Kara şövalye tarihi.
Devamını okuDört haftadır ilk iki oyunun altından girip, üstünden çıktım ama anlatacaklarım elbette bitmedi. Yazı dizimizin bu son bölümünde de Dark Souls oyunlarında karşımıza çıkmış ve bir şekilde üzerimizde bir iz bırakmış çeşitli karakterlere değineceğim. Bunlardan bazıları oyuncuların favorileri konumundayken, bazıları da hikayelerinin etkileyiciliğiyle burada olmayı hak eden isimler. Sakın bu karakterler oyunun ana hikayesinde büyük bir yer kaplamıyor diye küçümsemeyin; Dark Souls 3’te Solaire of Astora’nın giydiği Armor of the Sun’ı bulduğunuzda “aa bu Solaire’ın zırhı değil mi” diyebilmek, uzaktan Catarina zırhı içinde hmmmlayan birini gördüğünüzde eski bir dostu görmüş gibi sevinmek oyun deneyiminizi ciddi anlamda güzelleştirecek çünkü.
Önceki Bölüm:Dark Souls Günlükleri - Bölüm 4
Solaire of Astora
“Ben Astora’lı Solaire, Günışığı Lordu’nun destekçilerindenim. Artık Undead olduğumdan bu müthiş topraklara, Lord Gwyn’in doğduğu yere geldim; kendi güneşimi bulmak için.”
İlk sırayı serinin en sevilen, en popüler karakterlerinden birine, Solaire’e vermek istiyorum. Solaire ile Taurus Demon’ı yendikten sonra karşılaşıyorduk ve dikkatimizi çeken ilk şey durumuna rağmen neşesinden bir şey kaybetmemiş olmasıydı. Solaire’in gerçekten tek bir isteği vardı, o da güneşini bulmak. Sırf bu amaç uğruna Undead olmuştu ve bize de bu topraklarda zamanın nasıl iç içe geçtiğini, gelecekten ve geçmişten kahramanların bu şekilde buluşabildiğini ve birbirimize yardım edebileceğimizi söylemişti. Solaire ile oyun boyunca defalarca karşılaştık, bize bir çok boss’ta da yardımcı oldu. Ama o bölgelerde olmasının tek sebebi bitmek bilmeyen bir kararlılıkla güneşini arıyor olmasıydı.
“Hmm! Ah… merhaba. Affedersin, kara talihimi düşünmeye dalmışım. Kendi güneşimi bulamadım, ne Anor Londo’da, ne de Twilight Blighttown’da. Güneşim başka nerede olabilir ki? Lost Izalith veya Tomb of the Gravelord’da mı? Ama pes edemem. Bunun uğruna Undead oldum ben! Ama yukarıdaki Güneşe gözümü diktiğimde bazen aklıma şey geliyor… Ya hepsi bana gülüyorsa, benim amaçsız bir ahmak olduğumu düşünüyorlarsa? Sanırım çok da haksız sayılmazlar! Hah hah hah!”
Ne yazık ki Solaire’in hikayesi mutlu sonla bitmemişti, belki de serinin beni en çok üzen yeri de buydu. Lost Izalith’e gelene kadar yaptıklarımız Solaire’in iki sonundan birini hazırlıyordu, ya Sunlight Maggot yaratığını zamanında öldürerek Solaire’i kurtarıyorduk, ya da bu yaratık Solaire’in kafasına yapışarak onu delirtiyordu. “E kurtarıyorsak bunun neresi hüzünlü” diyebilirsiniz, o halde kendisini kurtardığımızda Solaire’in söylediği şeye bakalım: “Bunların hepsi bir yalan mıydı? Tüm bunları bir hiç uğruna mı yaptım? Ah, benim sevgili güneşim… Şimdi ne olacak, ne yapacağım ben? Güneşim, benim sevgili, sevgili güneşim…” Maggot’u öldürüyorduk ama Solaire güneşine kavuşamıyordu maalesef. Eğer delirmesine şahit olursak da aklı iyice bulandığı için güneşini bulduğunu, güneşin kendisi olduğunu iddia ediyor ve delirdiği için de bize saldırıyordu. Onu öldürmekten başka çaremiz yoktu ve ölürken de “Bitti artık… Güneşim… Batıyor… Karanlık, çok karanlık…” diyerek adeta vicdanımıza çivi çakıyordu.
