The Drifter - İnceleme
Tüm kötü olayları unutursak iyilerden nasıl keyif alacağız?
Şu son birkaç ay point & click macera oyunlarını sevenler için adeta cennet gibi. Bu kadar kısa süre içerisinde Kathy Rain 2, Rosewater, Old Skies gibi birbirinden çok farklı ama bir o kadar güzel oyunlar oynadık. Bu listeye yine bunlardan çok farklı ama bir o kadar güzel bir oyun eklemenin mutluluğu içindeyim. Hoş geldin len The Drifter, iyi ki geldin.
Powerhoof tarafından geliştirilen The Drifter’da Mick Carter rolündeyiz. Hikayemiz oyunun adına da uygun biçimde bir tren vagonunda başlıyor. Neden uygun dedim, çünkü Drifter avare, başıboş, oradan oraya sürüklenen anlamına gelen bir kelime. Mick de tam olarak bu durumda. Neden bu durumda olduğunu hikayede ilerledikçe anlayacağız ama oyunun başında gördüğümüz şeyler Mick’in bir çatışmaya şahit oluşu, teknolojik ekipmanlar kuşanmış askerler tarafından kovalanışı, su dolu bir rezervuara atılışı ve boğuluşu.
Evet, boğuluşu. Mick boğuluyor ve ölüyor ve sonra aynı ana tekrar geri dönüyor. Nasıl yani? Oyunda ölmek olmasın diye bir sahne öncesine mi döndük acaba? Yoksa işin içinde başka bir şeyler mi var?
Ölümünden birkaç saniye öncesine geri dönen Mick’i bu sefer kurtarıyoruz ve peşi sıra gelişen olaylar bizi acayip işlerin, kötü olayları unutma arzusunun, yaratıkların, korkunç cinayetlerin, kafayı yemiş bir bilimadamının obsesif planlarının içine sürüklüyor.
The Drifter, pulp kültürünün güzel örneklerinden biri. Yapımcısı hikayede Stephen King’den, Michael Crichton’dan, John Carpenter’dan esinlendiğini söylüyor ki bunlardan biri (King) favori yazarım, biri (Carpenter) favori korku filmi yönetmenim olunca bu oyunu sevmemek zorlaşıyor tabii.
Oyunun grafikleri piksel sanatı şeklinde ama oldukça düşük çözünürlüklü diyebilirim. Yani az sayıda pikselle çok şey anlatmaya çalışan oyunlardan. Genel olarak tüm sahneler oldukça iyi görünüyor, ozploitation (düşük bütçeli korku, komedi, sexploitation ve aksiyon filmlerinden oluşan bir kategori olan sömürü filmleri) havası da çok iyi yansıtılmış. Bir tek envanter işini pek beğenmedim, bu kadar düşük piksel olunca envanter ekranındaki küçük ikonlar eşyanın ne olduğunu anlatma konusunda pek başarılı olamamış. O kadar kusur kadı kızında da olur deyip geçelim.
The Drifter’ın hikayesi 9 bölüm halinde anlatılıyor. Hatta bir bölümü bitirdiğinizde “bölümün sonu” diyor, kaydedip çıkmak isteyip istemediğinizi soruyor oyun. Adeta 9 bölümlük bir dizi sezonu izler gibi oynuyoruz yani. Başlangıç hızlı, ortalara doğru tempo biraz düşüyor ve hikaye biraz ayak sürüyor. Ama sonrasında, özellikle de 7. bölümden itibaren oyun üstünüze twist üzerine twist, sürpriz üzerine sürpriz fırlatıyor. “Bunu tahmin edemezdim” dediğiniz çok sayıda şey arka arkaya geliyor ve bu ölümler, dirilmeler vs hepsinin sebebini öğreniyoruz.
