Simon the Sorcerer Origins - İnceleme
Simooooon! O büyüyü dikkatli kullan oğlum, yine bir şeyleri kıracaksın
Simon the Sorcerer markasının hayatımdaki önemini tekrar tekrar anlatmak, kendimi tekrara düşmek istemiyorum. Daha geçen ay oyunun demosuna dair yazdığım ilk bakış yazısında zaten buna uzun mu uzun değinmiştim, hemen açıp hafızanızı tazeleyebilirsiniz. Dolayısıyla bu incelemeye geçen ayki yazının devamı, tamamlayıcısı olarak bakmak en iyisi olacak.
Yaklaşık olarak 9 saat süren Simon the Sorcerer: Origins deneyimimde demo sonrası kafamda belirmiş olan ve detaylıca açıkladığım şüphelerimin önemli bir kısmının kaybolduğu söylemekten mutluluk duyuyorum. Zaten oyunun geliştiricilerinden Massy Salamai’nin bu isme dair tutkusu her söyleşisinde belli oluyordu, inceleme kopyasıyla birlikte paylaştıkları dosyaların ne kadar özenle hazırlanmış olduğunu görseniz, ilk oyunla bu oyun arasında yapılan görsel kıyaslamaları, eskizleri, storyboard çizimlerine falan baksanız zaten bu tutkuyu siz de çok net görürdünüz. Dolayısıyla ortaya çıkan iş de bunu yansıtacak tarzda olmuş ki bu beni bir hayli sevindirdi.
Simon the Sorcerer: Origins ilk oyunun öncesinde geçiyor. Bu kadar köklü bir oyunun öncüsünü anlatmak aslında zor iş, çünkü en ufak bir hatada yeni soru işaretleri yaratma, çelişkiye bulaşma ihtimali var. Açıkçası oyunun en son ekranına gelene kadar bazı konuları nasıl bağlayabileceklerini merak etmeye devam ettim ama bu oyunun bitişi ve Simon the Sorcerer 1’in başlangıcı birbirine gayet güzel biçimde bağlandı.
Oyuna Simon ve ailesinin yeni evlerine taşınmasıyla başlıyoruz. Oyunun çok ama çok kısa bir kısmı bu gerçek dünyada geçiyor, tam da olması gerektiği gibi. Odamızın kapısını açarken ortaya çıkan portal yoluyla sihirli dünyaya geçiyor ve ünlü büyücü Calypso ile tanışıyoruz. Simon büyüden müyüden anlamayan bir çocuk, burası onun için tamamen yabancı bir dünya. İlk iş olarak o tanıdık mor cüppesini kuşanıyor, mor şapkasını takıyor ve kendisine verilen görevi yerine getirmek için ilk adım olarak büyü akademisinin yolunu tutuyor.
12 bölüm süren oyunda aslında çok fazla değişik mekan yok. Calypso’nun evi ve çevresi, kasaba merkezi, büyü akademisi ve sonrasında da bataklık. Demoyu oynarken grafik tarzını biraz basit bulmuştum ama tüm bu mekanların ve karakterlerin tamamen el çizimi olduğunu düşününce oyunu oynadıkça gördüklerim daha çok hoşuma gitmeye başladı. Yürümedeki yavaşlık ise demodaki kadar sinir bozucu, bunu da mutlaka söylemem lazım. Zaten demo herkese açık yayınlandıktan sonra Steam’deki tartışmalarda bu yürüme işinin düzeltilmesini isteyen çok sayıda mesaj çıkmış ortaya, aklın yolu bir.
Benim için bu oyundaki en önemli unsur, en çok dikkat edeceğim nokta bulmacalardı ve bu bakımdan ortaya sağlam bir iş çıktığını söylemeliyim. Hatta şöyle söyleyeyim, son zamanlarda beni en çok zorlayan bulmacalardan bazılarıyla burada karşılaştım. Aralarında bir iki tane çözümü mantıktan ziyade şansa dayanan vardı ama geneli çok iyiydi.
Tabii bu söylediğim belki size anlamsız gelecek çünkü günümüz oyuncularında maalesef ‘zora gelememek’ diye bir durum var. Şu oyunu oynayan çoğu kişi oyunun zorlu bulmacalarında takıldığında biraz uğraşacak, sonra gidip bir playthrough videosu açıp ya da rehber okuyup bulmacayı geçip devam edecek. Bu tür oyunları çıkış öncesi oynamanın o yanını seviyorum işte, faydalanabileceğiniz, aklınızı çelebilecek hiçbir materyal yok. Her bulmacayı kendiniz çözmek zorundasınız. Eğer siz de bu tür bir oyuncuysanız Origins’in bazı bulmacaları gerçekten üzerinde düşünmenizi, farklı perspektiflerden bakmanızı gerektirecek kadar iyi.