Bildiğiniz gibi Lord Gwyn’in üç çocuğu vardı ama ilk doğan çocuğunun kim olduğuna dair bir bilgi verilmiyordu. Oyuncuların bunun Solaire olduğunu iddia etmeleri için yeterli sebep var aslında. Mesela “ya hepsi bana gülüyorsa” derken gökyüzüne bakması, sanki tanrılardan bahsediyor olması ya da Sunlight Medal’ın eşya açıklamasındaki şu cümle: “Bu sembol Lord Gwyn’in tanrı statüsünü kaybeden ve ismi kayıtlardan silinen ilk doğanını temsil etmektedir. Bu eski Savaş Tanrısının gözü hala savaşçılarının üzerindedir”. Solaire’i çeşitli bosslarda yardıma çağırabiliyorduk ve altın rengiyle yanımızda bitiveriyordu. Ayrıca Sunlight covenantının mucizelerinden biri olan Great Lightning Spear açıklamasında “Savaş Tanrısının silahı” yazıyor olması bu teorinin en büyük dayanaklarından biri. Ama şöyle de bir şey var ki FromSoftware’in bu konudaki resmi açıklaması Gwyn’in ilkdoğanı için önceleri Andre of Astora’yı düşündükleri, daha sonra bu fikirden vazgeçtikleri ve oyunda ilkdoğanın herhangi bir şekilde görülmediği şeklinde. Yine de spekülasyon yapmak serbest, çünkü FromSoftware zaten çoğu karakterde işi oyuncuların hayalgücüne bırakmayı seven bir firma. Ben şahsen Solaire’in ilkdoğan olduğuna inanmayı seviyorum.
Siegmeyer of Catarina
Ya da diğer ismiyle oyuncuların OnionBro’su. Bir karakter bu kadar mı özgün olur, bu kadar mı sevimli olur. Her konuşmasına mmmmlayarak başlaması, takma ismini aldığı zırhının gerçekten de soğana benzemesi, kahramanlığını göstermek için can atması ama sürekli karşısına engellerin çıkması falan. Kendisi benim ciddi anlamda en sevdiğim karakter olma özelliğini de taşıyor.
“Mmm… mmm… Mm! Oh! Affet lütfen, düşüncelere dalmıştım. Ben Catarina’lı Siegmeyer. Doğruyu söylemek gerekirse bu duvara tosladım. Ya da kapı mı demeliyim. Yerinden kımıldamıyor ki. Ne kadar uzun beklersem bekleyeyim. O kadar uzun süre bekledim ki! İşte burada böylece oturuyorum. Seçeneklerimi tartıp duruyorum! Hah hah hah hah.”
Siegmeyer ile karşılaşmalarımızın çoğunda (Sen’s Fortress, Anor Londo, Firelink Shrine, Blighttown ve Lost Izalith) bir şekilde takılmış ve ilerlemiyor veya ileride kendisini bekleyen düşmanlara saldırmak isteyip kararsızlık yaşıyor oluyordu ve biz de daima ona yardım ediyor ve hayatta kalması için de elimizden geleni yapıyorduk.
Crystal Cave’e girmeden önce bir Gold Crystal Golem’i öldürdüğümüzde içinde hapis bulunan Sieglinde’yi kurtarmıştık. Sieglinde, Siegmeyer’ın kızıydı. Sieglinde’nin annesi, babası bu şekilde maceradan maceraya koşarken ve kızı da ona annesinin son sözlerini iletmek istiyor. Yani bu opsiyonel görev zincirini başarıyla tamamlamamız için Siegmeyer’in Lost Izalith’te de hayatta kalmasını (hatta %50’nin üzerinde sağlıkla hayatta kalmasını) sağlamamız gerekiyordu. Bunu yapıp Ash Lake’e gittiğimizde bu ikilinin yolculuklarının onu bu dingin ortama götürdüğünü ve nasıl sonlandığını görüyorduk. Burada önemli bir nokta Sieglinde’nin halen insan olmasıydı, Lordran’a undead olarak değil, babasını bulmak için insan halinde gelerek büyük bir risk almıştı.
Dark Souls 3’te de yine soğan zırhı içinde biriyle karşılaşıyoruz. Hal ve hareketler aynı Siegmeyer, konuşma tarzı aynı Siegmeyer ama ismi Siegward. Yine de onu da çok seveceğinize eminim.
