Eveeet. Geldik istismarın, asimetrik güç ilişkileri bağlamında suistimale açık alanların yarattığı tehlikeye sevk edici pozisyonların, insanın ısrarla ‘’Hayır!’’ diyemediği durumların onu sürüklediği handikapların, tacizin muhtelif biçiminin dizisi Baby Reindeer’a. Son dönemlerin global çapta en sansasyon yaratan dizisi Baby Reindeer. Netflix’te sürekli birbirini tekrarlayıp duran içeriklerin arasında, gerçek bir hikayeye dayanıp sahip olduğu diğer tüm unsurlarla da hemen göze çarpan, deneyimsel bir anlatı. Bu mini dizi; İskoç komedyen Richard Gadd’in asıl kahramanımız olan ve tüm bir hikayeyi sesinden dinlediğimiz "Donny Dunn" olarak ‘’kendinin kurgulandırılmış bir versiyonunu’’ canlandırmasıyla, bir çeşit oto-portre biçiminde platformda yerini alıyor. Ve 7 bölümden oluşan samimi, çıplak, cesur bir anlatı diline sahip olan bu oto-portre, 1. bölümden sonuna kadar odağı yalnızca kendisine kilitlemeli halde izleyiciyi adeta içine çekiyor. Dolayısıyla izleyenin Baby Reindeer’ı şipşak bitirdiğini/bitireceğini varsayıyorum.
Peki ama bu diziyi diğerlerinden ayıran ne? "Based on a true story" minvalinde bir ibare barındıran her dizinin gerçekliği, bizi böylesi sarsmıyor şüphesiz. Ve tüm bu gerçeklikler diyarındaki gerçek öznelerin kim olduğunun peşine -bir dedektif edasıyla- düşme tenezzülünde çoğu zaman bulunmuyoruz. Şovlarına şahit oldukça, komedi sektörünün pek de Lebron James’i olmadığını anladığımız, hatta matah bile sayılmayacak bir komedyenin komedi dizisi olarak başlayıp insan ruhunun uçsuz bucaksız karanlıklarına katman katman temas etmek, hem de bunu sinematografik açıdan çok başarılı bir atmosferin içinde psikanalizle yedirmek, öyle her dizinin başarabileceği bir iş değil. O zaman hazır buraya kadar gelmişken spoiler vermemeye çalışma gayretini şimdilik saklı tutarak, dizi üzerine azıcık muhabbet edelim derim ben.
Donny, 20’lerindeyken komedyen olma hayalleriyle İskoçya’dan Londra’ya taşınıp Londra’nın merkezindeki publardan birinde barmenlik yapmaktadır. Ve yine sıradan bir çalışma gününde, tıpkı diğer her gün gibi başlayan ama o günü sıradan olmaktan sonsuza dek uzaklaştıracak orta yetişkinliğinde bir kadın pub kapısından içeri doğru girer. O! MARTHA!
Bunun muhteşem bir hikaye olduğunu söyleyemeyiz ama eğer yapabilseydik ve Tolstoy’un ilgili önermesini geliştirebilseydik ‘’bazı muhteşem hikayelerin bazı manyak Martha’ların bazı Londra publarından birinin içine girip bara doğru oturması ve barmen ona ne içeceğini sorduğunda bunun için hiç parası olmadığı itirafını yapmasıyla başladığı’’nı söyleyebilirdik. Ve, bunun üzerine, o an! Tam o an. Donny’nin Martha’ya çay ikram edebileceğini söylediği o an. Bu teklif karşısında, Martha’nın Donny’nin gözlerinin içine gerçekten ilk kez baktığı o an. O küçük ilk şefkat, nezaket ve iyilik anı… Muhtemelen Martha’nın yerinde kim olsa Donny’nin ona da sunacağı ama anladığımız kadarıyla Martha’nın böylesine pek de alışık olmadığı o ilk sıcaklık anı. (Neden tanışmaları üzerinden çok da geçmeden aynı Martha, aynı barmene kimi insanların bavul toplayarak, kimininse aynı yerde çok uzun süre kalarak kaçtığını söyleyecektir? Ve bunun muhteşem bir hikaye olmadığı konusunda daha başından sizi uyarsam bile, Martha’nın Donny’ye atfederek ona binaen geliştirdiği bu nokta atışı tespit, yerindeliğinden ötürü (-mış gibi yapmamıza gerek kalmaksızın üstelik) niçin bu kadar muhteşemdir?)
