Babası Tyrell’in sözleriyle, “Parlak yanan alev çabuk söner” diyerek hem Roy Batty’yi hem de öfkesini anlatmak kolay olduğu kadar caiz de aslında. Tek boyutlu bir karakter olmasa da öfkesinin o tek sebebi, o tek devasa boyutuyla empati kurmak çok doğal. Hem fiziksel kabiliyeti hem de aklının erimi had safhada bir karakter olarak, kendi dünyasında yapabileceklerinin bir son kullanma tarihiyle sınırlanışına isyanı çok anlaşılabilir. İnandırılmaya çalışıldığının aksine kudreti yüzünden uçucu bir hayata mahkûm değil bu adam; kısa yaşamasına, onun (ve onun gibilerin) taşıdığı potansiyelin ne kadar büyük olursa olsun çöpe atılmasına bir imalathanede karar verilmiş.
“Yapay zekâ bilinç kazanır mı, insan gibi duygulara sahip olur mu?” sorusunun cevabı Replicant’lar olmuş Blade Runner evreninde. Her şeyi ürünleştirip gittikçe daha kalitelisini üreten insanlığın, imitasyonu Replicant’ları da mükemmelleştirerek kendinin çok üzerine çıkabilecek bir kabiliyete getirmesi elbette beklenildik. Hayata tozpembe bakamayacak kadar uzun süre insanlığını icra etmiş hiçbirimize kaş kaldırtmayacak bir detay da boynuzun kulağı geçmemesinin, yapay bir limitasyonla garanti altına alınması. Nexus 6 jenerasyonundan bir android olan Batty’nin de arasında bulunduğu pek çok Replicant, zanaatkârına isyan edemesin diye 4 senelik bir kelebek ömrüne mahkûm edilmiş. Roy Batty bu bağlamda halkın, halk bile sayılmayan en altın da altı tabakasını temsil ediyor. Ona çekilen muamele, vaizlerin öteki dünyada ödül vaatleriyle sömürdüğü köylülerden de beter… Yaşanmaz hale getirdikleri karanlık dünyanın elit sınıfı, ona verilen zamanla mutlu olmasını salık veriyor. Tyrell, ona “şükret” ediyor.
Blade Runner’ın bu en teatral sahnesinde, Rutger Hauer’in Roy Batty senfonisinin kreşendosunda, antik çağların bilgelik sembolü olan baykuşu seyircisi ettiğini görüyoruz. Daha fazla yaşam elde etmeye olan umudu tekrar ve tekrar kırılan adam, sessiz bir öfke patlaması yaşıyor. Batty, ona bahşettiği zaman için alaylı bir minnettarlık sergilercesine önce dudaklarından öptüğü Tyrell’i, başparmaklarıyla gözlerini oyarak öldürüyor. Bu fazlasıyla manidar, çünkü Blade Runner geleceğinde, gözlerin belli açılarda yaptığı parlama, bir kişi ya da hayvanın “sahte” oluşunu ele veren en birincil belirti. Aynı şekilde bu garip ışığın yokluğu da bir insanın insanlığının en büyük ispatı… Batty gözlerini alarak Tyrell’in hayatını kısa kestiğinde, bir yerde onun insanlığını da ondan çalmış oluyor. Hemen sonrasında da baykuşun kafasını çevirip, sahteliğinin ışığıyla Tyrell’in yalancı bilgeliğini bir kere daha gözler önüne serişini görüyoruz. Roy öfkesiyle hareket eder, ona kibar davranan birini katleder görünse bile aslında ahlaki olarak çürümüş değil; ortadan kaldırdığı şeyin bir hakikati yok çünkü.
Elbette Batty’nin kuşlarla işi burada bitmiyor. Başarısızlıkla sonuçlanan hayat soygunu için topladığı ekipte en son ölecek kişi oluşunun yasını tutması ve huzura ermesi gerekli. Damla damla üzerinden süzülen terlerin de anlattığı ateşinden ferahlayabilmek için üzerini çıkarışı ve uluyarak, ömrünün ancak sonunda ayak basabildiği Amerika toprağının bir yerlisi gibi ava çıkışı da Batty’nin yas ritüeli haline geliyor. Sevgilisinin kanını iki hıçkırarak dudaklarına sürüşü, o zamana kadarki üzerinde gördüğümüz psikopat kabuğunu sıyırıp atıyor. Yaşamı arayışı bencil bir dünyaya kazık çakma isteği değil de, olduğu gibi haklı bir isyan olarak görünmeye başlıyor göze. İstediğini alamıyor belki ama bu başarısızlık yetersizliğinin bir ürünü değil; Deckard’ın peşinde attığı her adımda, avını yakalayacağını hissediyorsunuz. Yakalıyor da zaten ama planı farklı; çatıdaki geçirdiği son anlarında, hem avucunun içindeki Deckard’ı hem de avucunun içindeki güvercini, unutulacağını düşündüğü yaşamının son tanıkları olarak serbest bırakıyor. Gerçek bir insanın kaldıramayacağı koşullarda bulunmuş, çıplak gözleriyle göremeyeceği şeyler görmüş bir Batty, karşısında nutku tutulan bir Deckard’a ve bize, sinema tarihinin en unutulmaz vedalarından birini ediyor. Son ana kadar bir kötü, bir düşman gibi gösterilen bir karşıt güç, insanlığı sergileyerek zaferini kazanıyor.
42 Kelime Roy Batty’nin akıllara kazınmasını sağlayan şey, elbette ki ölmeden önceki monoloğu. Bu monoloğun bu kadar etkili olmasının sorumlusu ise karakteri canlandıran unutulmaz oyuncumuz, bundan üç sene önce yaşamını yitiren Rutger Hauer. İkonik karakteri Batty’nin aksine 75 senelik, dolu dolu bir ömür geçiren Hollandalı aktör Hauer’in sahneye tek katkısı muhteşem oyunculuğu değil. Zira kendisi yönetmen Ridley Scott’a haber bile vermeden senaryodaki hali daha uzun ve teatral olan monoloğu kesip biçiyor. Sadeleşmiş haliyle çok daha etkili ve ayrıca ölmekte olan birinden gelmesi çok daha muhtemel olan sözler, “insana” olağanüstü olan anların, insanüstü dayanıklılığa sahip bir android için ne kadar sıradan olabileceğini anlatıyor bizlere. “Yağmurdaki gözyaşları gibi” kısmını da aktörlüğüne talim etmeyen Hauer kendisi ekliyor ve bilimkurgu sinemasının en önemli ve en güzel tiradı ortaya çıkıyor. |
Şu lanet olası berbat bilim kurgu noir filme hala cyberpunk film diyen cahiller var, yuh bu nasıl bir cahillik emenike LEL. :)