The Messenger - İnceleme

Elçiye zeval olmaz

Heyecanıma engel olamayıp pattadanak diye sonuca atlayacağım için kusura bakmayın lütfen ama bunu baştan söylemek zorundayım. Platform oyunlarını seviyorsanız, Metroidvania’dan büyük keyif alıyorsanız ne yapın, ne edin, bu oyunu alın. Almakla kalmayın, benzer durumdaki arkadaşlarınıza da hararetle önerin, onlara da aldırın. Çünkü bu oyun çok güzel!

Aslında ne var biliyor musunuz, belki de bu noktadan sonra bir inceleme yazmam bile gerekmiyordur. Bir ihtimal “Eser gibi metroidvania manyağı biri bu oyunu böyle tavsiye ediyorsa olay bitmiştir, hemen cüzdanımı kapayım” demiş olabilirsiniz. Öyle yapsanız ne güzel olurdu, en ufak pişmanlık yaşamayacağınızı garanti ediyorum. Hatta yılın en iyi metroidvania oyunuyla tanıştırdığım için bana meyve sepeti eşliğinde teşekkür mektubu bile gönderirsiniz belki. Ama durun ben yine de diğerlerini de ikna edeceğim şimdi.

Ninja Gaiden değil mi bu?

Oyuna bir Ninja Köyünde, acemi bir Ninja olarak başlıyoruz. Tam eğitim almak üzereyken köye bir anda şeytanlar saldırınca işler değişiyor. Kehanette yazılı olduğu şekilde Western Hero (Batılı Kahraman) diye biri gelip baş şeytanı kaçırtıyor ve elimize bir parşömen tutuşturuyor. Görevimiz bu parşömeni Glacial Peak dağının zirvesine ulaştırmak ve oradaki üç kahini bulmak.

The Messenger’ı oynamadan önce yorumlara bir göz atmış ve aşırı övüldüğünü görmüştüm. Haliyle beklentilerim de çok yüksekti. Oyun tam bir NES oyunu gibi başlıyor; 8-bit grafikler, müzikler, Ninja Gaiden gibi bir platform oyunu. Cloud-stepping diye bir teknik öğreniyoruz başta, bir yere vurup ikinci kez zıplamamızı sağlayan bir teknik ve oyun da biraz bunun üzerine kurulu işte. Müzikler süper, o harita senin, bu harita benim ilerliyorum. Arada boss dövüşleri var çok güzel ama gerisi bildiğimiz platform. Yeni haritalara geçtikçe bazı kısımlar zorlaşmaya başlıyor, boss’lar daha dişli. Yavaş yavaş sona yaklaştığımın farkındayım, dağa varmak üzereyiz. Eh diyorum, güzel bir oyunmuş ama abartıldığı kadar da değil. Sonuçta daha güzel platform oyunları da gördük ama dediğim gibi nostaljik grafikleri ve müzikleri beni kendine bağlamayı başarıyor. Sanırım oyun sürem 2,5 saat falan, bir yandan defterime notlar alıyorum, diğer yandan kafamda oyun için bir not beliriyor. 7 falan veririm muhtemelen diye düşünüyorum.

Ama o da nesi, sona geldim, oyun bitti sanırken dağdan aşağı iniyoruz. Yeni bir harita. E devam edelim bakalım, doğru ya daha baş şeytanı dövmemiz gerek. Oradan oraya hoplamalı, arada kazandığımız yeni yetenekleri (duvara asılı kalma, pelerin açıp havada süzülme, dartlı ip kullanma) kullanarak ilerlemeli platform oyununa devam ediyorum. Her haritada ayrı müzik çalıyor, müziklerin muhteşem olduğunu söylemiş miydim? Neyse oyunun son bossuna geliyorum, kafamdaki not hala aynı. 7 verdim ben bu oyuna. Bu boss’u da indiriyorum, sanırım oyun sürem 4 saat.

İşte ondan sonra önce ‘bir şey’ oluyor, ‘ooo güzel bir plot twist’ diyor ve oyunun açılan ekstra bölgesini de bitiriyorum. Güzeldi hakikaten, şaşırttı ama notum olsa olsa 7+ olur.

