The Alters - İnceleme

“Gördüğüm en janjanlı oyun” - Bir baba

Anılarım beni verdiğim kararları, gösterdiğim davranışları az ya da çok değiştirmiş olmayı dilediğim pek çok çıkmaz sokağa sıklıkla götürüyor ve insanoğlu olarak henüz zamanda çift yönlü ilerleme yöntemleri geliştiremediğimizden, her seferinde buralardan çıkmak zorunda kalıyorum. Takıntılardan mustaribim; her çıkışım geri geri ve ayak sürüyerek. Her seferinde gözüm hiçbir yere varmayacak o yolun bittiği yere, annemlerin ölmeden bir nefes öncesinde yalnız kendinin gördüğü eceline takıldığını fısıldaştıkları dedeminki gibi takılı kalıyor. Zihnimdeki böyle böyle bilinçli yol kaybedişlerimden bazılarında da bundan 8 sene öncesinin Haziran ayında Taksim’de, Varuna Gezgin’de oturduğum bir güne gidiyorum. O günün bulanık çehresini gözümde tekrar canlandıramıyorum belki ama sarf edilip kulağımda takılı kalmış birkaç cümlesi ve tenimin unutamadığı harikulade bir meltemi var. O günden bu yana tenimi okşayan hiçbir yaz esintisi, o günkü kadar tatlı gelmedi bana ve sırf o esinti için bile olsa, diğer pek çokları kadar içimi kemiren o anıya geri dönmekten kendimi alıkoyamıyorum. Orada kristalleşmiş bir şey var çünkü ve o kusursuz yapıyı elleriyle sıkı sıkıya kavrayıp asla bırakmamış bir benle karşılaşıp “nasıl gitti?” diye sormayı çok istiyorum. Bunu yapamıyorum, yapamadığım için de anca “Allah bu Quantum’u kahretsin” diyebiliyorum…

Bir ben var benden dışarı

The Alters’ın ana karakteri Jan Dolski, ben ve benim gibilerin arayıp da bulamadığımız keşkeleriyle yüzleşme fırsatını en umutsuz anında yakalıyor. Uzak bir gezegene, dünyanın kaynak sorunlarını kökünden çözecek Rapidyum isimli bir madde uğruna yollanan ekipten tek sağ kalan kendisi çünkü. Yaklaşan radyasyon fırtınasından kaçma gerekliliği bir kayanın üstüne oturup “neden mürettebatın tamamı öldü de bir tek Jan hayatta kalabildi?” sorusuyla kafa kaşıma dürtüsüne ağır basıyor ve kontrolünü teslim aldığımız karakterimizle koştur koştur kendimizi tekerlek şeklindeki şirket üssüne atıyoruz. Yeryüzü ile iletişim sağlanıyor, çıkışı yok görünen durum anlatılıyor ve hattını düşürebildiğimiz şirket kodamanı, “o gemideki Quantum bilgisayarı boru değil” diyerek aklımıza kurt(veya daha doğrusu koyun) düşürüyor. Doku gelişim hızını kat be kat artırdığı için peşine düştüğümüz, yaşam savaşı verdiğimiz izbe gezegende de bolca bulunan Rapidyum ile üssün Quantum bilgisayarını beraber kullanıp önce sevimli koyunumuz Molly’yi yaratıyoruz. Lakin bozuk iletişim kanalları yüzünden henüz tanışamadığımız, tek tük gelen sesinden anlam çıkarmaya çalıştığımız muhatabımızın aklında başka bir fikir var. Zaten tek başımıza ancak bir yere kadar kullanabileceğimiz, üstüne bir de motorları arızalanan üssü mobil hale getirmek için el mahkûm Quantum bilgisayarına olasılıkları hesaplatıyor, Jan’ın teknisyen bir kopyasını ortaya çıkarıyoruz. Oyun bu noktada, The Alters’ın anlatısını ve mekaniklerini etrafına kurduğu bu “alternatif hayat yaratma” konseptinin ilk uygulamasıyla gerçekten başlıyor.

