"Tatlım senin rengin sinema ışığıyla uymuyor, seni baştan yaratacağız."
Devamını oku21/05 EDIT: Bölüm 16 eklendi.
2022 yılında aralarında The Witcher 3'ün oyun ve sanat yönetmenlerinin de bulunduğu bir ekip tarafından kurulan Polonyalı Rebel Wolves, hikaye odaklı, karanlık fantastik aksiyon-RYO The Blood of Dawnwalker ile karşımıza çıkmaya hazırlanıyor. Bu ilk oyun Dawnwalker Saga'nın da ilk oyunu olacak.
Oyunun sinematik fragmanı bir hayli etkileyiciydi:
Sonrasında The Blood of Dawnwalker'ın Twitter hesabından oyunun lore'una dair kesitler paylaşılmaya başlandı. "Vale Sangora'nın Gizli Tarihi" adı altında yayınlanan bu kesitlerin dün altıncısı yayınlandı ve biz de şimdiye kadar yayınlanan parçaları Türkçe olarak paylaşmaya karar verdik. Yeni parçalar yayınlandıkça bu yazımıza onları da ekleyeceğiz.
I
Tek ve Gerçek Tanrı, her şeyi kucaklayan merhametiyle elimi sabit kılsın ve kalemimi yönlendirsin, zira bu sayfalara dökmeye niyet ettiğim şeyleri anlamak güç, tasvir etmekse daha da zor. Tanrı Şeytan’ın işlerini yazarken ruhumu korusun. Karanlıkla olan mücadelesinde zafer onun olsun, çünkü şeytanın Yaratılış'a sızdığını ve onu tanınmaz hâle gelene dek çarpıttığını kendi gözlerimle gördüm.
Ben, Albertus Taurinus. İtalya’nın Torino kentindenim. Elli bir yaşımda, vadinin lideri Knez Skender Dragosti'nin daveti üzerine Vale Sangora’ya geldim. O, kahramanca eylemlerini kaleme alacak bir alim arıyordu…
II
Uzun yıllar süren öğrenimime rağmen, Vale Sangora’nın adını ilk kez duyduğumda haritada yerini bile gösteremedim. Bu şaşırtıcı değildi, zira burası uzak, ulaşılması güç bir yerdi. Kudretli Karpat Dağları tarafından her yandan kuşatılmış bu vadiye yalnızca dar geçitlerden ulaşılabiliyordu ve bu da ancak yaz aylarında mümkündü. Lakin çok geçmeden öğrenecektim ki, bu geçitler o mevsimde bile tehlikeliydi.
Önceki başrahibimin hayır duasını alarak ve yüksek bir moral ile, silahlı muhafızlar ve hizmetkarlar eşliğinde Vale Sangora’ya doğru yola çıktım. İtalya’dan buraya varmamız iki ay sürecekti. Ancak yolculuk beklenenin iki katı sürdü - ve kafilemizin çoğu bu zorlu yolculuğu sağ salim tamamlayamadı.
III
Torino’da doğup büyümüş biri olarak dağlara ve onların barındırdığı nice tehlikeye yabancı değildim ve bu yüzden, küstahlıkla Karpatlar’ı aşmaya fazlasıyla hazır olduğumu düşündüm. Fakat Tanrı, bu kibirli düşüncem için beni cezalandırmayı uygun gördü. Geçişimiz boyunca hem aç hem de kurnaz kurt sürüleri peşimize takıldı; çığlarla boğuşarak ilerledik.
Rehberimiz Gheorghe adında sert mizaçlı bir adamdı. Israrla “dağ halkına” bir adak sunmamız gerektiğini söylüyordu; zira başımıza gelen tüm felaketlerin ardında onların olduğunu iddia ediyordu. Bense bunları pagan hurafeleri olarak görüp alaya aldım. Bugün bildiklerimi o zaman bilseydim, hiç şüphesiz bambaşka davranırdım.
IV
Yolculuğumuzun büyük bir kısmında medeniyete dair pek az iz gördük: Çoban barakaları, yol kenarına inşa edilmiş küçük sunaklar… Ancak bir gün, Vale Sangora’ya yaklaşırken, bodur çamlar arasında, ustaca yontulmuş ve üzerindeki boyaları dökülen devasa bir taş blok fark ettim. Bu taş, görkemli bir yapının parçası olmalıydı, tıpkı Sidonlu Antipatros'un bahsettiği kadim harikalar gibi.
Büyülenmiş bir hâlde, rehberimize bu taşın nereden geldiğini sordum. O ise bana karanlık bir bakış attı. Eğer bildiklerini anlatırsa ücretini iki katına çıkaracağımı söyledim, ancak Gheorghe bunu reddetti. Karpatlar’ın insanları sırları hakkında konuşmayı sevmezdi.
V
Svartrau’ya, Vale Sangora’nın başkentine vardığımda, ihtişamlı katedraline ve yukarıdaki kayalıkların üzerinde yükselen görkemli Greifberg Kalesi’ne hayranlıkla baktım. Burada, dünyanın sınırında, en yakın kasabadan kilometrelerce uzakta, sanki ait olmadıkları bir yerde duruyorlardı. Neden birileri buraya yerleşsin ki?