Birkaç defa ne yapacağımı tahmin ettiğim ama nasıl yapacağımızı bulamadığım bulmacalardan dolayı oyundan çıkıverdim mesela, aynı küçüklüğümde LucasArts veya Sierra maceralarını oynarken yaptığım gibi. Sonrasında sakin kafayla düşünmek, oyunu tekrar açıp yeni şeyler denemek ve sonunda başarmak o kadar tatmin edici bir duygu ki. Bu yüzden bu oyunu rehbersiz veya yardımsız oynamanızı gerçekten çok tavsiye ediyorum.
Origins’in dikkat çekici yanlarından biri büyü sistemi. Oyunda yeri geldiğinde çeşitli büyüler öğreniyorsunuz ve bunları da envanter eşyası gibi kullanıyor ve bunların yardımıyla yeni bulmacalar çözüyorsunuz. Sonradan bir de işin içine yeni şapkalar giriyor, bunlar şapkanızın içindeki bazı eşyaların özelliklerini değiştiriyor. Maalesef bu kısmın kullanım alanı çok yetersiz kalmış, halbuki fikir olarak çok hoşuma gitmişti. Potansiyelini kullanamamışlar anlayacağınız.
Oyunda Simon’ı Chris Barrie’nin seslendirdiğini söylemiştim. Genel olarak harika bir iş çıkarmış. Seslendirme kadrosunun genelini de sevdim, bir tek oyunun en önemli karakterlerinden biri olan Sordid bana geçmedi. Seslendiren özellikle de Sordid’in sinirli olduğu yerlerde pek inandırıcı gelmedi, çok zorlama olmuş. Müzikler noktasında da sektörün deneyimli isimlerinden Mason Fisher hoş müzikler bestelemiş ama yine de oyunun en öne çıkan müzikal yanı ilk oyunun tema müziğinin sıklıkla kullanılması. Onun kalibresinde akılda kalıcı bir şeyle karşılaşmadım, ya da o tanıdık melodiler diğer hepsinin önüne geçti diyeyim. Simon the Sorcerer ile ilk kez tanışacak olan oyuncular muhtemelen müzikler hakkında benden farklı düşünecektir bu yüzden.
Oyunun en beğendiğim yanlarından biri ise tabii ki Swampling oldu :) Ya ben bu Swampling denen meret için daha önce özel yazı bile yazdım, Simon the Sorcerer’ın en unutulmaz karakterlerinden biridir kendisi. Origins’in sonlarına doğru Swampling ile ‘bir kez daha’ tanışıyoruz ve ilk oyundaki tanıdık sekanslardan bazılarına şahit oluyoruz. Swampling’i arkadaş canlılığı, bozuk grameri, seslendirmesi falan on numara olmuş. Hatta bir ara kendisini bile kontrol ediyoruz.
Tabii başta da söylediğim gibi benim için tutarlılık da önemliydi, dolayısıyla burada yaşanan onca şeyden sonra ilk oyunda Simon ile Swampling karşılaşınca nasıl birbirini tanımıyorlar, Swampling neden kendini “I is Swampling” diye tanıtma ihtiyacı duyuyor, Simon neden ona “Sen bir tür yaratıkkişi falan mısın?” diye soruyor merak ediyordum. Oyunun artık en son sahnesine gelince Calypso’nun söylediği tek bir cümle bu soruyu cevapladı. Artı puan.
Oyunun jenerik ekranındaki görseller ve jenerik sonrası kısım ise tamamen ilk oyuna bağlanmak için yapılmış. Burada da Chippy’yi, Ye Olde Spellbook’u, kitabın tavan arasında ne işi olduğunu vs hızlıca öğrenmiş oluyoruz. Yani ortada dersine iyi çalışmış bir ekip var.
Sonuç olarak bitirdiğimde demodan yana kuşkularımı bir kenara bıraktığım ve özellikle de benim gibi Simon the Sorcerer hayranı olanlara önerebileceğim bir oyun oynamış olduğumu düşündüm ki en önemlisi de bu bence. Hani ortada öyle bir başyapıt falan yok ama Simon the Sorcerer ismini anlayan ve bu seriye yakışan bir oyun çıkmış ortaya.
Başlıklar
Siz de Simon’ı benim kadar özlediyseniz Simon the Sorcerer: Origins sayesinde güzelce hasret giderebilirsiniz. Bir başyapıt veya türe damga vuracak oyunlardan biri olduğu söylenemez ama seriye tutkuyla bağlı bir ekibin elinden çıktığı da belli.
- Simon the Sorcerer ismini kullanmayı hak eden bir yapım olmuş
- Oyunda ilerledikçe dünyadaki bazı detayların değişmesi çok tatlı
- Bazı bulmacaları beyin zorlayan cinsten
- Seslendirme ve müzikler genel olarak çok iyi
- İlk oyuna gayet başarıyla bağlanıyor
- Swampling, en-en-iyi arkadaşım
- Yürüme yavaşlığını sevemedim
- Oyunun son kısmında olaylar biraz hızlı gelişiyor
- Simon’ın bazen hotspot önünde durup tıklamayı engellemesi rahatsız edici
- Asa kullanınca ortaya çıkan animasyon fazla tekrarlanınca sıkıcı oluyor


























