Life Is Strange: True Colors - İnceleme
Kimse renk vermiyor yav! Alex: Ha-ha-ha!
İlk LiS oyunu çıktığından bu yana koskoca altı sene geçmiş yahu. Hayat gerçekten de çok garip (kelime oyunu için özürler). Üstelik bu süre boyunca çıkan birkaç LiS oyunu da Deck Nine ve orijinal geliştirici Dontnod arasında Square Enix tarafından bölüştürüldü. Özellikle Chloe’nin merkezinde olduğu devam oyununun Deck Nine’a verilmesi ve mavi şimşek (!) Chloe’yi seslendiren sanatçıda değişikliğe gidilmesi insanları irrite etti falan filan ama oyun bir şekilde beklentileri karşıladı. Öte yandan Dontnod’un tekrar geliştirici koltuğuna oturduğu ikinci oyun o kadar da beğenilmedi; hatta benim adaş sevgili Tatari oyuna 6’yı verdi geçti. En son baktığımda Metacritic ortalaması da 70 falandı. Yani böyle “Dontnod’da kalsaydı keşke seri” gibi bir durum da yok ilginç bir şekilde bence.
Peki tüm bu curcunanın üstüne True Colors nasıl bir oyun olmuş? Açıkçası hem iyi yaptığı şeyler hem de kötü yaptığı şeyler var oyunun. Kesinlikle bir ilk oyun değil yani. Ama ufuktaki LiS Remastered öncesi Deck Nine’ın hem teknolojik anlamda hem de hikâye anlatıcılığında hünerlerini gösterdiği ortalama üstü bir iş olarak tanımlayabilirim rahatlıkla kendisini.
Colorado’ya hoş geldiniz!
Evvela ilginç bir bilgi: Deck Nine da aslen Colorado’lu bir şirket, dolayısıyla bu bilgiyle beraber True Colors için seçtikleri mekân pek de sürpriz değil. Üstelik elemanlar kendi memleketlerini de gayet iyi tanıtmış olmuşlar bu şekilde, çünkü True Colors’ın görselliği hem LiS hem de benzer türde bir oyun olan Tell Me Why’ın çok çok çok üstünde olmuş. Tabii ki Colorado da alelade bir yer değil, kendi doğal güzellikleri zaten göz kamaştırıyor ama işte bunun iyi bir görsellikle aktarılmış olması, oynayanın oraları ziyaret etme hevesini ciddi anlamda arttırmış; en azından benim arttırdı diyeyim. Oyunun geçtiği Haven Springs kurgusal bir yer ama ufak bir araştırmayla tipik Colorado kasabalarının birleşimi olduğunu göreceksiniz. Üstelik oyunda 2014’te esrar kullanımını yasal bırakan Colorado’nun bu özelliği de baya bir göz önünde, hatta önemli karakterlerden birisinin böyle bir dükkânı bile var. Gene her yerde Colorado eyalet bayrağını falan görüyoruz. Tekrarlamak gerekirse resmen turizm ajansı gibi çalışmış Deck Nine. İlk bakışta gerçekten ufak bir cennet imajı çiziliyor.
Peki bu cennet kimlerden müteşekkil, oyun neyi anlatıyor? True Colors, koruyucu aileye verilerek birbirlerinden ayrılmış iki kardeş olan Alex ve Gabe’in, yıllar sonra Gabe’in yerleştiği Haven Springs’te buluşmalarını konu alıyor. Açıkçası bu kısım Tell Me Why’a da birazcık benziyor. Hatırlarsanız orada da benzer bir koruyucu aile ve ayrı iki kardeş muhabbeti vardı. Öte yandan, bizim canlandırdığımız Alex Chen’in yılları psikiyatrlarla, ilaçlarla falan geçmiş çünkü onu özel kılan bir yeteneği var. Oyuna adını da bu yetenek veriyor zira kendisi etrafındaki insanların çok güçlü duygularını renkli bir aura olarak görebiliyor ve bu insanlarla onların yerine geçecek tazyikte bir empati kurabiliyor. Mesela fena halde kızgın birinin etrafında alev alev parlayan kırmızı aurasını görebiliyor ve hatta o kişinin öfkesini içinde hissederek sağa sola saldırabiliyor. Tabii ki o bunu ilk başlarda yetenek olarak göremiyor, daha ziyade bir lanet gibi hissediyor çünkü “normal” bir hayat yaşayabilmesine köstek olmuş bu durum uzunca bir süre. Sonuçta bir anda birini pataklarken bulabiliyor kendisini, o da haklı. Oyun boyunca bu yeteneğini daha da iyi kullanmayı öğreniyor neyse ki.
