Syberia 1 ve 2'nin Tam Hikayesi

Kate Walker ile tanışmak için hiç de geç kalmadınız

Syberia 3 ile birlikte nihayet Kate Walker’a yeniden kavuşuyor ve onun peşinde bir kez daha bambaşka diyarlarda, bambaşka maceraların içinde buluyoruz kendimizi. Bu macera hakkında neler düşündüğümü inceleme yazımda bulacaksınız ama öncelikle kendimize şu soruyu sormamız lazım: Peki ama hikayemize kaldığımız yerden devam etmeye hazır mıyız? İlk iki oyunun üzerinden resmen 13 yıl geçmiş, bu kadar zamanda neler yaptığımızı hayal meyal hatırlıyor olmamız çok doğal. O halde ilk iki oyunu oynayanların “vay efendim hakikaten bunu da yapmıştık değil mi” diyerek anılarda yolculuğa çıkacağı, baştan oynamak isteyenlerin bir çözüm yazısı gibi kullanabileceği, ilk oyunları pas geçip Syberia 3’e dalmak isteyenlerin ise hikayenin geçmişini öğreneceği yazımıza hoş geldiniz.

Önce başlıca karakterlerimizi bir hatırlayalım

Kate Walker: Canımız cicimiz Kate Walker, Syberia oyunlarının ana karakteri ve kendisi aynı zamanda bizim yönettiğimiz karakter. Amerikalı bu genç avukat ile çıktığımız yolculukta varlığından bile şüphe duyduğu yerlere gidiyor ve gerçek doğasını keşfetmesine yardımcı oluyoruz.

Hans Voralberg: İnanılmaz zeki bir adam, önemli bir mucit ama beyni aynı bir çocuk gibi çalışıyor. Kafayı mamutları bulmak için kuzeye gitmeye takmış. Kuzeyde bizi bekleyen yerin ismi ise Syberia.

Oscar: Oscar, Hans’ın yarattığı bir otomaton (robot kelimesi kullanılmaya başlamadan önce robotlar için otomaton kelimesi kullanılıyordu). Oscar Kate’e yolculuğu boyunca eşlik ediyor ve yardımcı olmaya çalışmıyor. Kendisi bir robot olduğu için elbette her şeyi programlandığı kurallar çerçevesinde yapıyor ama buna rağmen Kate ile inanılmaz bir arkadaşlık bağı kuruyorlar.

Ivan: Romansbourg’daki serserilerden biri, hayattaki tek amacı kolay yoldan para kazanmak. Kate ve arkadaşları bulunduğu kasabaya gelince bunu müthiş bir fırsat olarak görüyor ve zalim planlarını uygulamaya koyuyor.

Igor: Igor da bir hırsız ama Ivan’la kıyasladığımızda oldukça saf, ama bir o kadar da kuvvetli bir adam. Aslında özünde kötü biri değil gibi, ama neden olduğunu tam olarak bilmeden kendini Ivan’ın planlarının içinde buluvermiş.

Youki: Youki fok ile kızak köpeği karışımı tuhaf bir yaratık. Kate ile hiç beklenmedik bir anda karşılaşıyor ve böylece kayıp kabilesini bulabileceğini düşünüyor. Bu yüzden Kate’i takip etmeye başlıyor ve beceriksizce de olsa ona yardımcı olmaya çalışıyor.

Patriarch: Romansbourg’daki manastırın lideri, tam bir bağnaz. Onun dünya görüşüne göre kadınlar evden dışarı çıkmamalı ve kirlettikleri için kutsal yerlere girmeleri yasaklanmalı. Şüpheci ve kötümser biri ama Kate ve Hans’ın yolculuklarına devam edebilmek için bir şekilde onun desteğini almaları gerekiyor.

Syberia I

Oyunda daha önce de belirttiğim gibi Amerikalı bir avukat olan Kate Walker’ı oynuyoruz. Kate oyunun başında bir oyuncak fabrikasının devir teslim işlemi için çok uzaklardaki bir Fransız köyü olan Valadilène'e gönderiliyor. Kurmalı-otomaton oyuncaklar üreten bu firmanın sahibi Anna Voralberg ismindeki bir kadın ama köye vardığımızda kendisinin cenaze töreni ile karşılaşıyoruz. Cenaze töreninde gördüklerimiz hep otomaton işte, bu kurmalı oyuncakların bir kısmı iyice gelişmiş modeller ve insanı andırıyorlar. Zaten köyün dört bir yanında da otomaton örnekleriyle karşılaşıyoruz: binaların tepelerinde duran ve kapıya yaklaşanlara şapka çıkarıp selam verenler falan var aralarında :)

