. Zaten acıdan mahvolmuş ayaklarım titremeye başladı. En yakınımdaki ağacın arkasına saklandım ve neler döndüğünü anlamaya çalıştım. Evin duvarının yanındaki adama başka biri sopayla saldırmış ve muhtemelen öldürmüştü. Gündüz çığlık atan kadını da bu adam mı öldürmüştü acaba?
Ya Tom'u? Jennifer'ı? Bir an önce bizimkilere ulaşmam gerekiyordu ama yaklaşık 50 metre ileride elinde kanlı bir sopayla bekleyen bir adam vardı. Bekleyen... Hala bekliyor muydu acaba?
Ağacın arkasından kafamı hafif şekilde çıkarttım ve az önceki yere doğru baktım. Kimse yoktu. Bir an adamın bana doğru gelebileceğini düşündüm ve olduğum yere uzandım. Çimlerin arasına girdim ve karanlığın beni koruyacağını düşünerek beklemeye başladım. Hava iyice soğumuştu ve karnım acıkmaya başlamıştı. Bir süre bu şekilde bekleyip çevreyi dinledikten sonra, ormanın içlerine döndüm ve kasabadan uzaklaştım. Karanlıkta bir şey görmek imkansızdı ama az önce gördüklerimden sonra farkedilme riskini almaya hiç niyetim yoktu.
Bir süre öylece bekledim. Baykuş sesleri ormanı tamamen ele geçirmişti. Sesleri bir saniyeliğine kesiliyor ve o anda tam “tekrar başlamayacak” derken yeniden başlıyordu. Sabaha kadar kafayı yememek ve soğuktan donmamak için harekete geçmem lazımdı. Doğruldum, karanlıkta çok az şey gözükse de bir süre etrafımı izledim. Herhangi bir şey gözükmüyordu ama aklımın bir köşesinde, saatler önce gördüğüm olay kendini hatırlatıyordu. O adamın beni de yakalayabileceğinin korkusuyla yavaş yavaş yürümeye başladım. Çantayı sırtıma takmış, ellerimi soğuktan korumak için sırayla ceplerime soka soka ilerledim bir süre. Bir ağaçtan ötekine hızlıca geçerek, her ağaçta bir süre bekleyerek devam ettim.
Çevrede hala kimsec yoktu. Kasabaya yaklaşmıştım, ama bu sefer kasabanın hiçbir evinde ışık yanmıyordu. Özellikle mi kapatmışlardı? Ya da uyumuşlar mıydı? Kasabaya girip girmeme konusunu değerlendirirken çevremde kendimi korumak için kullanacağım bir şeyler aramaya başladım. En azından bir odun bulabilsem kendimi daha güvende hissedebilirdim. Birkaç ağaç, zorla gidilen metreler ve nihayet, bir ağacın dibinde karanlıkta kesin olarak göremesem de beyzbol sopasına benzer bir sopa buldum. Bu saçma sapan durumun ortasında birkaç saniyeliğine olsa da keyiflenmiştim.
Eğildim, bir süre çevreyi dinledikten sonra elimdeki sopayı sıkıca kavrayarak kasabaya doğru yaklaştım. Çevrede şimdilik kimseler gözükmüyordu ama derinlerden bir inleme sesi geliyordu. Sanki birileri ağlıyordu, acı çekiyordu. Sabahki cinayetin olduğu duvara kadar yaklaştım ve sırtımı duvara verdim. Öldürülen adam oradaydı. Tam olarak göremiyordum ama en fazla 1.70 boylarındaydı ve etraf kanla boyanmıştı.
Kustum. Midem boş olduğu için hiçbir şey çıkmıyordu belki ama büyük bir acı hissediyordum. Toparladım kendimi ve cesetten uzaklaşarak duvarın bittiği tarafa doğru yürüdüm. Yanlış hatırlamıyorsam duvarın ortasında bir delik vardı ve kasabaya buradan girebilirdim. Evet, hatta biz kasabaya gelirken bu deliği görmüş ve aramızda dalga geçmiştik. Jake büyük bir hevesle; “küçük bir duvarın ortasındaki büyük deliğe ne denir?” diye sormuştu. Cevap yoktu ve soru da çok saçmaydı belki, ama biz aralıksız kahkahalarla gülmüştük. Gülmüştük… Çok uzak geliyordu şimdi o sesler.