Bir yandan Alex’in biraz da kendini ve abisini yeniden tanıması ve bir yerlere aidiyet hissetme arzusu gibi bir “sil baştan başlama” serüveni de Haven’a gelişi. Özellikle ilk bölüm bu hissiyatı oynayana fazlasıyla vermeyi başarıyor. Alex’in yaşadığı tüm ikilemleri, sudan çıkmış balığa dönme hallerini ve dahasını siz de birebir yaşayabiliyorsunuz. Bu arada bölümler demişken, yanılmıyorsam LiS serisinde ilk defa tüm bölümler aynı anda yayınlandı. Bence bu şekilde daha iyi olmuş çünkü birazdan da değineceğim üzere ikinci ve üçüncü bölümlerin düşük temposu pek çok oyuncuyu oyundan koparabilirmiş maalesef. Her neyse, ilk bölümün sonunda öyle büyük bir kırılma anı yaşanıyor ki Alex’in tüm bu arafta kalma hali darmaduman oluyor ve kendisini yıllar yılı bir maden kasabası olarak anılmış Haven’ı adeta avucunun içinde oynatan Typhon şirketinin de dahil olduğu bir suç/gizem sarmalının içinde buluyor. Dolayısıyla Haven’ın o kadar da “cennet” olmadığı yavaş yavaş ortaya dökülmeye başlıyor.
Kim kimdir?
Muhtemelen True Colors’ın en çok övülecek yanlarından biri iyi yazılmış karakterleri olacak. Before the Storm’dan tanıdığımız ve FRP tutkusuyla ayrı bir sempatik olan Steph de burada ve ana karakterlerden. Hatta kendisinin epey ön planda olduğu bir LARP (live action role playing) sahnesi var. Gene Jed, Charlotte, Riley, Mac, Eleanor ve Ryan gibi karakterler gerçek hissettiriyorlar ve yapacağınız seçimlere verdikleri tepkiler de oldukça sahici olmuş bence. Seçimler demişken, gene serinin alameti farikası olan farklı yollar burada da iyi işletilmiş gibi duruyor (LiS 2 istisnasını unutmayalım tabii). Kritik anlarda kimin yanınızda durduğu, kimin sizi yarı yolda bıraktığı vb. birçok husus birkaç bölüm önce verdiğiniz kararlarla belirlenebiliyor.
Karakterlerin bu kadar sahici hissettirmesinin bir sebebi de başarıyla işletilmiş olan yüz mocapleri. Bazen karakterler tek bir kelime etmeden dahi ne demek istediklerini bir bakışla yahut bir dudak hareketiyle karşıdakine aksettirebiliyor. Mesela zamanında ilk LiS için yapılan “Niye mocap yok?” eleştirilerini abartılı bulmuştum ama burada yapılan işi görünce, bu eleştirilere geç de olsa hak verdim. Gerçekten inanılmaz fark ettirmiş. Öte yandan bu durum ufak dezavantajlar da yaratmış. Özellikle ikinci ve üçüncü bölümlerde tempo anlamsız şekilde düşüyor ve üstüne, sanki geliştiriciler bu mocap işini oynayanın iyice gözüne sokmak istemişlercesine diyaloglar arasına uzun sessizlikler ve haliyle bakışmalar vb. şeyler serpiştirilmiş. Üstelik bir yerden bir yere giriş çıkışlarda peydahlanan uzun yükleme süreleri de işin tuzu biberi olmuş maalesef. Neyse ki tempo son iki bölümde tekrar yükseliyor da bu hissiyat oyunun bitiş yazıları görüldüğünde pek hatırlanmıyor.
Birtakım sorunlar, birtakım güzellikler
Grafikler süper olmasına süper ama kaplamalar nedense yavaş yükleniyor. Genelde bende çok gecikmeli yüklendiler -yani fark edilecek ölçüde- ve o sinematik etkiyi biraz olsa da kırdılar. Neyse ki genel olarak kaliteli görsellik bu durumu ufak bir eksi olmaktan öteye taşımamayı başarmış.
Her yeri incik cıncık etmeye duyduğum heves sadece oyunu inceliyor olmamdan ya da başarımları kovalamaktan (bu arada başarımların açılması konusunda sorun yaşayanlar olduğunu duydum) kaynaklı değildi, ciddi anlamda oyun sizi buna itiyor. Sanırım temelde Alex’in samimi hissettiren yorumları için yapıyorsunuz bunu, çünkü kendisi tanımak isteyeceğiniz bir karakter ve bereket ki en saçma eşyaya yaptığı yorumla dahi kendisine dair bir parça da olsa bir şeyler keşfetmek mümkün. Gene serinin şu meşhur dalıp gitme anları da fazlasıyla etkileyici ve başlangıçta bayağı övdüğüm o Colorado manzaraları bu işi daha da bir tatlı kılıyor. Uzakta göğe doğru uzayan karlı bir tepeyi izlerken, arkada hafif hafif çalan müziği ve Alex’in durum değerlendirmelerini dinlemek oldukça keyifli olmuş. Birkaç kere ben bile dalıp gittim. Gene oyunun bütünündeki müzik kullanımını bir Tell Me Why’daki kadar etkileyici ve işlevsel bulmasam da kritik anlarda giren bilindik şarkılar acayip vurucu olmuş. Alex’in bir yerde Radiohead’den Creep’i öyle bir çalıp söyleyişi var ki ne desem boş. Of ki ne of kısacası.