İşlemleri tamamlamak için notere gittiğimizde ise Anna’nın ölümünden hemen önce öldü sanılan erkek kardeşinin aslında hayatta olduğunu açıkladığını öğreniyoruz. Bu durumda fabrikanın yeni sahibi Hans Voralberg olmuş oluyor ve haliyle bizim de işimizi layıkıyla yapıp kendisinin onayını almamız gerekiyor. Ne yazık ki başka seçeneğimiz yok: tıpış tıpış Hans’ın peşine düşmek ve onu bulmak zorundayız. Ufak bir araştırma sonucunda Hans’ın mamuta binmiş bir adamı gösteren tarih öncesinden kalma bir oyuncak bebeğin peşindeyken kaza geçirdiğini ve bu kaza sonucunda zihinsel engel sahibi olduğunu öğreniyoruz. Bu noktadan sonra Hans için hayatının tek amacı oyuncak bebekte gördüğü mamutları bulmak oluyor ve bu hayaline ulaşmak için de Syberia’ya doğru bir yolculuğa çıkıyor. Zaten Anna’nın mektubunun ikinci sayfasında da bize ‘Hans Syberia’da, hadi size kolay gelsin’ der gibi bir cümle vardı, buradan da anlıyoruz ki yolumuz uzun.

Neyse efendim Hans’ı bulmak için Anna’nın Hans’ın isteği doğrultusunda inşa ettiği kurmalı bir trene binmek zorundayız. Bu treni kullanacak olan makinistin ismi Oscar ve kendisi de bir otomat. Hem de sen sevimlisinden. Tabi Oscar bize öyle hemen yardım etmiyor, ilk önce güvenini kazanmak için Hans için büyük önem taşıyan iki eşyayı bulmak zorunda kalıyoruz. Bunlardan biri bir mamut oyuncağı, diğer ise kurmalı müzik kutusu. Sonrasında Oscar’ın kurallara uyma zorunluluğunun bir parçası olarak yolculuğumuz için bilet kısmını da hallediyor ve trene atlayıveriyoruz.

Trenin ilk durduğu yer Barrockstadt, burası bir üniversite ve tren istasyonu artık bir botanik bahçesine dönüşmüş. Burada durmamızın sebebi ise trenin kurma sisteminin anca buraya kadar dayanmış olması, yani kurma kolu bulup treni tekrar yola koymamız gerekiyor. Bu esnada üniversite rektörlerinin bizi görmek istediğini öğreniyoruz ama bu ikili bize öyle bedavadan yardımcı olmaya niyetli değiller. Onlara verecek paramız olmadığı için yardımları karşılığında bando sahnesini tamir etmeyi kabul ediyoruz. Üniversitede olmanın güzel bir tarafı da içinde bulunduğumuz macera hakkında bilgiler toplayabilmek. Mesela Syberia efsanesinin nereden geldiğini, sonracığıma tarih öncesinde Youkol halkının nasıl mamutlarla birlikte yaşadığını ve onları nasıl evcilleştirdiğini öğreniyoruz. Bunlar önemli bilgiler.

Bir sonraki durağımız ise iki dev işçi-otomatonun rayları gözlediği, Komünizm döneminden kalma bir maden işletmesi olan Komkolzgrad. Bu işletme Serguei Borodine isminde deli biri tarafından yönetiliyor ve çılgın Oscar’ın ellerini çalıyor! Neymiş efendim, koskoca madeni bir tiyatroya dönüştürmüşmüş, kendi piyanist otomatonunu çalıştırmak için el gerekliymiş ve Oscar’ın elleri bir mühendislik harikasıymış, çalmamış da ödünç almışmış. Mışmış diyorum ama gerçekten de öyle. Çünkü Serguei’nin aslında tek isteği delicesine aşık olduğu opera sanatçıcı Helena Romanski için mümkün olan en görkemli sahneyi hazırlamak. Tabi yine bize görev düşüyor çünkü yakınlardaki Aralbad’da bulunan spaya gitmemiz ve Helena’yı buraya getirmemiz lazım. Oscar’ın elleri yok, trenle gidemeyeceğiz, peki Aralbad’a nasıl ulaşacağız? Neyse ki Serguei bizi yakındaki kozmodroma yönlendiriyor.