Kafamdan bu görüntüleri atıp sopayı daha sıkı kavradım ve deliğe doğru iyice yaklaştım. Ben oraya yaklaştıkça, derinden gelen inleme sesi de netleşiyordu. Ses sabit değildi, hareket ediyordu. Kasabanın ortasında ya da duvarın arkasındaki bahçede yardıma muhtaç birileri mi vardı? Yavaşça eğildim ve delikten içeri doğru baktım; Kimse gözükmüyordu. Tam içeri doğru girecekken sağ tarafa doğru bir siluet gördüm. Hemen geri çekildim. Hızlanan kalp atışlarımın duyulma korkusuyla duvara yapıştım.
Ne yapmam gerekiyordu? Siluet benden 10 metre kadar uzaklıktaydı ve sağa doğru gidiyordu. Derin bir nefes aldım ve kafamı tekrar uzattım içeriye doğru. Evet, orada biri vardı ve çok yavaş adımlarla ilerliyordu.
Baykuş sesleri artık arkamda kalmıştı ve ne olursa olsun harekete geçmem gerekiyordu. Ufak ve ürkek adımlarla, elimdeki sopayla birlikte içeriye girdim. Hemen sağımı ve solumu kontrol ettim. Herhangi bir siluet, hayalet, katil, cani gözükmüyordu. İlerideki yaralı adamsa yürümeye ve inlemeye devam ediyordu. Girdiğim bahçedeki binanın duvarına yapıştım. Yaralı adam binanın diğer tarafında, kasabanın içerisinden geçen yolun kenarındaydı. Binanın arka kapısı olup olmadığını kontrol edip kilitli olduğunu öğrenince, az önceki yerime geri döndüm ve kasabanın içerisine doğru tekrar baktım. Adam görüş alanımdan çıkmıştı ama inlemesi devam ediyordu. Köşeyi döndüm, çok yavaş adımlarla ve hafif de eğilerek yola doğru ilerledim. Sanki her adımımda inleme seslerinin sayısı artıyordu. Yola artık çok yakındım; iki adım daha attım ve az önceki yaralı adamı tekrar gördüm. Yardım etmeli miydim? Tam “bakar mısınız?” diye seslenecekken bir silah sesi geldi ve adam bir anda o tarafa döndü. Silah sesiyle birlikte ben de yere atladım ama olan biten her şeyi görebiliyordum. Ses kasabanın dışından gelmiş gibiydi ve deminden beri yaralı şekilde ilerleyen adam birden hızlandı ve sese doğru koşar adımlarla gitmeye başladı. O uzaklaştığı için biraz rahatlamıştım. İlerlemek yerine biraz daha bekledim ve birkaç metre yanımdaki duvarın üstüne çıktım.
Çıkar çıkmaz kasabaya doğru bakt… siktir! Sesin geldiği yere doğru onlarca adam gidiyordu! Bazıları koşuyor, bazıları biraz daha yavaş hareket ediyordu belki ama, hepsi az önceki yaşlı adama benziyordu. Daha uzunları da vardı, kısaları da. Hepsi birkaç dakika içerisinde kasabanın diğer ucundaki tek başına kalan ışığın oraya doğru gittiler ve gözden kayboldular. Bir kasaba dolusu hasta? Belki de deli? Jake’in bizi getirdiği yer onlarca delinin olduğu bir yer miydi?
Kalbim küt küt atmaya devam ediyordu ve hava hafifçe aydınlanmıştı. Bir an açlıktan halüsinasyon görüyorum diye düşündüm. Ama hayır, bu yaşananlar çok gerçekti ve halüsinasyon olamayacak kadar da saçma. Duvardan indim, az önce saklandığım binanın arkasındaki içi boş çöp kutusunun içerisine girdim. Sabaha kadar beklemeli ve burada neler döndüğünü risk almadan anlamalıydım.