Cevap basitti: gümüş. Çevredeki dağlar gümüş bakımından zengindi ve bu soğuk parıltı insanları ateşe çekilen kelebekler gibi cezbediyordu. Kayalık yamaçlar maden girişleriyle delik deşik olmuştu ve kazmaların düzenli vuruşları gün boyunca vadide yankılanıyordu; tıpkı bir mahkûmun hücresinin duvarlarına vuruşu gibi...
VI
Svartrau'daki ilk günlerimde beni şaşırtan bir diğer şey, taş döşeli sokaklarında duyduğum dillerin çeşitliliğiydi. Rumence, Almanca, Macarca, İbranice - ve birbirinden ayırt edemediğim sayısız Slav lehçesi. Yahudi tüccarlar Tatar çobanlarla anlaşmalar yapıyor, Sırp paralı askerler Çek madencilerle bira içiyordu. Kendi kendime "adeta bir Babil Kulesi" diye düşünerek gülümsedim. Ama sonra o hikayenin nasıl bittiğini hatırlayınca keyfim kaçtı. Tanrı, sevgisiyle bize refah bahşedebilir, ama açgözlülükten nefret eder. Bu zengin şehri nasıl bir kaderin beklediğini merak ettim. Nasıl bir cezanın.
VII
Beni huzuruna çağıran Knez Skender Dragosti, çarpıcı bir izlenim bıraktı. Uzun boylu, yakışıklı ve her daim gösterişli kıyafetler içinde olan bu adam, soyluluğun adeta vücut bulmuş hali gibi görünüyordu. Ancak çoğu zaman olduğu gibi, görünüşler aldatıcıydı. Çok geçmeden Knez Skender’in acımasız bir hükümdar olduğunu keşfettim; hoşnutsuzluğa tahammülü olmayan, merhamet nedir bilmeyen bir zorbaydı. Başka bir senyör, madenlerden gelen geliri bir manastır yahut bir keşişhanenin inşasına harcayabilirdi belki, fakat Knez Skender bu serveti Greifberg Kalesi’nin altındaki zindanları genişletmek için kullandı. O karanlık, rutubet kokan hücreleri kendi gözlerimle gördüm - duvarları kan lekeleriyle bezeliydi.
VIII
Günlerimin çoğunu Svartrau Katedrali'nin arşivlerinde geçirdim. Daha ilk andan itibaren bu yapıdan hoşlanmadım – kuşkusuz ki çok görkemliydi, ancak iç karartıcı ve tehditkâr bir havası vardı. Tanrı'nın sınırsız sevgisini yansıtmaktan ziyade, günahkârlara karşı gösterdiği gazabı somutlaştırıyor gibiydi.
Katedralin perili olduğu ve kimsenin karanlık çöktükten sonra o uzun koridorlarında yürümeye cesaret edemediği söylentilerini duymak şaşırtmadı beni. Titreyen mum ışığında tozlu vakayinameleri okurken, ben de derin bir huzursuzluk hissediyordum. Orada sürekli izlendiğimi hissettim, ama yukarıdaki Gökler'den değil, aşağıdaki bilinmez Derinlikler'den...
IX
Vale Sangora, tarihi boyunca seyrek nüfuslu bir bölge olmuş olsa da, iki azize ev sahipliği yapmıştı: Aziz Mihai ve Azize Tyna. İlki asırlar önce yaşamış ve bir pagan olarak doğmuştu. Eski vakayinamelere göre, korkusuz bir şövalye olan Aziz Mihai dehşet verici bir canavarla savaşırken hayatını kaybetmişti.
Bir gün, onun can verdiği yere, adını taşıyan türbesinde bir mum yakmak üzere hacca gittim. Dua ederken aniden kan donduran bir uluma duydum. Kendi kendime bunun yalnızca bir kurdun sesi olduğunu söylemeye çalıştım… Ama içten içe, gerçeğin bambaşka olduğunu biliyordum.
X
Vadinin azizlerinden ikincisi olan Azize Tyna, sade bir çoban kızıyken mucize yaratan bir kişiliğe dönüşmüş. Rivayetlere göre, onun iyileştiremeyeceği hastalık, temizleyemeyeceği yara yokmuş. Bugün bile, insanlar onun kurduğu manastıra akın ederek lahitinin başında dua eder ve pek çoğu şifa bularak geri döner.
Ben de bu manastırı ziyaret ettim ve başrahibe Bernice Ana, kutsal kalıntıları göstermek için lahdin kapağını kaldırmayı kabul etti. İlk dikkatimi çeken, azizenin çökmüş göğsünün üzerinde parıldayan bir madalyon oldu. Uzanıp alma arzusuna - büyük bir zorlukla - karşı koydum.
XI
Başlangıçta, Vale Sangora halkı bana son derece batıl inançlı görünmüştü. Çobanlar, belirli yamaçlardan ve derin vadilerden uzak durmam konusunda beni uyarır; maden işçileri terk edilmiş galerilerde gizlenen dehşetlerden bahseder ve herkes karanlıktan neredeyse ilkel denebilecek bir hisle korkardı. Güneş batarken dağların doruklarına değer değmez, panjurların takırtısı ve kilitlerin metalik çınlaması duyulur, ardından derin bir sessizlik çökerdi.