Kozmodromda Hans’ın icat ettiği uçan kanatları kullanarak uzayda uçmayı hayal eden test pilotu Boris ile tanışıyoruz. Önce bu ayyaş arkadaşı bir güzel ayıltıyoruz ki bize bu uçan gemileri nasıl kullanacağımızı öğretsin, karşılığında biz de ona o uçan kanatları nasıl çalıştırabileceğini öğretiyoruz. Boris kanatları kullanmadan önce bize Serguei’ye güvenmememizi öğütlüyor ve bunun ardından Aralbad’a yola çıkıyoruz.

Aralbad’da bulduğumuz Helena artık şarkı söylemek için çok yaşlı olduğunu söylüyor bize. Dillere destan olan o sesini de kaybetmiş üstelik, eskiden olsa var ya tizlere çıktığı an bardakları kırarmış, camları aşağı indirirmiş. Tabi biz de Helena’yı ikna etmek için hala daha bardak kırabildiğini göstermek zorundayız ve bunu da barda hazırladığımız özel kokteyl ve şarap kadehi sayesinde hallediyoruz.

Komkolzgrad’a döndüğümüzdeyse Boris’in bizi neden Serguei’ye karşı uyardığını anlıyoruz. Helena gerçekten de çok güzel bir performans sergiliyor ama Serguei onu bırakmıyor, kendi şahsi opera şarkıcısı olması için esir ediyor kadını. Nihayetinde hem Helena’yı serbest bırakmayı, hem de Oscar’ın ellerini geri almayı başarıyoruz ama Serguie bu sefer de o dev otomatonu kullanarak trenin yolunu kapatıyor. Ama ne demişler, dinamitin çözemeyeceği sorun yoktur :)

Helena’yı Aralbad’a götürdüğümüzde ise büyük bir sürprizle karşılaşıyoruz. Spada bizi kim bekliyor biliyor musunuz? Hans Voralberg’in ta kendisi! Trenini ve Oscar’ı gördüğüne çok seviniyor ve nedense kız kardeşinin ölümünü pek umursamayıp kendisine uzattığımız fabrika devir teslim kağıtlarını bir çırpıda imzalıyor. Burada artık işimiz bitti, New York’a, o sıkıcı ve monoton hayatımıza artık geri dönebiliriz. Hans bizi kendisiyle gelmemiz için çağırıyor ve reddediyoruz. Ne yapacağız öyle eğlenceli bir macerayı? Hiç de öyle değil tabi ki. Uçağa binmeden önce son dakikada fikir değiştiriyoruz, geri dönüyor ve yine son dakikada trenin içine atıyoruz kendimizi. Artık bir işimiz yok, bizi bağlayan hiçbir şey yok aslında ve ve yaşlı bir adamın peşinde hayallerini gerçekleştirmek üzere yeni bir yolculuğa çıkıyoruz.


Syberia II

Syberia I bittiğinde aslında oldukça şaşırmıştık çünkü ne Syberia’yı bulmuştuk, ne de mamutları. Oyun sanki pat diye bitmiş gibiydi ama anladık ki Benoit Sokal aslında hikayeyi tek parçada anlatmak yerine oyunlara yaymayı tercih etmişti. Zaten oyunun ana menüsündeki Syberia Recap düğmesine bastığımızda bize ilk oyunun güzelce de özetini geçiyordu ki aradan geçen iki yılda unutmuş olabileceğimiz detayları hatırlayalım.

Oyuna başladığımızda trenle seyahat halindeyiz ve bu sırada geri planda Amerika’da yokluğumuzda yanıp tutuşan patronun ‘arayın onu, bulun onu’ diye yakarışını dinliyoruz. Aman onlardan bize ne, biz Hans’ın bize anlattıklarına odaklanalım. Buna göre Syberia aslında bir adaymış, okyanusta kaybolmuş bir ada. Bu adada dünyanın en uzun çimenleri varmış, karların içinde büyüyen tuhaf çimenler. Mamutların başlıca besin kaynağı. Tabi Hans bize bunları büyük bir şevkle anlatırken biz ne yapıyoruz “Hans hadi dinlen biraz, bak zaten acayip ateşin var. Syberia’dır, mamutlardır falan bunlar hayal yahu. Çocuk hayali bunlar” diyoruz. İşte tam o sırada şirketten telefon geliyor ve patronun sesini duyunca net kararımızı veriyoruz. Hans’a söz veriyoruz Syberia’yı bulacağımıza dair. Ve oyunumuz resmen başlıyor.