Crestfallen Warrior
Hakkında en güzel teorilerden birinin bulunduğu tuhaf bir karakter Crestfallen Warrior. Onu Firelink Shrine’da otururken buluyorduk, burada karşılaştığımız ilk karakterdi ve ne kadar yılmış olduğunu da konuşmalarından anlayabiliyorduk.
“Bakalım burada kim varmış? Sen yeni gelen olmalısın. Dur tahmin edeyim. Undead’in Kaderi, değil mi? Eh, ilk değilsin. Ama kurtuluşu burada bulamayacaksın. Undead Asylum’da çürüsen daha iyiydi… Ama artık çok geç.”
Crestfallen Warrior çok ilginç bir karakter, çünkü oyunda yaptığınız çoğu şeyden sonra (mesela Anastacia ile konuşmaya çalışmak, Basement Key’i kullanmak, Capra Demon’ı öldürmek, Laurentius’u kurtarmak gibi) diyalogları değişiyor ve size bu yaptığınız şeyle ilgili bir sürü yorumda bulunuyordu. Bütün zamanını Firelink Shrine’da geçiren biri Capra Demon’ı nereden biliyordu, Griggs’i nereden tanıyordu peki?
Çünkü Crestfallen Warrior bizden önceki Seçilmiş Undead’lerden biriydi, döngüye girmişti ve sırasıyla neler yapılması gerektiğini biliyordu. Ama bir noktada umutsuzluğa kapılmış, ölmekten acayip korkmaya başlamış ve kendisini Firelink Shrine’a bir nevi hapsetmişti. O da ilk çanı çalmıştı, ama ikincisine gidememişti. Bu yüzden ikinci çanı çalmanın intihar demek olduğunu söylüyordu, o yüzden ikinci çana kadar olan tüm adımları ezbere biliyor ve bizi uyarıp duruyordu. Kendisinden sonra pek çok Seçilmişin ilk çanı çalmayı bile başaramadığını görmüş, bizim ikinci çanı çalmamıza çok şaşırmıştı.
İkinci çanı çaldığımızda Frampt ortaya çıkar. Crestfallen’ın başaramadığını başarmışızdır ve bunu doğrudan göstermese de bu durumu çok kıskanmıştır. Frampt’tan nefret ettiğini söyler ama daha önce onunla karşılaşmamıştır ki? Nefretinin sebebi Frampt’ın ona başarısızlığını hatırlatmasıdır. Artık hiçbir amacı kalmadığı için de nihayetinde Ruhsuz olur ve New Londo Ruins girişinde karşımıza çıkarak ölür.
Knight Lautrec of Carim
Ya da diğer ismiyle Hayın Lautrec, Pis Lautrec, Rezil Lautrec. Neden? Çünkü biz kendisini Undead Parish’teki bir hücreden kurtarmıştık, mahpus hayatını sona erdirdik. Peki bize ihanet mi etti? Tam sayılmaz ama sonuçta sevdiğimiz (en azından ben seviyordum) bir karakteri öldürdü ve Firelink bonfıreını bir süreliğine devre dışı bıraktı. İki çanı da çaldıktan sonra Anastacia’nın yanına gittiğimizde öldürülmüş olduğunu görmüş ve kızcağızın cesedinden Black Eye Orb almıştık. Peki Lautrec neden bir Fire Keeper’ı öldürmüştü, derdi genel olarak Fire Keeper’lar mıydı, yoksa Anastacia mı?
Yaygın bir teoriye göre Lautrec’in tek isteği Anor Londo’daki Fire Keeper Lady Darkling’e insanlık götürmekti. Quelaan’a hizmetkarları bolca insanlık götürüyordu, Anastacia zaten son derece aktif olan Firelink Shrine’daydı, Lady Darkling’in Anor Londo’su ise ıssız kalmıştı. Lautrec’in derdi leydisinin hayatta kalmasına yardımcı olmaktı.
