İlk Bakış: Avowed Oynadık!

Eora’yı kendi gözümüzden görmek bir başka…

Pillars of Eternity serisini gerçekten çok seviyorum. Öyle ki, iki oyunu da baştan sona defalarca oynadım. (Steam ikisinde de ayrı ayrı 300+ saat oynadığımı gösteriyor) O da yetmezmiş gibi oyunun evreni Eora’yı aşırı sevdiğimden tutup Collector’s Edition’ıyla gelen kitaplarını, novella’larını da hatmettim. Dahası, Josh Sawyer’ın yazmaya başladığı masaüstü oyunu kurallarını da hevesle takip ediyordum ama ne yazık ki devamı gelmediğinden hevesim kursağımda kalakaldım. Avowed’a karşı da ne kadar heyecanlı olduğumu tahmin edebilirsiniz herhalde. (Nitekim bunda da iki saatlik ana hikâye içeren demoyu 10 saate yayabilmiş olduğumdan Eora Kültür Elçisi ilan edilmeyi bekliyorum artık Obsidian tarafından)

İlk defa duyanlar ya da çok fikri olmayanlar için Avowed’ın ne olduğundan bahsedeyim öncelikle, çünkü aynı dünyada geçiyor olsa da oynanış ve tür olarak Pillars of Eternity’den bir hayli farklı kendisi. Avowed, bir FPS / RYO kırması. Lafı dolandırmaya hiiiç gerek yok, hepimizin aklından aynı benzetme geçiyor: Skyrim. Tabii şu noktada Bethesda’nın bile bir sonraki büyük Skyrim’i tatmin edici şekilde yapabileceği şüpheliyken (teşekkürler Starfield!) başka bir firmanın böylesi abidevi bir yükün altından alnının akıyla çıkabilmesi ihtimali şüpheli. Ama söz konusu Obsidian olunca bir umut ışığı görüyorum. Çünkü Bethesda’da olmayan bir şeye sahip Obsidian: Gerçekten ilginç ve güzel dünya, hikâye ve karakterler yazabilen yazarlara.

Tamam tamam, vallahi daha fazla laf atmayacağım ve ortalığı karıştırmayacağım bundan sonrasında. Gelin size Eora’yı ne kadar özlediğimden ve nelerle karşılaştığımdan bahsedeyim.

Yazım kalitesi ve dallanıp budaklanan diyalog ağaçları yine Obsidian’ın imzası haline gelen kaliteyi yansıtıyor. Diyalog tekeri yapıp her oyunda daha da basitleşen ve saçma şekilde modernleşerek dibi gören bazı eski RYO devlerinden sonra ilaç gibi geliyor vallahi!

Havasını, toprağını özlediğim Eora’m…

Avowed’a başlarken bir RYO klasiği olarak tabii ki önce karakterimizi yaratıyoruz. Karakter yaratma ekranı çeşitlilik açısından hiç fena değil. Hikâyemiz Pillars of Eternity 2 sonrasında geçiyor, karakterimiz de aradan geçen bu süreçte artık daha bile nadir görülür olmuş bir Godlike. Tabii Godlike aslında bir ırk değil de kondisyon gibi olduğundan aslında elf ya da insan olarak oynuyoruz. (Godlike’lar belli başlı tanrıların “seçilmişleri” diyebiliriz bilmeyenler için) Hangi tanrı tarafından “kutsandıklarına” (ya da bakış açısına göre, lanetlendiklerine) bağlı olarak çeşitli fiziksel unsurlar taşıyorlar. Obsidian burada akıllıca davranıp “Ya ben istemiyorum o kadar uğraşıp yaptığım karakterin kaşının gözünün üzerinde mantarlar, otlar bitsin. Clicker mıyım ben arkadaşım?” denmesin diye bu fiziksel unsurları kapatma opsiyonu da eklemiş karakter yaratma ekranına. (Tabii kapatsanız da hikâye gereği bu önemli olduğundan NPC’ler yine “Ya pardon ama senin yüzüne n’olmuş?” diye yorum yapıyor)

Karakterimizi yarattıktan sonra gerçekten de kısa bir “The Last of Us” sekansı izliyoruz bu arada. Yolda görseniz mıncırasınız geleceği şirin yaratıkların bile “Dreamscourge” adındaki vebayla ne hale geldiğini izlerken de Aedyr İmparator’u tarafından neden Living Lands’e yollandığımızı dinliyoruz: Bu veba nedir, ne değildir araştırmak ve çözümünü bulmak için atanmış Aedyr Elçisi rolündeyiz. Biz daha Living Lands’e ayak basamadan gemimiz batınca da canımızı zar zor kurtarıp bu ve daha nice gizemi çözmek için bölgenin kalbi olan liman şehri Paradis’e doğru yola çıkıyoruz.

