“Ve işte her şeyi kaybettim, ben artık bir siluetim.
Yakın zamanda unutacağın cansız bir yüz.
Gözlerim bıraktığın kelimelerden kurudu,
Kafamın içinde yankılanıyorlar, kalbimi kırdığından beri.
Kafamın içinde yankılanıyorlar, kalbimi kırdığından beri.”
Life is Strange – Before the Storm’un ikinci bölümü, üç saatlik lunapark treni gibi bir maceranın ardından, Daughter’ın Young şarkısındaki bu sözlerle bitti. Oyun beni ana menüye attığında ben de bittim…
İncelemeyi üçüncü bölümün sonunda yapmak istediğimden dolayı ikinci bölümden hikâye detaylarına değinmeden kısaca bahsedeceğim.
İlk bölüm, sezon kısa olacağı için, hızlıca karakterleri tanıtıp ana hikâyeyi rayına oturtmaya çalışırken ikinci bölüm öldürücü darbeyi çakıyor tam göğsümüzün ortasına. Chloe kendi dünyasının bütün yükünü sırtında taşıyan genç bir kız. Babasının ölümü, en yakın arkadaşı Max’in çekip gitmesi, “Üvey Hitler” dediği annesinin sevgilisinin eve taşınması (ah keşke Life is Strange'de yaşanacakları bilse!) ve kendisini anlamayan bir şehirde tıkalı kalması Chloe’nin yaşam isteğini her geçen gün tüketiyor. Bu bütün pisliğin içinde karşısına ansızın çıkan Rachel Amber, Chloe’nin hayatını asla geri alamayacağı bir şekilde değiştirmekte.
İkinci bölüm Chloe ve Rachel’ın Arcadia’dan kaçış planları yapması üstüne kurulu. İlk oyunda Chloe’nin neden Rachel’in kayboluşuna bu kadar üzüldüğünü tam anlamıyla anlayamasak da Before the Storm bu ikili arasındaki dinamiği en saf şekliyle ekrana yansıtmayı başarmış. “Bazen tepemin tası attığında etrafımda kimseyi görmek istemiyorum ama belki de tek ihtiyacım olan bana destek olacak biridir,” diyor Chloe. Evet öyle gerçekten de. Chloe sinir bozucu ve içine kapanık biri. İçindeki öfkeyi ve fırtınayı, hayatı ciddiye almayarak ve insanları kendinden uzaklaşarak kontrol etmeye çalışıyor. Kendisini rahat ve özgür zannetse de aslında kendi yarattığı cehennemde hapsolmuş durumda. Chloe'nin etrafına koyduğu ateş duvarını delebilen tek kişi de Rachel: Kendi hapishanesindeki bir mahkûm daha...
Bölüm, bir şekilde Chloe’nin de dahil olduğu, tiyatro sahnesinde tam anlamıyla zirve yapıyor. Blackwell Akedemisi'ndeki öğrencilerin William Shakespeare’in The Tempest’ini oynandığı bu sahne, Chloe ve Rachel arasındaki filizlenmeye başlayan aşkı ve Chloe'nin değişme isteğini o kadar güzel aktarmış ki... Chloe de biliyor ki bu nefret ve öfke içinde kaldığı ve beslendiği sürece asla bir yere gitmeyecek. Tek çare Rachel'la buralardan kaçmak. Ama Chloe'yi korkutan şey, zamanı geldiğinde hapishanesini terk edemeyecek olması. Zincirleri yok, kapısı açık ama ilk adımı atacak gücü içinde bulabilecek mi? Yoksa tüm gücünü nefretini beslemek için mi kullandı?
Her Life is Strange bölümünde olduğu gibi ikinci bölüm de sağlam bir sürprizle bitiyor. Keşke Before the Storm'u ilk oyundaki gibi 5 bölüm yapsalardı ama ne yazık ki elimizde sadece 3-3.5 saatlik bir macera daha kaldı. Before the Storm’un anlattığı ve anlatmak istediği binlerce hikâyesi var. Tıpkı ormanı yavaşça etkisine alan bir alev gibi, acele etmeden geliyor Chloe ve Rachel’ın sonu. Acele etmeden ama etrafındaki her şeyi küle dönüştürerek.
Not: İngiliz grup Daughter'ın oyun için yazdığı şarkıları kesinlikle dinleyin.