Langırt, arcade makinesi ve LARP
Oyunun oynanış kısmına geldiğimizde ise manzara bir tık bulanıklaşıyor. Serinin diğer oyunlarında olduğu gibi burada da oynanış tarafında uzun uzadıya anlatılacak bir şey yok aslında ama buradaki vaziyet o genel eşiğinde altında kalmış sanki. Alex’in gücü her ne kadar ilginç olsa da oynanışa etkisi sadece auraya odaklan ve ondan çıkacakları dinle şeklinde ilerliyor. Hani bir Max’te olduğu gibi zamanı ileri-geri sararak çözebileceğiniz çok bir şey yok, her şey fazlasıyla düz. Hani Tell Me Why’daki kapı bulmacası kadarı bile yok. Ama işte etrafa ufak ufak serpiştirilmiş başka şeyler var.
İlki dairemizdeki arcade makinesinde oynayabileceğimiz Pac-Man tadındaki Mine Haunt ismindeki oyun. Gene Steph’le langırt oynadığımız ve epey saran bir kısım var. Bu langırt işi bayağı iyi olmuş ama zaten langırt her halükârda saran bir aktivite, övgüyü burada oyuna vermek ne derece doğru bilemedim :D Birkaç güzel detayı ve sondaki hayal sahnesi dışında LARP sahnesi de biraz çocuk bakıcılığı tadında olmuş maalesef. Yani oynanış açısından bir iki güzel fikir olsa da bence çok geri planda kalmış bu kısım.
Yine bazı anlarda yapmamız gereken işler çok angarya ya da anlamsız olabiliyor. Mesela bir yerde Riley ile konuşmamız lazım. Tamam, ufak kasaba ama minik detaylar keşfedebileceğimiz sosyal medya hesabımız ve telefonumuz nedense bu anda devre dışı kalıyor. Niye illa kasaba boyunca Riley’i aramak zorundayım ki ben? Aç bir telefon konuş. Ya da bir yere çağır, buluşun vs. Bir anda Riley’le buluşmam lazım deyip spesifik bir noktaya gitmek, onu aramak falan biraz tuhaf kaçmış. Aynı şekilde milletten sipariş almak, bilmem kimin kayıp viski şişesini, kedi oyuncağı ya da odamızda kıyafet aramaktan daha iyileri yapılabilirdi kesinlikle. Başka bir örnek olarak, birtakım hafıza sorunları yaşayan çiçekçi teyzenin gününü hatırlamaya yardım kısımları da tekdüze olmuş. Zaten sanırım ikinci ve üçüncü bölümleri düşüren de oynanışa en çok ihtiyaç olan anlarda bu gibi şeylerle karşılaşıyor olmak olmuş. Hani hikâye de tam bu sıralar tavsadığı için bu durum dikkat çekiyor, yoksa mevzular doludizgin gitse belki de bu kadar dikkatimi çekmezdi olumsuz anlamda, bilemiyorum. Tabii bunlar bir tarafa, sokaktaki rastgele insanların neler hissettiklerini okuyabilmek hoş bir detay olmuş. Herkes olmasa da birkaç kişi var böyle her mekânda.
Yazıyı bitirmeden son bölüme bir kere daha ayrı bir parantez açmak istiyorum. Senaryoda bazılarının abartılı bulabileceği bazı noktalar olsa da genel olarak bu son bölüm hem Alex’in geçmişine daha bir daldığı hem de buradaki sekansların fazla etkileyici olması sebebiyle fazlasıyla akılda kalıcı olacak bence. Oyunun düşen temposu son iki bölümde ciddi anlamda toparlanıyor hakikaten. Sırf buralar için bile Deck Nine’a şapka çıkarmak gerekir bence ve çıkarıyorum o şapkayı izninizle.
Kısacası LiS seven herkesin gönül rahatlığıyla şans verebileceği, güzel de bir hikâye anlatan ve özellikle LiS 2’ye göre çok çok daha iyi bir oyun olmuş. Muazzam görselliği ve duyguları aktarmada harika iş çıkaran mocapleri, iyi yazılmış karakterleri ile türü sevenler kadar hikâye ağırlıklı oyunları seven oyuncuların da göz atması gereken, kalburüstü bir iş kesinlikle. Yazıda değindiğim ufak tefek sorunlarına da nazarlık muamelesi yapalım bence.
Başlıklar
Yer yer hız kesiyor olsa da Life is Strange'in namı yürümeye devam ediyor!
- Harikulade görsellik ve harika Colorado sunumu
- Mocap olayı çılgın atıyor
- Başarılı ve samimi hissettiren karakterler
- Seçimler, seçimler
- Teknik sıkıntılar
- Tempo yer yer düşüyor
- Fiyatı