Acaba neyden bu kadar korkuyorlardı? Derken, bir sabah vakti Svartrau'nun sokaklarında dolaşırken, o kadar feci şekilde parçalanmış bir cesede rastladım ki bir insana ait olduğunu anlamak bile güçtü...
XII
Knez Skender'in işlerini, bana emredildiği gibi yazdım; sözde erdemlerini övdüm, sayısız günahını ise görmezden geldim. Ama asıl ilgimi çeken, vadinin kendi tarihiydi. Burası, daha önce bulunduğum hiçbir yere benzemiyordu. Karanlık bir enerjiyle titreşir gibiydi; düşüncelerimi karıştırıyor, rüyalarıma sızıyordu. Gerçek dışı hissettiriyordu, tıpkı bir halk masalından, daha doğrusu, bir uyarı hikayesinden fırlamışçasına.
Şimdi bile öğrendiklerimi kaleme alırken, kimsenin bana inanmayacağından korkuyorum. Gelecek okuyucuların bu kitabı ateşler içindeki bir aklın hayal ürünü sayacağından, Vale Sangora'nın hiç var olmadığını düşüneceklerinden endişeliyim.
XIII
Yöre halkı bana kuşkuyla yaklaşıyordu. Sorularımı duyduklarında yüzlerini buruşturuyor, sanki yaralarına basmışım gibi irkiliyorlardı. Sırlarını öğrenmeye can atıyordum; onları konuşturmak için her yolu denedim, lakin çabam boşunaydı.
Ta ki, bir gün Laslea köyüne yolum düşünceye dek. Geniş dallı bir kayın ağacının gölgesinde oturmuş, buruşuk yüzlü, yaşlı bir adam gördüm. Adı Zdislav’dı ve köyün en yaşlısıydı. Kendimi ve yürüttüğüm çalışmayı tanıttığımda, çökmüş gözleri birden merakla parladı. Beni eliyle gösterdiği kulübesine davet etti. “Ağaçların kulakları vardır,” diye fısıldadı kapıyı arkamızdan kapatırken.
XIV
Laslea'lı Zdislav’ı defalarca ziyaret ettim. Yağlı koyun postlarına sarınmış, közlerin kızılımsı ışığında ve dumanların arasında oturur, hikâyelerini anlatırdı. Sözleri, eski çağların altınlar ve renkli tüylerle bezeli korkunç savaşçılarından, ay ışığıyla yıkanmış zirvelerde savaşan solgun hayaletlerden, kedi gözlü, çatallı dilli ve iğne gibi dişlere sahip orman halkından, kanla dolup taşan kadim harabelerden bahsederdi. Boynuzlu dağ yaratıklarını ve bataklıkların içinde atlar kadar büyük kertenkelelerin yaşadığını anlatırdı. Zdislav’ı saatlerce dinledim; kalemim tıslayan sesine eşlik edercesine parşömen üzerinde dans ederek.
XV
Bir keresinde Zdzislav’a, anlattığı hikâyelere gerçekten inanıp inanmadığını sordum. Vale Sangora’nın karanlık ormanları gerçekten de yaramaz perilerin yurdu muydu? Kıvrımlı patikalarında gerçekten de bir zamanlar onurlu kahramanlar ve gizemli büyücüler mi yürümüştü? Gün batımında gölgelerden çıkıp kanımızla beslenen, kana susamış likholardan* gerçekten korkmalı mıydık?
Bir an sessiz kaldı, düşüncelere dalmış gibiydi. Sonra, yün kaftanının düğmelerini çözdü ve bana boynunu gösterdi. İki küçük, yuvarlak yara izi gördüm – tam da damarlardan birinin üstünde. Ve böylece, tüm sorularım yanıtını buldu, tüm şüphelerim yok oldu.
* Likho, Slav mitolojisinde kötü kader ve talihsizliğin somutlaşmış halidir. Tek gözlü bir yaratık olarak tasvir edilir ve genellikle siyah giysili, yaşlı, zayıf bir kadın şeklinde betimlenir.
XVI
Vale Sangora her ne kadar gözlerden ırak olsa da dünyadan bütünüyle kopmuş değil. Dün Konstantalı bir tüccar geldi - giysileri lime lime olmuş, sesi korkudan titriyordu. Şehrinde orman yangını gibi yayılan bir vebadan bahsetti. Sokaklarda can veren insanlardan, taşan toplu mezarlardan...
Knez Skender, Svartrau Katedrali'nde bir dua nöbeti emretti. Kişisel günah çıkarıcısı Rahip Florin'in öncülüğünde, vadideki tüm din adamları gece gündüz dua edecek; gökyüzüne yalvararak bu belanın buraya uğramadan geçip gitmesini dileyecekler. Bu yüzden şimdilik, umarım sadece birkaç haftalığına bu kitabı yazmaya ara vermem gerekiyor.
Tanrı hepimizi korusun.

















Güzel seri, teşekkürler ogz.