Çıkıyoruz çıkmasına da… Living Lands bir hayli büyük, oyun alanı da keşfedilmeyi bekleyen tonla gizemi içerisinde barındırdığından çok doğrusal bir yolculuk olmuyor bu. “Şurada mağara varmış, bakayım bir…”, “Abov, ayı çıktı! Hoşt!” ve “Oo, haydut kampı! Basalım hadi!” derken tam anlamıyla bir o yana bir yana sürüklenmeye başladım ve bir noktada “Evet ya, bir şehir vardı benim gitmem gereken di mi?” diyerek rotayı özellikle ana göreve çevirmem gerekti. Hoş, şehre girdikten sonra da merak duygumu katlayan bir ara sahne eşliğinde “Oynadığınız için çok teşekkürler, Şubat’ta görüşürüz!” mesajı çıktığından bir önceki kaydıma dönüp etrafı keşfetmeye falan devam ettim. 2 saatlik içeriği 10 saate doğru o şekilde uzattım anlayacağınız. (Ama o sahne var ya o sahne… Merak ettim devamında ne olacağını çok! Ki bu da Obsidian’ın bu açık dünya FPS/RYO formülüne kendi sihrini katmayı başardığının en büyük kanıtı)

Oyunun sistem gereksinimleri bir hayli mütevazı. Minimum gereksinimlerinde AMD RX 5700 ve Nvidia GTX 1070 yeterli deyişinden belli oluyordu zaten. O yüzden de oyunun çıkışında Steam Deck ya da Rogue Ally gibi aletlerde yüksek verimli çalışacağını tahmin ediyorum.

Bu mütevazı yanına rağmen sanat ve mekân tasarımları gerçekten alabildiğine güzel duruyor. Arada ufak tefek bazı hatalara denk gelmiş olsam da oynadığımızın eski bir sürüm olduğunu hesaba katacak olursak oyunun çıkışında daha bir temiz ve performanslı olacağına şüphem yok.

Oyun Living Lands’te geçeceğinden Pillars of Eternity’yle çok derin bir bağı olacağını sanmıyordum, zira Living Lands önceki oyunlarda gördüğümüz bir yer değil ve bu zamana kadar anlatılanlara bakacak olursak nispeten izole bir bölge. Ancak sağı solu kurcaladıkça yüzümü gülümseten bağlantılar ve referanslar çıkmaya başladı. Mesela Deadfire’da ana karakterimiz The Watcher’ın elinde can veren Inquisitor Lödwyn’in bolca bahsi geçiyor, ölüm bile kendisini pek durduramamış belli ki. Yine Pillars 2’deki kartograf Sanza belli ki Eora’nın tamamını haritalamaya niyetli, zira burada da bizden keşif görevlerinde yardım istiyor. Ama benim en hoşuma giden ve en inceden yakaladığım referans Pillars 1’in en başınaydı: Limanda oğullarını arayan bir çift, Gilded Vale’da kız kardeşi Aufra’yı ziyarete giden kızlarından da haber alamadıklarından bahsediyor. O kadar dedim ya 300+ saat oynadım diye, “Bir dakika ya, ben bu ismi biliyorum…” diye kontrol ettiğimde bahsettikleri kayıp kızın oyunun en başında karavanda grubumuza geçici olarak katılan ve ne yazık ki daha eğitim bölümünü geçemeden can veren Calisca’nın ailesi olduğunu fark ettim. Bu gibi detaylar çok hoş; kör göze parmak saplamadan hafızamı harekete geçirip kendi başıma hatırlamamı tetiklemesi daha da bir tatlı. Oyunun kalanında da bu tarz referanslar ve hikâye kırıntıları olursa tadından yenmez doğrusu. Zira Pillars 2 sonrası Eora’yı nasıl ele alacaklarını çok merak ediyorum. Hele ki bazı seçimlerin bir hayli büyük sonuçları olduğunu hesaba katarsak…

“Bir elimle ateş topu atarken öteki elimdeki kılıçla da düşmanın hamlesini blokluyorum…”

Ya bu cümleyle zamanında masaüstü FRP oyuncuları olarak çok dalga geçtik falan ama… oyunda bunu yapmak çok keyifli, biliyor musunuz? Avowed bizi tek bir kalıba sokmaya çalışmıyor. Evet, karakterimizi yaratırken yine belli özelliklere puan veriyoruz. Ama sonrasında nasıl oynamak istiyorsak o şekil oynamamız için bizi salıveriyor oyun. Kılıç – kalkan ikilisiyle mi takılmak istiyorsunuz? Takılabilirsiniz. Bir elde tabanca, bir elde balta? Hay hay! İki elde tabanca birden olabiliyor mu? Neden olmasın ki? Büyü kitabı ve kılıç kombosunu ara başlıkta çıtlattım zaten…