Doktor, bu ne?!

Ne olduysa ondan sonra oldu. “Sürpriz o mu sanmıştın adamım” dercesine oyun öyle bir hal aldı ki neler olduğunu anladığımda “hasss” deyiverdim. Hatta deftere de aynen böyle yazmışım, hasss, üç s ile. Meğer daha yolun başındaymışım, oyun bir anda platformdan çıktı ve Metroidvania’ya dönüştü! 4 saatte bitiyor demiştim ya, oyunu bitirdiğimde oynama süresi olarak kaç yazıyordu biliyor musunuz? Tam 26 saat. Sevgili okur, ben bu oyuna hasta oldum.

Oyunun gerçekte sizi nasıl derin, nasıl uzun bir maceraya sürükleyeceğini anladığınızda eminim siz de çok şaşıracaksınız. “E sürprizi bozdun” falan diye de düşünmeyin, sürprizlerin ne olduğunu söylememek için özen gösteriyorum çünkü. Bu söylediklerim de spoiler sayılmaz, çünkü zaten oyunun yayınlanan fragmanlarında gösterilen bir detay. Ama yine de ‘her şeyi kendim görmeliyim’ diyorsanız yazıyı bu noktada okumayı kesin bence, ikinci paragrafta oyunu neden almanız gerektiğini nasılsa anlattım. Gidin, alın, oynayın, boş verin incelemeyi.

Hala burada mısınız? O zaman benden günah gitti.

Şöyle ki oyunda ufak bir zaman yolculuğu olayımız var ve bu zaman yolculuğu yalnızca haritadaki bölgeleri kısmen değiştirmekle kalmıyor, oyunun grafikleri de 8bit’ten 16bit’e geçiş yapıyor. Sırf bu da değil, oyunun müzikleri de bir anda 8bit’ten 16bit’e geçiyor zaman değiştiğinde. Haritaların bazı yerlerinde zamanı değiştiren kısımlara gelince grafikler ve müzikler arasındaki değişimi incelemek için bir sağ, bir sol yapmak acayip keyifli.

Platformdan metroidvania’ya keskin bir geçiş

Bu değişimle birlikte bu noktaya kadar lineer olarak oynadığınız oyun bir anda çeşitli bölgelere portallar yoluyla geçebildiğiniz, elde ettiğiniz yeni yetenekler sayesinde daha önce gidemediğiniz yerleri keşfe çıkabildiğiniz, eğlenceli karakterler eşliğinde görev peşinde koştuğunuz inanılmaz bir oyuna dönüşüyor işte. Mesela sıvı üzerinde yürümenizi sağlayan ayakkabı buluyor ve artık o geçemediğiniz lavların üzerinden yürüyebiliyorsunuz. “Gerçek görüş” kazandığınızda daha önce zifiri karanlık olan bir harita bir anda oynanabilir hale geliyor.

 

Oyunun kontrollere verdiği tepki çok iyi, resmen milim keskinliğinde atlamalar yapabiliyorsunuz. Ben platform oyunlarında bu tür şeylere çok önem veriyorum, kazma gibi kontrolleri olan bir karakter çok can sıkıcı olabilirdi çünkü. Öldüğünüzde bu %99 ihtimalle kendi hatanızdan kaynaklanıyor, bu yüzden oyuna da pek küfredemiyorsunuz.

Tamam canım hemen üzülmeyin, tabii ki küfredebiliyorsunuz! Çünkü oyunun bazı kısımları hayvan gibi zor. Özellikle de opsiyonel Power Seal toplama kısmında bazı odalarda saç baş yolduracak tasarımlarla karşılaşacaksınız. Sonlara doğru göreceğiniz bir ‘kaçış sahnesi’ de yine rahatlıkla küfrettiren cinsten. Ama oyunun zorluk eğrisi gerçekten çok iyi dengelenmiş, kolay bir oyun olsa bu kadar zevkli olmazdı. Oyunun tüm başarımları kazanmaya çalışmak da ayrı keyifli.