The Alters, bünyesinde herhangi bir çatışma veya dövüşme barındırmayan, esas odağı olan anlatısını sosyal etkileşim, kaynak toplama ve üs yönetim mekaniklerinin etrafına ustaca örmüş has bir bilimkurgu oyunu. Oyunu en çok takdir etmek gereken noktalardan bir tanesi de bu, zira görünen o ki video oyun endüstrisi bilimkurguyu ele alış biçiminde belli kalıplara sıkışıp kalmış vaziyette. Post apokaliptik dünyalarda oyuncuyu derbeder etmek(Fallout, Stalker), onu bir bilim-korku hapishanesine kıstırmak(Dead Space, Resident Evil) veya destansı doneleri sebebiyle işleyişi bilimkurgudan çok uzayda bir fantazyaya benzeyen evrenlerde kahraman etmek(Mass Effect, Starcraft) sektörün sergilediği en popüler yaklaşımlar. Her oyunda savaşma eylemini öyle ya da böyle bulundurma takıntısının buna katkısı var. Bu takıntıyı üzerinden silkeleyip atmış olan The Alters ise, bir bilimkurgu eserinin temel fonksiyonlarının birini yerine getirebiliyor. İnsanlık halini, basit ve orijinal bir konsept ile farklı bir bağlama oturtup, bunun üzerinden merak uyandırıcı olmanın yanında felsefi ve duygusal yankısı yüksek sorular sorabiliyor.

Oyunu “has bir bilimkurgu” olarak nitelendirme sebebim de bu; Jan Dolski’nin hikayesi (ya da daha doğrusu hikayeleri) 60’lar ve 70’lerin kısa, kemiksiz Yeni Dalga bilimkurgularındaki tadı oyun formatına ödünsüz taşımış bir yapım.

Kendini sev, kendini tanı

Mevzubahis dönemin 200-300’er sayfalık romanlarındaki tempoyu 25 saatlik bir tecrübeye tavsatmadan taşıyabilmiş olmasını da mekanikleriyle sistemlerini, anlatısıyla sarmallı bir şekilde kurmuş olmasına borçlu. İlk kopyamızı yaratmak için Quantum bilgisayarına gittiğimizde, emekçisi olduğumuz Ally Corp.’un bu bilgisayarda Jan’ın bütün hayatının bir haritasını çıkardığını ve bu haritadaki önemli dönüm noktalarını işaretlediğini görüyoruz. Bu dönüm noktalarındaki metinler bize Jan’ın nasıl insan olduğunu ve o ana dek nasıl bir hayat sürdüğünü verimli bir şekilde anlatan, güzel yazılmış metinler. Alter yaratma işlemi, Quantum bilgisayarına “bu dönüm noktalarından bazılarında farklı kararlar verseydi Jan bugün hangi konumda ve nasıl bir insan olacaktı?” hesaplaması yaptırmakla oluyor. Bilgisayar simüle edilmiş anıları klonun vücuduna yerleştiriyor, Rapidyum onu hızlıca büyütme işini üstleniyor ve Jan’a da sahip olma şansını elinden kaçırdığı yaşamlarla karşı karşıya gelmek, onlarla uzlaşmayı öğrenmek kalıyor.

Uzlaşmak, oyunun hem en önemli mekaniği hem de en kuvvetli anlatım aracı. İlk alterimiz, sürekli kavga gürültü dönen evinden orijinal Jan’ın yaptığı gibi üniversiteye kaçmak yerine evde kalıp, anneyi yalnız bırakmayan ve problemli babaya rest çeken biri. Kendisi yeri geldiğinde yumruğunu masaya vurmasını bilen, maharetli bir teknisyen olmuş. Atara atar, gidere gider biri olduğundan, tüm hayatının bir simülasyondan ibaret olduğunu ve yedi saatte yaratıldığını öğrenince bunu hoş karşılamıyor elbette. Oyun bu noktada alterimiz ile etkileşime girmeyi bize öğretiyor. Huyuna gidip, geçmişteki ortak anılarımız üzerinden kendisi ile bağ kuruyor ve onu gerçek anlamda saflarımıza katmayı başarıyoruz. Bu en başta huyuna gidip ikna etme olayı sadece ilk kopyayı yaratırken gerekli, diğerleri yaratıldıklarında kendilerine has tepkiler de vererek duruma çok daha hızlı uyum sağlıyorlar. Ancak her birinin, yaşamının bir simülasyon olduğunu öğrenmeye verdiği tepki oyun geneline yayılmış ve mütevazı ancak harika yazılmış kendi kişisel görevleri üzerinden anlatılıyor. Bu görevler hem kopyalarımızı hem de onlarla etkileşime girerken kendiyle ilgili keşif veya açık ettiği şeyler üzerinden orijinal Jan’ı oyuncuya anlatmakta harikalar. Ayrıca her biri süresince onları veren kopyadan birer “hayat dersi” alıyoruz. Kararlılık, optimizm, pragmatizm gibi başlıklar ile menüdeki bir mozaiği şık bir şekilde tamamlayan bu karakter özellikleri, aynı zamanda yeni diyalog seçenekleri de açıyorlar. Bu sayede gerçek Jan’a, olabileceği kesin ama hiç olamadığı aşikâr insanlar ile empati kurdurarak, incelikle ve organik bir biçimde kendisinin daha bir bilge bir versiyonuna dönüştürmüş oluyoruz. Tek yumurtalı sosis partisinin sonu kişisel gelişime varıyor yani; The Alters, gerçekten terapi gibi bir oyun. Hayatınızı değiştirir mi bilmem lakin geçmişe takılıp kalanlardansanız, sağlam bir katarsis yaşatacağına ben bizzat kefilim.

