Aslında Gris’i ne kadar sevdiğimi, beni kendisine nasıl hayran bıraktığını incelemede anlatmıştım zaten. Ama benim için o da yetmedi. Sonra ne zaman bu oyunla ilgili bir haber olsa, yine aynı heyecanla oyunu anlatmak istediğimi fark ettim. Hazır şimdi bir de yeni platformlara taşınırken, bir kez daha kendisine duyduğum hayranlığı sizlerle paylaşayım istedim.
Anlatmaya başlamadan evvel bir spoiler uyarısı yapayım, âdet yerini bulsun. Ama bu oyunda zaten spoiler olarak görülebilecek çok da bir şey yok. Çünkü aslında hikayesi de yaşattığı tecrübe de kişiye özel olabilecek oyunlardan birisi Gris. Zaten beni en çok etkileyen yanlarından birisi de bu oldu. O yüzden, gönül rahatlığıyla giriyorum konuya; hazır mısınız bu yolculuğa?
"Kaç gecenin çölüdür bu ayrılık?"
Kimileri doğrudan anlatılan hikayeleri sever, kimileri dolaylı anlatımları tercih eder, kimileri her ikisinden de hoşlanır. Ben hikâyenin kendisini sevenlerdenim, nasıl sunulursa sunulsun. Yeri gelir her şey gözümüzün önünde olup biter, yeri gelir eşeleye eşeleye keşfederiz; bana her ikisi de uyar. Yeter ki; iyi bir hikâye, güzel bir şekilde sunulmuş olsun.
Bazen belli belirsiz bir hikâye söz konusudur; ne olup bittiğinden emin olmak çok zordur. Hatta zaman zaman öyle hikayelere denk geliriz ki; okuyana, izleyene, tecrübe edene göre biçim alır, yeniden yazılır. Bu tür hikayeler; okur/izleyici/oyuncu için kendi aksini gördüğü birer ayna gibi vazife üstlenebilirler veya kişinin farklı ruh hallerinde farklı anlamlar yükleyebildikleri birer ayna. Veyahut, kişinin dilediğince biçim verebildiği bir hamur.
İşte Gris de tam olarak böyle bir tecrübe vadediyor bizlere. Evet, ortada bir hikâye var, ama müphem, belli belirsiz bir şey. Onu anlamlandırmak biz oyunculara düşüyor. Biz bu heybeye ne yüklersek, yolculuk boyunca o gelecek bizlerle.
Oyunun hemen başında tanıştığımız genç kızımız, Gris’imiz, sesini kaybediyor. Daha doğrusu ondan sesini soluğunu alan, dünyasının renklerini soldurup onu siyah ile beyaza, siyah ile beyaz arasında savrulan bir çöle hapseden bir kayıp yaşıyor. Bu yolculuk; o kayıp sonrasında Gris’in yürüdüğü yolların, aştığı engellerin ve en nihayetinde sesine ve rengine kavuşmasının hikâye edildiği bir tablo.
İşte bu acıyı, hüznü, alışmayı, yüzleşmeyi, barışmayı, uzlaşmayı ve dahasını anlatan bu tablo insanın yüreğine dokunacak cinsten bir hikâye, mutlaka yaşanması gereken bir tecrübe bana soracak olursanız.
"Yalnızlığı çok seversek, bir gün o da çekip gider mi?"
Bu arada bir parantez açmış olayım, Gris’te anlatılanın genel olarak “Yasın 5 Evresi” (İnkâr, Öfke, Pazarlık, Depresyon, Kabullenme) olarak bilinen Kübler-Ross Teorisi olduğunu da söyleyebiliriz. Bu yönüyle de zaten hem yaşadığımız veya yaşama ihtimalimiz bulunan farklı olaylara karşı duygularımızı yansıtması açısından kıymetli bir oyun bana kalırsa, hem de öğretici yönünün güçlü olduğunu düşünüyorum.
Gris’e hayran kalmamı sağlayan sadece anlattığı hikâye olmadı tabii, bu hikâyeyi nasıl anlattığına da hayran kaldığımı söylemem gerek. Görsel yönü zaten ilk bakışta dikkat çekiyor. Conrad Roset tarafından hayat verilen çizimlere ev sahipliği yapan oyunun her bir sahnesi tablo gibi. Boşu boşuna bir sanat eseri benzetmesi yapılmıyor bu oyuna. Zaten oynayanların büyük bir kısmı da oyuna harcadıkları zaman kadar süreyi ekran görüntüsü almaya harcamışlardır muhtemelen :)
Şakası bir yana, bu oyunun görsel tasarım konusundaki başarısı hakkında sayfalar dolusu yorum yapılır, makaleler yazılır. Burada sadece öyle büyük bütçelere ihtiyaç duymadan, minimal bir görsel tasarımı benimseyerek etkileyici sonuçlara ulaşılmasından bahsetmiyorum, elbette bu yönüyle de övgüyü hak ediyor. Ama bunun yanına bir de oyun tasarımı açısından önemli bir başarıyı da ekliyor Gris, oyunun hikayesiyle görselliği harmanlayan bir oyun olmayı başarıyor. Yasın 5 evresinde yol alırken, her bir evrede farklı bir renk, farklı bir dokunuşla karşılaşıyoruz. Finalde de zaten dünya rengini ve sesini yeniden kazanıyor.
"Sığındığımız konuşmalar kesecek mi ağrıyı?"
Hazır yeri de gelmişken, ses meselesine de değinmek uygun olur. Oyunda herhangi bir diyalog yok, sözcüklere ihtiyaç duymadan hikayesini anlatabilen oyunlardan Gris ve bunu da gayet iyi yaparak bu açıdan da övgüyü hak ediyor. Hatta bana öyle geliyor ki, kimi zaman bu tür bir yolculuğu tarife cümleler yetersiz kalabilir, tam da böyle susarak anlatmak gerekir bazen. İşte Gris de tam olarak bunu yapıyor, her şeyin olması gerektiği gibi olduğuna ikna edebiliyor sizleri.
Sözcükler yok ama tamamen sessiz bir oyun da değil tabii. Berlinist tarafından yapılan orijinal müziklere sahip ve bu müzikler de oyuncuyu hikâyenin içine çekmek, atmosferi sonuna kadar solumamızı sağlamak konusunda başarılı bir performans sergiliyor. Üstelik bu parçalar sadece oyun içerisinde yaşattıkları duyguyla beğendiğim parçalar değiller, oyun dışında da keyifle dinliyorum. Yani müzik konusunda da kocaman bir artı yazabiliriz Gris’in hanesine.
Aslında yazdıkça yazasım geliyor, ama bir sınır çekmem lazım artık, öyle değil mi? Toparlayacak olursak; hikayesiyle, görselliğiyle, müzikleriyle sizlere bambaşka bir tecrübe yaşatan, büyük ihtimalle etkisinden uzun bir süre çıkamayacağınız, hafızalarınızda yer edecek bir deneyim Gris. Bir oyunun kendisini çok sevdirebilmesi için bunun ötesinde neye ihtiyacı olabilir ki zaten? En azından benim için bu kadarı yeter de artar bile.