Her neyse, tanışma anlarına geri dönelim. Ne diyordum? Ne kadar masum bir başlangıç, diil mi? Diil! Zira hikayenin başlangıcı bu olsa bile, pilot bölümün değil. Dizinin ilk sahnesi, Donny’nin polise gidip Martha’nın artık çığrından çıktığını anladığımız tacizlerinden duyduğu endişeyi ihbar etmesiyle başlıyor. Polis, bunun ne kadar zamandır sürdüğünü sorunca, işte o zaman tüm bir hikayeye, başlangıca, hatta bu hikayenin daha evveliyatına Donny’nin aktarımından sürüklenip, kapılıp gidiyoruz.
Peki nedir Martha’yı bu kadar tehlikeli yapan? Martha’yı bu kadar kaçılması, uzaklaşılması gerekli kılan nedir? İmla kurallarını adeta yerle bir edip içinden geçerek attığı 41.000 e-mail ve durmaksızın gönderdiği yüzlerce saatlik sesli mesajları mı? Her gün o bara gidip başta acelesi olduğunu söylemesine rağmen Donny’nin ona ısmarladığı içeceğe bile dokunmadan saatlerce Donny’yle orada muhabbete dalması mı? Donny’den hep bir şey bekler, bir adım umar bakışları mı? (Korkmayın, Martha’nın sempatizanlığını yapacak değilim ve bu soruyu onun eylemlerini yumuşatmak niyetiyle yöneltmedim elbette.) Saydıklarımdan tatmin olmadın mı sayın okuyucu? Yanıt: Elbette hepsi! Tüm bunların, bütün bunların hepsi! Hepsinin aynı anlarda bir arada olması… Ah, bu arada, ben değinmeyi atladım ama asla atlanamayacak denli bir önemli detay da Martha’nın avukat kimliğidir; zira hanımefendi bu şapkasından Donny’ye hatrı sayılır zamansal ölçülerde bahsedecektir, kâh statülü hatırlı hukukçu dostlarından, kâh içinde bulunduğu çok önemli kriminal dosyalardan, kâh bizzat baktığı Hollywood davalarından referanslar vererek… Zaten Martha, tüm eylemlerini başta hukuki sınırlar içinde tutarak gerçekleştirmiştir ve bir avukat için kanunun etrafından dolanmak, pek de güç bir şey değildir.
Peki Martha bütün bu karşılıksız beklentilerinin içindeyken, Donny’nin ona olan tavrı nedir? Donny, neyin içinde neyi yaşamaktadır? Dahası, Martha’ya karşı hiçbir fiziksel çekimi olmamasına rağmen, bunu, tüm bu ilgi alakayı, sonsuz sıkıştırılıp bunaltılmayı niçin kestirip atmamaktadır? Buna niçin bir son vermemektedir? Martha’nın Donny’ye saplantıyla bağımlı olması kadar -ya da hemen hemen onun kadar- Donny’nin de Martha’nın gözündeki Donny’ye bağımlı olması olmasındır bunun da yanıtı belki de??... Bir tarafıyla da Martha’yı çözmek, onun hastalıklı tabiatının öyleliğini anlamlandırmak istemektedir. Hiç çözmeye çalışmayı denedikçe, onu gözünüzde giderek büyüyen bir "tuzak" gibi algıladığınız biriyle tanıştınız mı? Böyle birini tanıdınız mı? Uzaklaşmanız gerektiğine dair, her sinyalde giderek daha da emin olurken, karşı çıkamaz şekilde içine çekildiniz mi?
Aslına bakarsak, Donny, hayatının bir dönemindedir. Bir "ses" bulma umuduyla kendi sesinin kısıldığı, biraz(?) kaybolduğu, ruhunun hasta olduğu, özgüven eğrisinin yerkürenin en alt katmanlarına kadar iniş yapıp magma seviyesinde filan takıldığı bir döneminde. Ve Martha -sağ olsun, var olsun.- tam da böyle bir zamanında yaşantısına dahil olur Donny’nin. Onun hasarlılığını da anlar hatta. Kalbinin kim tarafından kırıldığını bile sorar ona. ‘’Canın mı yandı?’’ değil, "Biri canını yaktı, di mi? Kim? Bir kadın mıydı? İsim ver!". Bunu yapanı merak eder; çünkü yapılanın bu olduğundan zaten emindir. Hiç değinmedikleri meseleler için kesin, keskin, iddialı bir ön kabul olarak yerini alır bu dinamik de aralarındaki ilişkide. Bir yalnızdan bir öteki yalnıza… Ve yalnızlık buram buram her yerde!