Not: Konuyu kişisel gelişime getirdiysek, oyundaki kendimize şefkat ve anlayış göstermeyi öğrendiğimizi ima ettiysek her şey güllük gülistanlık da demedik. Gerek kendi hayatlarında başlarına gelenler gerek radyoaktif alanda madencilik yapmak gibi çevre koşulları, gerek de senaryodaki birtakım darboğazlardan çıkmak için verdiğimiz kararlar yüzünden, alterlerimiz ile aramızda anlaşmazlık çıkabiliyor. İş belki topyekûn isyan etmelerine bile varabiliyordur ancak The Alters nispeten optimist bir oyun olduğundan bu damara çok da yüklenmiyor, işlerin kendiyle yalnız kalan bir insan için ne kadar karanlık yerlere gidebileceğini keşfetmeyi amaçlamıyor. Bu yüzden kendi halinizden anlamak, “biraderlerle” iyi geçinmek kolay.

Elbette oyunun hikayesi kopyalarımız ile kurduğumuz etkileşimlerden ibaret değil. Bir yandan yeryüzündeki karakterle de iletişimimizi devam ettirip, kurtarma timi gelene kadar onların da huyuna gitmemiz, bizimle iletişime geçen sınırlı sayıda insandan hangilerine ve ne oranda güveneceğimize karar vermemiz gerekiyor. Günün sonunda alter yaratma işlemi etik olarak problemli bir durum ve sonunun nasıl biteceğini kestirmek oyunun ortalarında bile çok mümkün değil. Zaten muhataplarımızındın biri de derdi bizim can güvenliğimiz mi yoksa gezegendeki Rapidyum kaynağına erişmek mi kestiremediğimiz bir şirket kodamanı. Oyun da üç perdeden oluşan senaryosu süresince işin içine soktuğu yeni ters köşeler ile göz önündeki kritik konuları en iyi şekillerde sürüncemede bırakıyor. Güçlü finaline adım adım yaklaştırırken oyunu böldüğü kısa günler çerçevesinde de yukarı da bahsettiğim gibi kopyalarımızın hikayeleri ile bizi çok güzel besliyor. Final bloğunda da hem ilk andan beri yarattığı sorulardan cevaplanması gerekenleri tatmin edici yanıtlarla cevaplayıp hem de verdiğimiz kararların sonuçlarını bize gösteriyor. The Alters’ın anlatısı, bu yıl tecrübe ettiğim en güçlü anlatılardan biri olarak, yıl sonunda en iyi hikâye kategorisinde adaylık almasına kesin gözüyle baktığım seviyede kuvvetli.