Bu sefer ilk durağımız Romansburg isminde bir kasaba ve treni tekrardan kurmamız ve biraz da kömür yüklememiz gerekiyor. Oscar’ın da yardımlarıyla bu kısmı hallediyoruz ama bu sırada Hans’ın durumu ağırlaşıyor ve bu halde yola çıkamayacağımızı anlıyoruz. Kasabadaki minik kız Malka bize manastırdaki keşişlerin Hans’a yardım edebileceğini söylüyor ama işte manastırın başındaki piskoposun yazının başında da anlattığım gibi çok katı kuralları var. Neyse ki bir şekilde kendisine ulaşmayı başarıyoruz ama bu sefer de adam bize Hans’ın artık yolun sonuna geldiğini söylüyor, boşver tıbbi yardımı, gel hadi bari ruhunu huzura kavuşturalım diyor. Yani bıraksak Hans sizlere ömür. Hans’tan manastırda Youkal ilaçlarını bilen birinin olduğunu öğreniyoruz ama adam çoktan ölmüş. Yine de defterini ele geçirmeyi başarıyoruz ve anlatılanlardan faydalanarak bitkisel bir çözüm üretiyoruz. Bundan sonra keşişler gitmemize izin vermemeye kalkıyorlar ama Hans’ın müstakbel tabutunu kullanarak dağdan aşağı kaymamıza engel olamıyorlar tabi.

Başımız beladan kurtulmuyor elbette. Biz mekanik at tamiri peşindeyken Ivan ve Igor isminde iki hırsız treni kaçırıyor! Amaçları bizden önce Syberia’ya ulaşmak ve orada bulacakları mamut dişlerinden deli para kazanmak. Trenin peşine düşmemizi sağlayan şey rayların üzerinde giden ufak bir araç ve bu araç sayesinde Youki ile tanışmış oluyoruz.

Nihayet treni yakalıyoruz ama tren fren yapınca üzerinden geçtiği köprü çöküyor ve biz köprünün diğer tarafında kalıyoruz. Youki’nin de yardımlarıyla nehirden karşıya geçmenin yolunu buluyoruz, hatta trene kadar bile ilerliyoruz. Bu sırada tabi yamacın tepesinde Ivan ve Igor’un kafamıza bir kaya atmayı planladıklarından habersiziz. Şansımıza Boris tam da o sırada uçağıyla birlikte çakılıyor. Buzuldan yukarı çıkıyor ve bir kez daha Boris ile buluşuyoruz. Trene ulaşabilmemiz için bize uçağın koltuk fırlatma mekanizmasını kullandırtıyor ve sonunda kendimizi trende buluyoruz. Ama o da nesi? Ivan ve Igor treni çalıştırmaya çalışmaktan vazgeçmişler, bunun yerine Hans’ı da yanlarına alıp bir kar motoruna atlamışlar. Bu ikiliye ulaştığımızda Ivan’ın mamut dişi bulmak için gezintiye çıktığını görüyoruz, Igor tek başına kalmış ve kendisi biraz yarım akıllı olduğu için onu korkutarak kandırmak hiç de zor olmuyor. Bu esnada Hans’ın çoktan kaçtığını öğreniyoruz ve Igor’u Ivan’ı yalnız bırakmaya ikna ediyoruz.