Martha’nın ısrarcılığının hukuki sınırlar çerçevesinde de bir tehlikeye evrilmesi, konunun ciddiyetinin açıkça dillendirilmesi, Donny’nin bir sevgili yaptığı zamana tekabül eder aşağı yukarı. Donny, tüm stand-up kariyeri ve Martha’nın tacizleriyle başa çıkmaya çalıştığı bu döneminde, bir de öz utanç duygularını idare etmeyi sağlamayı denemektedir, ha bir de tabii, aşkı. Teri, trans bir kadındır. Donny’nin back storysini bilenlerimiz için, sevgilisi Teri’nin trans olmasıyla ilgili bir anlam çıkarmayı (ya da çıkarmamayı) siz okuyuculara bırakıyorum sevgili okuyucular. Ama Teri’nin kendini bilmesinden, çizdiği sınırlardan, hayattaki duruşundan, neyin "mücadele"ye değer neyinse değmez olduğunu kendince saptamaya çalışmalarından yola çıkarak, benim oldukça etkilendiğim ve bir tür hayranlık geliştirdiğim, saygımı kazandığını düşündüğüm klinik bir psikolog karakter olarak kişisel dünyamda yer ettiği anekdotunu buraya, sizlere de düşmek isterim.
O halde artık biraz Martha’dan da öncesine gidelim ve birkaç yıl önce Donny’nin komedyenlik macerasının başlarındayken, Edinburg Fringe Festivali’nde karşısına çıkan ve şov camiasında önemli bir titre sahip olan manipülatif senarist Darrien O’Connor’la tanışma evrelerine yüzümüzü çevirelim. Benim bu diziyi bir taşikardi, göğüs darlığı dizisi olarak addetmem, Donny’nin 4. bölümde bu senarist adamla tanışmasına dayanıyor en çok. Eril hegemonya parametreleriyle yaşadığımız bu dünya dişlilerinde; gücünü bir öteki üzerinde gerçekleştirmek, test etmek, denemek, bu sayede de kendini doğrulamayı pekiştirmek isteyen, bir başkasını kelimenin anlamıyla ele geçirerek kendini daha da var hisseden ‘’erkek prototiplerinin’’ çokluğu, dünya için fazlasıyla alışılageldik ve kanıksanan bir durum. Ve Donny ile Darrien’ın arasında gelişen bu asimetrik güç ilişkisinin özeline indirgediğimiz çeperli döngüde, "av-avcı-kurban" metaforlarının kehanetlerinin kendilerini gerçekleştirmesi de kaçınılmaz oluyor kanaatimce. Kendini karşısındakinin onayını alarak önemli hissetmek ve böylelikle varoluşunu vurgulamak isteyen bir Donny’ye karşılık, muhtemelen Donny’nin pozisyonunda bunu daha onlarcasına yapma teşebbüsünde bulunan, yaş ve deneyim bakımından tecrübesiz, toy, körpe enerjili taze kanları seçip kendi inşasını onlar üzerinde bir daha gerçekleştirerek bir çeşit fetih arzusunu içgüdüsel bir yerden duyan bir Darrien. Darrienlarla empati yapmak istediğimi söyleyemesem bile, onları zamanla tanıdığımı hissettiğim parantezini de buraya açmak isterim. (Ve evet, bazen Darrienları zamanla tanımak, rastlaşılacak olası Darrienların oyunlarına gelmemekte etkili olup başka Darrienları tanımaya gerek bırakmama avantajını sağlasa bile, bunun bazen tek zorunlu ön koşulu için hayatınızın bir döneminde 1 Darrien tanımış olmak tatsızlığından geçebiliyorsunuz. 1 Darrien’ı tanımanın 1.000 Darrien’ı tanımamaya değer olduğu denklemini kurarak basit bir matematik hesabından avuntu bulunabilir mi peki sevgili okuyucu?)