Tekerleğin yeniden icadı

Oyunda anlatıyı çevreleyen şeyler ise kendi başına övülebilecek kalibrede değil, ona hizmet edecek ve yoluna çıkmayacak şekilde tasarlanmış. Bu yüzden The Alters’ın hayatta kalma ve üs yönetim mekanikleri çok gelişkin değil ve hangi açıdan baktığınıza göre oyunun en büyük eksisini de bu sayabiliriz. Hatırı sayılır bir kısmında üçüncü kişi kamerasından tek bir karakteri kontrol ettiğimiz bir oyun olduğu halde hiç fiziksel çatışma barındırmayıp, yine kendini keyifle oynatmayı başarabilmesi aslında takdire şayan. Ancak yapım tekrar oynanabilirliğini, farklı oyun tarzları değil, hikâyede yaptırdığı seçimler ve sonuçları üzerinden ön plana çıkarıyor. Bu yüzden oynanışı benzer yapımlara kıyasla basit kalıyor. Oyun boyunca tek bir amacımız var, o da mahsur kaldığımız, upuzun gecelere sahip gezegende gün doğumundan kaçıp, yeryüzünden gelecek arama kurtarma timi ile buluşacağımız noktaya varmak. Bir de yolda elden geldiğince Rapidyum stoklamak. Oyunun, tekerlek şeklinde üssümüzün ilerlemesini durdurup kontrolü bize verdiği her lokasyonda, önümüze aşması kolay olmayacak birer engel çıkıyor. Bulunduğumuz çevredeki anomalilerle cebelleşip kaynakları sömürerek teknolojiler geliştiriyor, güneşin ölümcül radyasyonu bize yetişemeden bu engelleri aşıp ortamdan tüyüyoruz. Oyunu aslında yolculukta değil, molalarda oynuyoruz yani.

Oyun mola fasıllarımızı yukarıda da söylediğim gibi günlere bölüyor. İdeal olarak (yani gece geç yatmadıysak) sabahın 7’sinde başladığımız bu günler süresince iki büyük meşgalemiz var. Bunlardan ilki yandan gördüğümüz üssümüzü ve kopyalarımızı yönetmek. Üssümüzü çeşitli ihtiyaçlara yönelik, farklı boyutlardaki modüller(aslında odalar) ile genişletip büyütüyor, onları dairenin içine sığdırma çabamızda da bir çeşit büyük çaplı envanter yönetimi yapıyoruz. Üssü kurarken spor salonu, park, eğlence odası, dinlenme odası ve kişisel kamaralar gibi görev odaklı değil, refah odaklı modüller de kurmamız lazım. Yapısıyla meşgul olmadığımız zamanlar da üssü bizzat dolaşmaya çıkıp, bazen kendimiz bazen kopyalarımızla yeni teknolojiler araştırıyor, alet edevat ve erzak üretiyoruz. Gözümüzü arızalanan modüllerin üzerinde tutup bakımlarını ihmal etmezsek, arta kalan “mesai dışı” zamanları da biraderler takımı ile sosyalleşmek için kullanırsak üs içinde işler büyük oranda tıkırında gidiyor. Sosyalleşme işini de kopyalarımızla bira pongu oynayarak, kişisel görevlerini yaparak veya tüm ahali bir arada film seyrederek yapıyoruz.

İkinci büyük meşgalemiz de üs içinde o an yapılması gereken bir şey kalmadığında üzerimize koruyucu elbiseleri çekip dışarı çıkarak, bulunduğumuz çevrenin doğa koşulları ile cebelleşmek ve kaynak altyapıları kurmak. Oyunda standart metal, zenginleştirilmiş metal, mineral, organik, rapidyum olmak üzere beş çeşit kaynak var. Haritada bunların yoğun olduğu noktaları tarayıcılar ile tespit edip, üzerlerine maden ocakları kuruyor ve bunları pilonlar yardımıyla üsse bağlayıp yine hem kendimiz hem de kopyalarımız aracılığıyla işletebiliyoruz. Kaynaklara ulaşmak her zaman için kolay değil, tırmanma ekipmanıyla eser miktarda dağcılık yapmamız, Işıksaçar adı verilen cihazımızla da radyasyon yüklemekten, belli bir alan içindeki zamanı hızlandırmaya veya giysimizin bataryalarını bitirmeye, çeşitli rahatsızlıklar veren anomalileri ortadan kaldırmamız gerekiyor. Keşif gezilerimiz sırasında atmosfere girerken ortalığa saçılan özel eşyalarımızı da bulabiliyor, üsse yanımızda alterlerimize verilecek anısı olan eşyalar veya onlarla izleyecek komik filmler ile dönebiliyoruz. Oyunla alakalı net bir sıkıntım varsa, yaptığımız doğa yürüyüşlerinin, bizi farklı biyomlara götürmüyor olması. Oyun boyunca farklı farklı taşlar, başka başka kayalar görüyoruz. Bu durum elbette olayların geçtiği ortama fazlasıyla uygun; sonuçta gezegenin yaşam değil ölüm getiren bir güneşi var ancak bence yine renk kullanımında ve yer şekillerinde daha yaratıcı takılınsa olurmuş. Oyun boyunca oyuncuya siyah kaya, kahverengin kaya, bej kaya göstermemek uğruna sınırlar biraz zorlanabilirmiş.