Black Eye Orb’u kullanarak Lautrec’in dünyasını istila ettiğimizde ilginç bir durumla karşılaşırız. Girdiğimiz katedral resmen karanlıktır, kendi dünyamızda buraya geçiş yaptığımız katedralin ışığına sahip değildir. Anor Londo’nun ne zaman karanlığa gömüldüğünü biliyorsunuz değil mi, Gwynevere’in illüzyonuna saldırdığımız zaman. Yani Lautrec kendi dünyasında muhtemelen Gwynevere’i öldürmüş (ya da illüzyonuna saldırmış diyelim). Zaten hatırlarsanız onu öldürdükten sonra zırhını Gwynevere’in odasının dışında buluyorduk. Onunla savaştığımız yer Gwynevere’e saldırdığımızda bizi Darkmoon askerlerinin karşıladığı yer aynı zamanda, ayrıca Lautrec’in dünyasında aynı Darkmoon covenantındakiler gibi mavi renkli görünüyoruz. Bütün bunlar yalnızca bir teori değil de üzerinde özenle düşünülüp planlanmış şeylerse bu firmaya olan saygınızın otomatik olarak +10 kazanması lazım.
Patches
Oyunun en güvenilmez, en sinsi karakterlerinden biri Patches ve kendisiyle ilgili güzel anılarımız yok. Her ne kadar bu yazı dizisinin en başında Demon’s Souls’a değinmeyeceğimi söylemiş olsam da burada ufacık bir istisna yapacağım. Dark Souls’taki Patches ile Demon’s Souls’taki Patches, the Hyena neredeyse aynı kişiler. Oyunlar farklı evrenlerde geçtiği için aynı kişi olduğunu varsaymayalım elbette ama keltoşluklarından tuhaf biçimde çömelip oturuşlarına, pis pis gülüşlerine kadar herşeyleri aynı.
Patches’ın tuzaklarına düşen ilk kişi biz değiliz. Bu sinsi hırsız hakkında Lautrec şöyle bir cümle kullanmıştı: “Güvenilir Patches’ı duydun mu? Bu kadar gıcık olduğum biri daha olmamıştı. Eğer bir daha karşıma çıkarsa, yemin ediyorum ki derisini yüzeceğim”.
Patches ilk olarak The Catacombs’ta bize sürpriz yapmıştı, köprüyü geçerken kolu çekerek aşağı düşmemize neden olmuştu (köprüyü geçtiysek de geri dönmemizi engellemiş oluyordu). Tabi kendisiyle yüzleştiğimizde “ben yapmadım, kuzenim yapmış” bahanesini kullanıp bir şekilde sıyrılmıştı olaydan. Sonra Tomb of Giants’ta “baksana şu deliğin aşağısında hazine var” dedikten sonra deliğe yaklaştığımızda bizi tekmeleyerek aşağı atmış “aynen işte o delik, daha yakından bakarsın” diyerek dalgasını da geçmişti. Ama tabi sonrasında karşılaşınca yine pişmanlıklar, yine özür dilemeler falan. Sonrasında da Firelink Shrine’a gelmiş ve satıcılık yapmaya başlamıştı.
Patches kanlı canlı haliyle Dark Souls 3’te de karşımıza çıkıyor ve yine bizi saçma sapan şekillerde tuzağa düşürmekten çekinmiyor. Hele ilk tuzağında Catarina zırhına karşı olan sempatimizden faydalanışı cidden süper düşünülmüş bir ayrıntı olmuş.
Alken Prensi ve Venn Prensesi
Oyunda görmediğiniz, hatta çoğunuzun ismini bile duymadığınız bu iki karakterin ‘unutulmazlar’ arasında ne işi var diye düşünüyorsanız haklısınız, ama bu ikili bence oyunda direkt olarak gözümüze sokulmasa da arkaplanda ne hikayeler döndüğünü göstermesi açısından mükemmel bir örnek. Tam bir aşk hikayesi.
Drangleic’in var oluşundan çok uzun zaman önce yine aynı bu topraklar üzerinde Alken ve Venn isminde iki krallık varmış. Bu bilgiyi aldığımız ilk yer Ring of Blades üzerinde yazılanlardı: “Alken ve Venn krallıkları bu topraklarda var olmuştu. Her ikisi de aynı kişi tarafından kurulmuş, ama sonradan rekabet ve kin içinde kaybolmuştu”. Peki bu iki krallığın izlerini Drangleic’te nerede görüyorduk biliyor musunuz? Alken krallığı Belfry Sol’un bulunduğu, Venn krallığı ise Belfry Luna’nın bulunduğu yerdeydi. İki krallık, iki çan kulesi. Bu iki krallık savaş halinde olduğundan halkları arasındaki ilişkilere de izin verilmiyordu. Ama bu durum Alken’in prensi ile Venn’in prensesinin birbirlerine deli gibi aşık olmalarına engel olamadı.