Ancak Ivan hiç de aptal biri değil ve şansına eline bizi öldürme fırsatı da geçiyor. Bunu tam gerçekleştireceği anda ise altımızdaki buz kırılıyor (şansa bakın) ve aşağıya, karanlığa doğru düşüyoruz. Uyandığımızda kendimizi Youkol halkının yeraltındaki köyünde buluyoruz. Hans da orada, ama artık ölmek üzere, hayata pamuk ipliğiyle tutunuyor desek yeridir. Onu kurtarmak için köyün şamanına gidiyoruz ve şamanın da yardımlarıyla Hans’ın rüyasına giriyoruz. Amacımız onu yaşamaya ikna etmek, pes etmemesini sağlamak. Hans’ın rüyasında yeniden Valadilene’deyiz ve Voralberg fabrikasına gidiyoruz. O zaman anlıyoruz ki aslında bu rüya geçmişte geçiyor; Anna ve Hans henüz daha çocuklar ve fabrikanın yönetimi de sert babalarında. Babası Hans’ı ceza olarak tavan arasına kilitlemiş. Yine hünerlerimiz sayesinde tavan arasına ulaşıyor ve Hans’ı buluyoruz. Hans çocukluğu ile yaşlılığı arasında gidip geliyor ve onu ikna etmeye uğraşıyoruz. Bize diyor ki “sevgili Kate, Oscar’a kalbini açmasında yardımcı olmanı istiyorum”. Oscar bize bir şeyler mi itiraf edecek, hayırdır ne oluyor diye düşünerek Oscar’a gidiyoruz ama kendisi bizden daha akıllı olduğu için mesajı hemen anlıyor. “Kate Walker, seninle tanışmış olduğuma çok sevindim” diyor. “Nasıl yani, anlamadım” diyoruz ve bu sefer de “Gerçekten de harika bir yolculuktu. Artık elveda deme zamanı” diyor. Yapacağı şey kendisini yaratan kişiye, Hans’a ‘canını’ vermek. Hans’ın bulunduğu yere gidiyor, metal aksamını açıyor ve Hans’ın bedeni için bir nevi koruyucu, yaşam destek sistemi haline geliyor.

Artık aradığımız şeye çok yaklaştık. Hans ve Youki ile birlikte bir gemiye atlıyor ve Syberia adasına doğru yola çıkıyoruz. Bir Ivan vardı, ona ne oldu diye düşünüyorsanız bu noktada öğreneceksiniz çünkü herif yine burnumuzun dibinde bitiyor, meğer o da gemiye saklanmış. Yine bizden kurtulmaya çalışıyor, yine izin vermiyoruz derken hayatının hatasını yapıyor Ivan. Bize bir penguen yumurtası fırlatıyor. Bilmediği şey ise penguenlerin yuvalarına müdahale edilmesini hiç sevmedikleri ve bunun intikamını çok fena biçimde aldıkları.

Nihayet Syberia’ya ulaşıyoruz. Hans’ın hayali hatırlarsanız bir mamutun üzerine binmekti, bunu sağlamak için öğrendiğimiz bilgileri kullanarak Youkol boynuzunu üflüyoruz ve mamutlar ortaya çıkıyor! Burası heyecanlı bir sahneydi kusuruma bakmayın. İnsanları en son görüşlerinin üzerinden kimbilir kaç yıl geçmiş ama evcilliklerini kaybetmemişler. Gelen mamutlardan biri de çağrıya uyuyor ve Hans’ın sırtına çıkmasına izin veriyor. Hans artık hayallerine ulaşmış durumda; o bir mamutun sırtında sürüyle birlikte ağır ağır uzaklaşırken biz de arkasından gözlerimiz yaşlı halde el sallıyoruz.

YORUMLAR

Ubisoft'un Yeni VR Oyunu Hungry Shark

Mobil VR için güzel bir yapım.

Ubisoft'un Yeni VR Oyunu Hungry Shark

Secret World Legends'ın Çıkış Tarihi Belli Oldu

Yenilenen yapım Haziran ayında çıkıyor

Secret World Legends'ın Çıkış Tarihi Belli Oldu

Oyun geliştirici Funcom, oynaması ücretsiz olarak yeniden çıkacak Secret World Legends'ın çıkış tarihini duyurdu.

Mart ayında açıklama yapan Funcom, çok oyunculu çevrimiçi rol yapma oyunu The Secret World üzerinde bazı temel değişiklikler yaptığını açıklamıştı. Bir süredir beta test aşamasında bulunan Secret World Legends baharın sonunda yayınlanacaktı. Ama kesinleşen çıkış tarihi yaz ayını gösteriyor, 26 Haziran 2017.

Funcom ayrıca yapılan değişiklikler ile birlikte yenilenen oyunun tanıtıldığı bir video da paylaştı. Oyunun dövüş ve ilerleme sistemi, grafikleri ve iş modeli elden geçirilmiş.

Daha fazla ayrıntı için önceki haberimizi okuyabilirsiniz.

Prey'e Neden Aşık Oldum?

Çünkü yıllardan beri aradığım oyunu buldum da ondan! 

Prey'e Neden Aşık Oldum?