Oyunun oynanışı günün sonunda bundan ibaret. Zamanın gerçek hayattakinin aksine iş yaparken hızlandığı, eğlenirken de yavaşladığı bu rutin akış, yeni açılan diyaloglarla sıkça bölünüyor ancak tahmin edebileceğiniz gibi bu burada insanı oyundan uzaklaştırmak yerine oyuna bağlayan bir faktör. The Alters’ın yazımı harika olup yeterli dozda kullanıldığından, kolaylıkla kendini tekrara bağlayabilecek oyun günleri anlatının gıdınıza attığı bir sonraki ufak kancaya kadar ilgiyle ve keyifle aştığınız şeyler haline geliyor. Tekdüzeliği oynanış tarafında kıran, manyetik fırtınalar dışında pek bir şey yok. Bunların hazırlığını tamir kitleri ve radyasyon filtreleri üreterek önden yaptığınızda pek başınız ağrımıyor. Tepede Demokles’in kılıcı gibi sallanan(siyasi gönderme yaptım beğendiniz mi) ölümcül gündoğumu da size oyunun o sırada içinde bulunduğunuz kısmını bitirmeniz için bolca mühlet tanıdığından, The Alters standart zorluğunda stresli bir oyun değil. Neyin ne olduğunu bir kere kavradığınızda kendinizi rahatlıkla hikâyenin kollarına bırakıyorsunuz. Fragmanlardan oyunun gergin bir tecrübe olduğu izlenimini aldıysanız pek öyle olmadığını söyleyeyim. Bunun tek istisnası varsa, o da oyunun ortalarında vermeniz gereken önemli bir karar.

Ben Onur, kendimle değilse bile pembe renk ile barıştım

Oyunun teknik tarafta bir akarı kokarı yok. Standart bir Unreal Engine 5 oyunu olarak her girişte gölgelendirici oluşturulmasını bekletmek, alan geçişlerinde minik takılmalar olması, kenar yumuşatmadan kaynaklı minimal Ghosting problemi gibi şeylerden mustarip. Bu üç problemin üçü de kendi türlerinin en az rahatsızlık veren örneklerinden. Bunlara kıyasla daha fazla uyuz eden şey, haritadaki Rapidyum damarlarının verdiği garip efektin kare oranını çökertmesi. Ancak her dakika Rapidyum peşinde koşmadığımız için bu pürüzü de pek ofansif bulmadım. Süper çözünürlük ve kare oluşturma gibi seçenekler de dahil olmak üzere 15 civarı parametre barındıran ayar menüsü yeterli bir çeşitliliğe sahip. Işın izleme desteği ise yok. Ölçeklenebilirliğe gelince, en yüksek ayarlar ile en düşük ayarlar arasında da %35-40 civarı bir FPS farkı gözlemledim, o yüzden bu tarafta da oyununun benden geçer not aldığını söyleyebilirim.

The Alters, kendine seçtiği ton ve yaratmak istediği atmosfer çerçevesinde potansiyelinin tamamına yakınını keşfedip kullanan harika bir bilimkurgu eseri. Şu noktada ben dahil pek çok kişinin oyun sektörünü kurtaracağına inandığı, çapını bilen ama hedefini de on ikiden vuran o AA yapımlardan bir tanesi. Geçmişinin yakasını bırakamayanlara, bilimkurgu oyunlarının genelinde tam olarak nelerden mahrum bırakıldığımızı görmekle ilgileneceklere veya en basitinden harika bir hikâye deneyim etmek isteyenlere şiddetle öneriyorum. Çetrefilli bir yönetim ve hayatta kalma oyunu arayanlar ise başka adrese baksınlar.
 

SON KARAR

Orijinal konseptini yerinde kullanmak uğruna oynanışını bir tık geri plana atsa bile güçlü duygusal çekirdeği ile oyuncusunu etkileyen has bir bilimkurgu.

The Alters
Çok İyi
8.5
Artılar
  • Önünüze sürekli merak uyandırıcı ekmek kırıntıları bırakan etli senaryo
  • Kolay sindirilen ama bol düşündüren konsept
  • Anlatının yaptığınız seçimlere saygı duyup onları tatmin edici sonuçlar ile taçlandırması


Eksiler
  • Konsepte uygun bile olsa tekdüze kalan görsellik
YORUMLAR
Parolamı Unuttum