Her silahın farklı bir olayının olması, yetenek ağaçlarının açık uçlu olması, çevreyle etkileşimler derken aksiyon açısından Avowed’ın eli bir hayli güçlü diyebilirim rahatlıkla. Açıkçası The Outer Worlds’ü genel olarak sevmiş ama bazen gereksiz dayattığı aksiyondan baymış biri olarak burada da benzer bir durum yaşanmasından endişeliydim ama oynadığım süreçte bir kere bile baymadım. Zira düşman çeşitliliği de gayet iyi ve kiminle, neyle dövüştüğünüz dövüşlere yaklaşımınızı ciddi şekilde etkileyebiliyor. Tabii ki en iyisi düşmanları tek tek üzerinize çekip yalnızken haklarından gelmek. Ama bazen etrafınız öyle bir sarılıyor ki, nereden kimin fırladığını kestiremiyorsunuz. Hele ki bir de sizin yapabildiğiniz her şeyi düşmanların da yapabildiğini hesaba katarsak, taktiksel çeşitlilik artıyor. Her şey derken gerçekten her şeyden bahsediyorum bu arada. Stamina’nız bittiğinde size bitirme hareketi de çekiyorlar, gözünüzü kapayıp elinizdeki silahı rastgele savura savura ilerliyorsanız bir güzel karşı atak yaıyorlar, ortamda büyücü ya da rahip varsa birbirlerini destekleyen, iyileştiren büyülerden de basıyorlar.

Büyü yapmak demişken, oyunun büyü sistemi Pillars oynayanlara garip gelmeyecektir ama Eora’yla Avowed aracılığıyla tanışacak olanlar biraz garipseyebileceğinden dolayı biraz açıklayayım.

Oyunda büyüleri bulduğumuz Grimoire’lar aracılığıyla yapıyoruz, haliyle elinizdeki kitapta hangi büyülerin bulunduğu sizin neleri yapabileceğinizi etkiliyor. Ancak yetenek ağacında Wizard kategorisi altında göreceğiniz üzere puanlarınızı bu alana yatırırsanız Grimoire’da bulunan büyüleri ezbere alabiliyor ve de güçlendirebiliyorsunuz. Özetle, büyü işlerine dalmak istiyorsanız bulduğunuz Grimoire’ları elde tutmak faydalı. Atıp satıp harcamayın aman…

Siz de buna karşılık çevre elementlerini lehinize kullanabiliyorsunuz. Suyun içindeki düşmanlara elektrik basınca topluca güzel cız bız oluyorlar mesela. Ya da dövüştüğünüz alandaki Magran’s Fury bitkilerinin tohumlarını üzerlerine düşürerek ateşe verebiliyorsunuz onları. Bu arada değinmeden geçmeyeyim, bu tarz numaralar dövüşte çok işinize yaramanın yanında keşif yaparken de süper iş yapıyor. Misal suyun üzerine Eye of Rymgrand tohumlarını düşürerek suyu dondurup kendinize platform yaratarak normalde ulaşamadığınız yerlere ulaşabiliyorsunuz. Sadece tohumlar aracılığıyla değil, buz büyüleri ya da benim oynarken bulduğum Drawn in Winter adındaki buzlu balta da aynı işlevi görüyor. Yaratıcılığınızı kullandığınız sürece sürekli yeni bir şeyler keşfediyorsunuz -ki bu da oyundan aldığım keyfi bir hayli perçinledi doğrusu.

Bu tarz çevresel etkileşimler için başvurabileceğiniz bir diğer yol da yol arkadaşlarımız. Bizim oynadığımız sürümde sadece Kai adlı Aumaua yanımıza katılıyordu. Kendi yetenek ağacına ek olarak mesela örümcek ağlarının kapattığı bir mağara falan görürseniz ona da “Beni yak, kendini yak, her şeyi yak!” diye komut verebiliyorsunuz; güzel oluyor o da. Ayrıca kamp kurduğumuz süreçte beraber antreman yapmayı seçerseniz belli bazı özelliklerinize kalıcı bonus vermesine de bayıldım!

Avowed’la geçirdiğim bunca süreçte beni aksiyon kısmında sinir eden yegâne şey Tam Ekran seçeneğinin olmamasıydı. Pencere ya da Tam Ekran Pencere seçenekleri vardı sadece. Ben orada arkebüzümü almış, düşmanın kafaya nişan almaya çalışıyorum, tam ateş edecekken… hop, fare imleci yan monitöre geçiyor ve o sırada ben görülüyorum; karmaşa çıkıyor, ana monitörüme geri dönmeye çalışırken etrafımı saran düşman tarafından tepeleniyorum!

“Bu The Outer Worlds’te de böyle miydi ya?” diye indirip özellikle baktım ama hayır, onda Tam Ekran seçeneği gayet de olması gerektiği gibi işliyormuş. O yüzden bunun bizim oynadığımız sürüme has bir yamukluk olduğunu düşünüyorum. Yine de not düşmüş olayım, ana oyunda ola ki düzelmemiş olursa beraber carlarız Obsidian’a.

Daha bahsedebileceğim, mevcut demoda gördüğüm bir ton şey var aslında ama biraz da elimdeki tüm malzemeyi bir anda harcamak yerine Şubat’taki incelemeye de bir şeyler kalsın istiyorum. Bütün heyecanıma rağmen serinin girdiği yeni yol ister istemez “Nasıl olacak acaba?” sorusu aklımı meşgul ediyordu. Bu detaylı bakıştan sonra artık daha bile heyecanlı olduğumu söyleyebilirim Avowed için. Oynamaya o kadar doyamadım ki, sanırım gidip Pillars of Eternity serisini bir kez daha döneceğim Şubat’a kadar…

YORUMLAR
Parolamı Unuttum