Ne diyorduk? Kendi varoluşunu vurgulamanın peşine düşen, arayışı bu olan bir Donny diyorduk, di mi? Hepimizin istediğinin görülmek olduğu farazi konsensüsünden yola çıkarak, Donny’yi anlayabiliyoruz sanırım. Çünkü bazen tek ihtiyaçsadığımız; bize inanan birisidir, yapabileceğimize güven duyan, "içimizde aslında ne olduğu"nu bildiğini bize hissettiren birisi. Ne fevkalade ve ne tehlikeli! İşte, Donny’nin de bu arayışta, bulmayı umduğu buydu. Biraz destek, biraz görülmek, biraz hissedilmek ve biraz umut. Fakat günün sonunda ne umdu ve ne buldu? Kendine eklemek istedikleri mahiyetlerine karşılık, elinde bulunan bazı niteliklerini de feda edip kaybettiğini hissetti, sonra özgüvenini, sonra inancını… Sonra kaybedecek hiçbir şeyinin kalmadığını hissedecek kadar (**vardır öyle bir eşik), kendindeki iyi her şeyini de kurban etmiş gibi hissetti belki de kendini. Gönüllü vermek istediklerinin karşısında kendisinden zorla alınmaya çalışılan şeyler ruhunu incitti ve tüm kimliğini, kişiliğini tarumar etti. Artık yara almıştı, hasarlıydı ve aslında bunu ne kadar erken tanımlayabilirse, iyileşmek yolunda ilk adımını o kadar çabuk atabilirdi. Ama önce başka yollar denedi. Bazen yaşadıklarımızın canımızı o kadar da yakmadığına kendimizi ikna etmenin tek yolu, kendimizi edilgen kılmak olabilir ve bu da bizi, içinden çıkamadığımız sürüncemelerle dolu karanlık bataklık döngülerine saplatıp bırakabilir. Bir çeşit Stockholm Sendromu; ruhumuzu en iç, en kilit yerlerinden ele geçirebilir. Ve bazen, sırf bizden zorla alınmasın diye elimizdeki avucumuzdaki her şeyi kendi rızamızla veriyormuş gibi görünmeye aldırış etmeyebiliriz ve böylelikle de canımız yanmıyormuş ve tüm bu olanlar ruhumuzda hiçbir delik oluşturmuyormuş gibi davranabiliriz. Yanii, bazısının da aynı yerde çok uzun süre kalarak kaçtığını söyleyen Martha’yı, bir daha manidar şekilde alıntılamamda bir beis görmezsiniz herhalde?
Bu diziyi sadece bir göğüs darlığı dizisi olarak diil, peşi sıra da bir arınmanın, bir katarsisin, yüzleşilmesi gerekenin dışavurumunun dizisi olarak gördüğümü söylemeyi, siz buraya kadar gelmiş okuyuculara borçlu olduğumu düşünüyorum. Donny’nin kayıt altına alınıp internete sızdırılan ve içinde bir yığın itirafı barındıran gösterisinin akabinde, Martha’nın olayları tatsızlaştırıp tehditkâr bir motivasyonla Donny’nin ailesiyle iletişime geçmesi, izleyicinin kendi bünyesini sert, agresif ve dramatik bir yüzleşmeye hazır etmesi konusunda uyarsa bile, dizinin tam manasıyla döküldüğüm ve kalbimin eciş bücüş kaldığını hissettiğim sahnelerini de burada barındırıyor. Kendimizi tam da en kötüsüne hazırlamışken üstelik... infialli bir kargaşaya, başa çıkamayacağımızı düşündüğümüz bir bozguna... Tüm zihinsel tasarılarımız, bu türden olasılıklara hizmet ederken... Şefkati hiç ummadığımız anda, hiç ummadığımız yerde bulunca n’apıyorduk? Mesela iyileşiyor muyduk, iyileşebiliyor muyduk ve bu, mümkün müydü?
"Peki Donny’nin hayatından bir Darrien hiç geçmemiş ve Donny’ye yüzleşmesi gereken nur topu gibi bir travmayı hiç bırakmamış olsaydı, Donny ile Martha’nın ilişkisi şimdikinden ne kadar farklı olurdu? Donny, kendini tamir etmek için aracısı kıldığı Martha’nın gözündeki kendisine bu kadar ihtiyaçsar mıydı? Her eylemimiz, kendimize açtığımız bir parantez midir? İnsan, doğasını ele aldığımızda en fazla ne kadar karmaşıklaşabilir? Eylemlerimizi, etkinliklerimizi, niteliklerimizi silersek, bizden geriye kalan olur mu? Fail ile fiil, birbirlerinden ayrılabilir mi?" gibi sorularla bizi baş başa bırakarak, dimağımızda da büyüyen bir dizi oluyor Baby Reindeer. Karakter derinliği ve karmaşasını böyle sıkı bir çalışma şeklinde kurduğu için de esaslı bir takdiri sonuna kadar hak ediyor.
Ayrıca gerçek hayat Martha’sının kim olduğunun ifşalanmasının üzerine, onun da bir dava açma sürecinde olduğunu, hikayenin bazı kısımlarının gerçeği yansıtmadığı iddiasında bulunduğunu biliyorum. "Hangisi doğrudur-hangisi yanlıştır, hangi beyan esaslı-hangisi yalandır?" tartışmalarına girmeden, ben de sizlere yanıt almak maksadı bulundurmadığı için gerçek olmayan bir soruyu sorup bu yazıyı artık noktalamak istiyorum: "gerçek" dediğin nedir ki, bir yanılsamadan başka?