 Ben çok büyük bir System Shock 2 hayranıyım. O oyunu ilk oynadığım, daha doğrusu oynamaya çalıştığım zamanı çok net bir şekilde hatırlıyorum. Von Braun gemisinin iç daraltıcı atmosferi ve her köşede siz öldürmeyi bekleyen düşmanların üstüne, bir de oyunun zaten alışması uzun süren kontrolleri ve doğal zorluğu eklenince, System Shock 2 ile ilk kontağım kısa süreli olmuştu. System Shock 2'yi gerçek olarak deneyimlemem, 2007'de çıkan BioShock'tan sonra oldu. O oyunu bitirdikten sonra, Shock'lardan System'e tekrardan daldım... 30 saatlik muhteşem bir deneyimden sonra fark ettiğim ve 2017 yılında hâlâ daha değişmeyen fikrime göre, aynı ekolden gelen yapımcıların; BioShock, Dishonored, Prey gibi oyunların; şimdilerde oyun yapımcılarının “immersive sim” dedikleri, “sizin oyun dünyasına çeken first person” oyunların babası System Shock 2'dir.

“Shock” ekolünden gelen Prey’e biraz şüpheci yaklaşsam da, ona adadığım ilk 15 saatin her dakikasını monitöre hayranlıkla bakarak geçirdim. Neden mi? Şöyle ki, yazılarımı takip ediyorsanız belki fark etmişsinizdir, ben oyunlarda mekanik ve oynanıştan ziyade hikâye, atmosfer ve dünya yaratımına bakan biriyim. Abartılı oyunculuktan, teatrallikten hoşlanmam. Benim için bir hikâye, kendi evreni içinde ne kadar sade ve ayakları yere basıyorsa o kadar iyidir.

prey-inceleme-haber-ici

Prey’in hikâyesinin geçtiği Talos 1 uzay istasyonu, BioShock’ların “geniş gibi gözüken ama aslında düz” olan bölüm yapısından ziyade, direkt olarak esinlendiği System Shock 2’nin Von Braun gemisini kendisine örnek almış. Büyük ve iç içe geçmiş alt-sistemlerden oluşan Talos 1, her girdiğiniz odada size o yaşanmışlık hissini çok iyi bir şekilde veriyor. Buna yardımcı olan en büyük faktörse, Talos 1’in tasarım mantığı. Bu, içinde on binlerce isimsiz kişinin yaşadığı devasa bir şehir değil, tam aksine sadece yüzlerce kişinin, daracık odalarda yan yana uyuduğu ve saat sabah 9 olduğunda herkesin ofislere dağıldığı bir istasyon. Bu “sıkışıklık”, oyuna daha kişisel hikâyeler anlatma şansı veriyor. Talos 1’e yayılmış güvenlik istasyonlarının yardımıyla, insanların kişisel takip cihazlarını takip ederek, gemide yaşayan herkesin nerede olduğunu bulabiliyorsunuz. Bazen yolunuz hayatta kalan insanlarla kesişse de, karşınıza çoğu zaman istasyonu mahveden Typhoon felaketinin arkasında bıraktığı cesetler çıkıyor. Karakterlerin hayatlarını anlatan ses kayıtları, e-mail’ler, yazılı notlar; istasyondaki herkesin hikâyesini abartıya kaçmadan, karakterleri karikatürize etmeden ve tam aksine insanlaştırarak anlatmayı çok iyi başarıyor.

System Shock 2 benim için o kadar eşsiz bir deneyimdi ki, ardından gelen aynı ekol oyunlarda hep onun gibi bir deneyim aradım. System Shock 2’nin sıkışık atmosferi ve dakik zamanlaması; BioShock’un cafcaflı ve tantanalı yapısında kaybolmuştu. Fakat Prey bu noktayı o kadar iyi yakalamış ki, oyunda geçirdiğim süre zarfında sıklıkla Von Braun gemisinin koridorlarında geziyormuşum gibi hissettim. Benim için Shock’lar arasındaki devasa fark, Prey’i oynadıktan sonra açığa çıktı. Çok basit ama birçok "System Shock-gibi" oyunun es geçtiği önemli bir nüanstan bahsediyorum: Sadelik.

System Shock 2 sade bir oyundu. Evet, her ne kadar oyunun ana kötü karakteri SHODAN kendinden sonra gelecek yüzlerce "kafayı yemiş yapay zeka karakter" klişesinin önünü açmış olsa da, bu oyunların neredeyse hepsinin hedefi ıskaladığı yer, Von Braun'un atmosferiydi. Terk edilmişlik, yıkım, korku ve endişe; System Shock'un sade yapısıyla birleşince ortaya bir şaheser çıkmıştı. Ne yazık ki, BioShock'un bu formüle abartı elementini katması benimle hiçbir zaman uyuşmadı. Bakın, oynanıştan, mekaniklerden falan bahsetmiyorum. Benim derdim Shock oyunlarının ve Prey'in, kurdukları dünyada, anlattıkları hikâyeleri ve dertlerini oyuncuya nasıl aktardıklarıyla alakalı.