Mırıl, mırıl, mırıl

Oyunun müziklerini çoktan övdüm değil mi? Bir kez daha öveyim, çünkü şu an bu satırları yazarken bile bir yandan ‘dükkan’ kısmında çalan melodiyi mırıldanıyorum. Dahasını söyleyeyim, ben oyunu oynarken genelde arkamdaki koltukta yayılıp derslerine hazırlanan eşimin de (öğretmenlik böyle bir şey) çoğu yerde melodiye mırıl mırıl eşlik ettiğini fark ettim. Müzikler işte bu kadar akılda kalıcı, bu kadar güzel ve retro ruhuna selam çakan cinsten.

Dükkan demişken… Oyunda karakterinizi geliştirdiğiniz ve içinde bulunduğunuz bölge hakkında bilgi aldığınız (ayrıca oyunun otomatik kaydolduğu) bir dükkan var. Bu aslında bir nevi checkpoint ve içeri girip mavi cübbeli elemanla muhabbet edebiliyorsunuz. Karakterimizle bu cübbeli arasındaki muhabbetler o kadar komik ki o kadar olur. Oyunun yazım kısmı acayip kaliteli ve esprili, bir çok yerde cidden kahkaha attırmayı başardı. Mesela elemanın uyarısına rağmen defalarca dolabı açmaya çalışın bakalım neler olacak.

Bazı oyuncular aynı bölgeleri tekrar oynama zorunluluğunu sıkıcı buluyor olabilir ama bu çoğunlukla metroidvania’ların özünde olan bir şey. “Yeni yetenekler kazan, aynı bölgeleri dolaş, yeni yerlere ulaş” mantığı beni sıkan bir şey olmadığından oyunun bu yönüne bir eleştiri getirmeyeceğim. Oyunu iki kez oynadım, ikisinde de “hadi bitsin artık” dedirtmedi. Ama o konuda uyarımı yapmış olayım, aynı yerleri birkaç kez geçmek zorunda kalmak canınızı sıkabilir.

Ah biraz da fazla düşman olsaydı

Bunun dışında en büyük eleştirim düşman çeşitliliği konusunda olacak. Yeni bölgelerde bazen bir iki yeni düşman ekleniyor ama oyunun başından sonuna kadar çoğunlukla hep aynı tiplerle karşılaşıyoruz. Alev atan sarı şeytan, ağır ağır yürüyen yeşil şeytan, taş atan mavi şeytan her tarafta karşımıza çıkıyor. Bir noktadan sonra çoğunu sallamıyorsunuz bile, öldürmeye bile gerek duymadan üstlerinden atlayıp geçiyorsunuz. Düşmanlar biraz daha çeşitli ve daha zor olsaymış o zaman tadından yenmezmiş.

Yine de bu kusurlar The Messenger’ın bu yıl oynadığım en iyi Metroidvania olduğu gerçeğini değiştirmiyor. “E hani Dead Cells vardı” diye soracak olursanız, Dead Cells roguelike/roguelite türünde olduğu için o da yılın kendi kategorisinde en iyisi der, böylece yalancı çıkmam. PC için 32 liralık fiyatını (hatta şu anda indirimde 22,4 lira) da düşününce The Messenger’ı türe ilgi duyanlar için kaçırılmayacak bir oyun olarak nitelendirebilirim. Evet yapabilirim bunu, hatta yaptım bile.

Bu yazı daha önce Oyungezer dergisinde yayınlanmıştır.

SON KARAR

Başlarda düşündürdüğü gibi NES tarzı bir platform oyunu olsa bile çok güzel olacakken, bir anda bambaşka ve nefis bir şeye dönüşüveriyor The Messenger.

The Messenger
Harika
9.0
Artılar
  • Gerek 8bit, gerek 16bit grafikleri çok tatlı
  • Müzikler başlı başına efsane
  • Kontroller çok isabetli, hareketler yeterince organik
  • Oyun dünyası oldukça büyük ve çeşitli
  • Esprili diyalogları cidden çok keyif veriyor

 


Eksiler
  • Düşman çeşitliliği ileriki saatlerde biraz bayıyor
  • Aynı yerlere dönme zorunluluğu bazılarını sıkabilir
  • Boss’lar pek zor değil
YORUMLAR
Parolamı Unuttum