Bu söylediğim spoiler olmayacak ama bunu söylemeden de hikayenin duygusal yanına değinmek mümkün olmaz. Mick Carter’ın bir “avare” olmasının sebebi çok sevdiği birini kaybetmiş olması. Elinden bir şey gelmemiş, o da çareyi çekip gitmekte bulmuş. Ama yaptığı tek şey çekip gitmek değil, bunu aynı zamanda unutmak istiyor. Sadece ölümü değil, o kişi keşke hiç var olmasaydı diyor, o acıları beyninden tamamen silip atmak arzusunda. Hikayenin bu yönü bana Sil Baştan’ı (Eternal Sunshine of the Spotless Mind) anımsattı. Böyle acılar içindeki biriyle empati yapmak kolay değil ama Mick Carter için hem üzülüyor hem de yer yer kendisine kızıyoruz. Hayatımızda kişilerle ilgili kötü olaylar tabii ki olacak, bunun çözümü iyi anılar da dahil olmak üzere o kişilerle olan her şeyi yok etmek değil asla. Oyunu oynarken bu düşünceye siz de kapılacak mısın bilmiyorum ama bana hissettirdiği şey buydu.
The Drifter bulmaca yönünden çok zorlu bir oyun değil, bulmacalar bir mantık silsilesi içinde ilerliyor ve çoğunlukla da ne yapmanız gerektiğini biliyor oluyorsunuz. Zaten Mick Carter’ın ‘düşünce’ menüsünde karşılaştığımız olaylar da birer ikonla temsil ediliyor (diyalogları da bu ikonlar üzerinden yürütüyoruz) ve bu menüde Carter ne yapmamız gerektiğinin ipuçlarını bize vermiş oluyor. Bununla beraber bazı bulmacalar da fazla basit olmuş ya. Mesela arabaya benzin lazım, bir yan ekrana geçiyoruz ve orada bir bidon benzin var :) Hadi canım, şansa bak!
Klasik envanter ve ortam bulmacalarına ek olarak bir de ölüm bulmacaları var ki The Drifter’ın en güçlü yanlarından biri bu. Aynı Old Skies’taki gibi aslında. Ölüyoruz, diriliyoruz ve o ölümün getirdiği bilgi birikimiyle ölmemeye veya ölmeden önce bir şeyleri değiştirmeye çalışıyoruz. Tekrar ölüyoruz ama neden öldüğümüzü görüp çözümünü buluyoruz. Oyunu az sayıda ölümle tamamlamanın başarımı bile var.
Ek bir parantezi seslendirmeye açacağım. Süper. Başroldeki Mick’in yer yer abartılı, coşkulu, heyecanlı, korkulu, depresif hallerini çok iyi seslendirmiş Adrian Vaughan. Genel olarak da karakterlerin seslendirmeleri oyunun atmosferini bir birim daha yükseltmeyi başarmış. Müzikler de tam 80’lerin ucuz filmlerinden fırlamış gibi, onları da pek beğendim.
Sonuç olarak macera türünü seviyorsanız The Drifter size sürükleyici bir hikaye ve o hikayeye eşlik eden kaliteli bulmacalar sunuyor ve kimi zaman temposu düşse de merak duygunuzu oyunun sonuna kadar canlı tutmayı başarıyor. Ben 8 saatte bitirmişim ki bu tür bir oyun için oldukça ideal bir süre. Başından güzel bir dizi izlemiş gibi kalktım, sizin de aynı şeyi yaşayacağınızı tahmin ediyorum.
Başlıklar
Stephen King, John Carpenter, 80’lerin düşük bütçeli korku filmleri gibi kavramlar hayatınızda önemli bir yere sahipse The Drifter’dan büyük keyif alacaksınız.
- Kendine has görsel tarzı istediğini anlatmakta başarılı
- Seslendirmelerin cheesy bir tarafı olsa da genel olarak güzel
- Hikayedeki sürprizler yerli yerinde
- Ölüme dayalı bulmacalar iyi düşünülmüş
- Envanterdeki eşyaların çizimleri bana pek başarılı gelmedi
- Orta kısımda tempo biraz düşüyor
- Bazı bulmacalar biraz zorlama olmuş