BioShock’ların teatralliği her daim keyfimi kaçırdı. İlk oyunda Rapture’a girdiğimizde karşımıza beliren devasa heykeller, Andrew Ryan’ın vizyonunun her yerde gözümüze sokulması; yine aynı şekilde Infinite’deki abartı yapılar, Comstock ve ana karakterimiz arasındaki destansı mücadele beni hiçbir zaman içine çekmeyi başarmadı. Serinin üç oyununda da içinde bulunduğumuz ortamın bir fikri ve o fikri ölümüne dek savunacak bir kurucusu vardı. Ryan, Dr. Lamb, Comstock… Hepsi System Shock’ın SHODAN mirasından beslenen, karikatürize edilmiş karakterlerdi. Bu tek boyutlu anlatım ve abartı, yalnızca karakterlerde değil, çevreye ve bölümlere de işlemişti. Infinite’in açılış sahnesinde Columbia’ya yükselmemiz, ilk oyunda Fontaine’la kapışmamız, tüm seri boyunca kendi vizyonunu olabildiğince abartı bir şekilde radyodan bize anlatan kötü düşmanlar, bu teatral sunumun bir parçasıydı. İşte beni Prey’e aşık eden de, bunun tam tersini yapması oldu.

Prey’de, BioShock oyunlarındakinin tersine, kendi dünya görüşünü sizin kafanıza çakmaya çalışan bir kötü karakter yok. Kimse size dakikalar boyunca neden toplumun bir kanser olduğu ve seçilmiş insanların, hükümetlerin ve dinlerin baskısından özgürce bir şekilde yaşaması gerektiğiyle ilgili bir tirat çekmiyor. Hikâyenin ortasında, içinde bulunduğunuz şehri kuran bu vizyoner karakterle tanışmayacaksınız. Hayır, Prey böyle bir yola girmiyor. Daha oyunun başında, Talos 1’in lobisine en üstten bakan kendi ofisinize girdiğinizde fark ediyorsunuz ki bu oyun; derdini ve anlatmak istediklerini tiyatro yapmadan da becerebilecek kapasitede. Anlıyorsunuz ki, bir başka oyunda kötü karakter olan ve 1930’ların Art Deco mimarisiyle düzenlenmiş ofiste oturan o karakter sizsiniz. Prey, ilk yarım saatindeki muhteşem açılışıyla kafanıza İngiliz anahtarıyla vurup, dikkatinizi ona vermenizi istiyor. Ve oyun sonuna kadar da bu adanmışlığa ve yatırımınıza asla ihanet etmiyor.

System Shock 3 nasıl olacak bilmiyorum ama Prey'i oynadıktan sonra şunu fark ettim ki; yeni System Shock kötü çıksa bile benim için artık her zaman geri dönebileceğim gerçek bir Shock takipçisi oyun var, adı da PREY.

 

Ben çok büyük bir System Shock 2 hayranıyım. O oyunu ilk oynadığım, daha doğrusu oynamaya çalıştığım zamanı çok net bir şekilde hatırlıyorum. Von Braun gemisinin iç daraltıcı atmosferi ve her köşede siz öldürmeyi bekleyen düşmanların üstüne, bir de oyunun zaten alışması uzun süren kontrolleri ve doğal zorluğu eklenince, System Shock 2 ile ilk kontağım kısa süreli olmuştu. System Shock 2'yi gerçek olarak deneyimlemem, 2007'de çıkan BioShock'tan sonra oldu. O oyunu bitirdikten sonra, Shock'lardan System'e tekrardan daldım... 30 saatlik muhteşem bir deneyimden sonra fark ettiğim ve 2017 yılında hâlâ daha değişmeyen fikrime göre, aynı ekolden gelen yapımcıların; BioShock, Dishonored, Prey gibi oyunların; şimdilerde oyun yapımcılarının “immersive sim” dedikleri, “sizin oyun dünyasına çeken first person” oyunların babası System Shock 2'dir.

Parolamı Unuttum