Bu çan kuleleri bildiğiniz gibi Bell Keeper covenantına ev sahipliği yapan yerler ve bu covenantta en üst seviyeye ulaştığımızda Bell Keeper zırh setini alabiliyoruz. Bell Keeper Helm üzerinde şu cümle var mesela: “Alken prensi ve Venn prensesi arasındaki yasak aşk bugün bile bu kuklalar üzerinde etkilidir. Bu kuklaların krallıklarından daha uzun ömürlü olacağını düşünmemişlerdir tabi ki.”
Bu ikili birbirlerine duydukları aşkın sembolü olarak krallıklarına çan kuleleri dikmişler ve çan bekçileri yaratmışlar. Zaten Bell Keeper’s Seal üzerindeki “bu ikiz çanlar asla biraraya gelemeyecek iki aşık arasındaki bağı temsil etmektedir. Çan bekçileri onların sonsuz muhafızlarıdır. Aşkları, aynı zamanda lanetleridir” cümleleri de bunu açıklıyor.
Belfry Luna’daki Belfry Guard ile konuştuğumuzda bize “Çok, çok, çok uzun zaman önce, Prenses, o yaptı beni, evet, aynen o yaptı! Bu çanı korumam için! Prensin şerefine!” diyor, Belfry Sol’daki Belfry Guard ise bizi “Çok, çok, çok uzun zaman önce, Prens, o yaptı beni, evet, aynen o yaptı! Bu çanı korumam için! Prensesin şerefine!” sözleriyle karşılıyordu.
Bu iki aşık asla evlenemediler, asla birlikte olamadılar. Ama çanlar çaldıkça birbirlerine karşı olan aşklarını göstermiş oluyorlardı. Hatta kuvvetli bir teoriye göre prens başka bir kadınla evlendirilmişti. Bu kadını da tanıyoruz biz; Mytha, the Baneful Queen. Laddersmith Gilligan’dan dinlediğimiz hikayeye göre kocası başkasına aşık olduğu için sonsuz güzelliğe sahip olmayı kafasına koymuş, zehirin sağlığına ve güzelliğine olumlu etki ettiğini görmüştü. Ama bu saplantısı nihayetinde onun bir yaratığa dönüşmesine neden olmuştu ve yaratık halini kesmek de bize düşmüştü. Ama Mytha’nın bir Kral ile evli olduğunu öğrenmiştik, hatta tüm ipuçları da bunun Old Iron King olduğunu işaret ediyordu. Peki ya Alken Prensi ile Old Iron King aynı kişiyse? Görüyorsunuz değil mi, her şey nasıl da iç içe ve dilediğiniz gibi teori üretmek mümkün.
Benhart of Jugo
Yine çok sağlam bir teoriye sahip bir karakter daha, göz alıcı kılıcıyla karşımıza çıkan Jugo’lu Benhart. Onunla olan konuşmalarımızda Drangleic topraklarına kılıç becerilerini geliştirmek için geldiğini, sahip olduğu kılıcın nesillerdir ailesinde olduğunu ve bu kılıcı kullanmak için gerçek bir adam olmak gerektiğini öğreniyorduk. Ayışığı ile dövülmüş bu kılıç neredeyse her konuşmamızda gündeme geliyor, her seferinde de Benhart kibarca “kılıcım dikkatini çekti biliyorum ama ondan ayrılmayı düşünmüyorum” diyordu. Çünkü kılıcın gerçek gücünün henüz ortaya çıkmadığını düşünüyordu ve güce ulaşmanın anahtarının da Drangleic’in birbirinden güçlü yaratıklarının anahtar olduğuna inanıyordu. Benhart ölmeden onun da yardımıyla 3 kez boss öldürdüğümüzde kılıcı ve zırhı bizim oluyordu ve kılıcına baktığımızda çok ilginç bir bilgiyle karşılaşıyorduk:
“Bu büyük kılıcın bıçağı ayın şaşaalı ışınları gibi parlamaktadır. Bugünlerde neredeyse unutulmuş olan en eski efsaneler, kılıcın büyük beyaz bir varlıktan doğma olduğunu söyler. Peki o zaman, bu cansız silah nasıl açıklanabilir ki? Belki de bir yerlerde bir hata olmuştur.”
Halbuki NG+’da elde ettiğimiz Old Paledrake Soul’u kullanarak Ornifex’ten aldığımız Moonlight Greatsword’un açıklamasında büyük beyaz varlıktan doğma asıl kılıcın bu olduğu açıkça söylenmekteydi. Yani Benhart’ın o çok sevdiği, çok değerli, içindeki gücü uyandırmaya çalıştığı kılıcı sahteydi. Ama asıl olan taşıdığı ekipmanlar değil, onun aslan gibi yüreğiydi :)
Benhart’ı Devlerin Anılarında görüyorduk, yani o da Ancient Dragon ile konuşmuş ve kendisine Ashen Mist Hart verilmişti. Giant Lord ile savaştı, yani Giant’s Kinship’e o da sahipti, yani Throne of Want’ta Nashandra’ya erişebiliyordu. Dahası Throne of Want’ta çağırabildiğimiz tek isimli NPC oydu. Yani eğer o savaştan sonra tahta biz oturmadıysak bizim döngümüzde oturabilecek tek kişi Benhart’tı. Kral Benhart.
Lucatiel of Mirrah
İkinci oyundaki en sevdiğim karakteri sona sakladım, Mirrah’lı Lucatiel’i. Lanete bakışı, yaşayacaklarından haberdar oluşu ve bunu hüzünlü biçimde yansıtması beni her seferinde aynı şekilde etkilemeyi başarıyor. Lucatiel ve abisi, Mirrah’ın önemli şövalyelerinden ve savaş alanındaki becerileriyle dikkat çeken iki kardeş. İkisi de hayatları boyunca birbirlerine karşı tatlı bir rekabetin içinde olmuşlar ama hiçbir mücadelelerinde Lucatiel onu yenmeyi başaramamış.
Lucatiel’in kardeşiyle Aldia’s Keep’te karşılaşıyorduk, karşımıza çıkan kırmızı fantom Aslatiel of Mirrah oydu. Mirrah’ın en büyük kılıç ustalarından sayılan Aslatiel Undead lanetine yakalandığında çare bulmak için Drangleic’e gelmişti ve ondan bir daha haber alınamamıştı.
Lucatiel’in Drangleic’te bulunma sebebi de aynıydı. Bu topraklarda bulunan güçlü ruhlardan payını alarak lanetten kurtulmaya çalışmak ve erkek kardeşinin başına ne geldiğini öğrenmek. Lucatiel’le oyun boyunca çeşitli defalar karşılaşmıştık ve birkaç bossta da bize yardım etmişti. Üçüncü karşılaşmamızda bize şunları söylemişti:
“Düşüncelerimin bulanıklaştığını hissediyorum. Anılarım en eskisinden başlayarak yavaş yavaş kayboluyor. Lanet, işini yapmaya devam ediyor. Korkuyorum… Hem de çok… Eğer her şey silinirse… Geriye benden ne kalacak ki?”
“Eğer bana seni öldürürsem lanetten kurtulacağımı söyleseler… Bir saniye bile tereddüt etmeden çekerdim kılıcımı. Ölmek istemiyorum, var olmak istiyorum. Bunun için her şeyi, ama her şeyi feda ederdim.”
Kendisini en son Aldia’s Keep’in dışındaki bir kulübede bulmuştuk. Ne yazık ki abisinin başına gelenleri öğrenmiş ve artık lanetten kaçamayacağını kabul etmişti. Bence oyundaki en hüzünlü diyalog da işte burada gerçekleşiyordu ve Lucatiel sahip olduğu her şeyi bize vererek ruhsuzlaşmadan önceki son cümlelerini kuruyordu.
“Benim adım Lucatiel.
Yalvarıyorum sana, adımı unutma.
Ben hatırlayamayacağım çünkü.”
Son söz
Böylece beş haftadır süren yazı dizimizin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Bir ihtimal sizin çok sevdiğiniz ve görmeyi umduğunuz bazı karakterlere değinememiş olabilirim ama daha çok en bilinen ve haklarında teoriler olanları ön plana çıkarmaya çalıştım. Sanırım nihayetinde Dark Souls serisi ile ilgili en kapsamlı Türkçe içeriklerden birine imza atmış olduk; okuyan, yorumlarıyla destekleyen herkese teşekkürler :)
Son söz 2
Dark Souls 3'ü de geride bırakmışken üçlemeyi yarım bırakmaz olmazdı. Buyurun o halde Dark Souls 3 yazımız sizinle: